29 Ağustos 2009 Cumartesi

Yahudiler, Arz-ı Mev'ud ve Mayınlı Arazi

Yahudiler, Arz-ı Mev'ud ve Mayınlı Arazi

Cengiz Duman

Türkiye'nin güney doğusundaki Suriye ve Irak'la sınır topraklarındaki mayınlı arazilerin temizlenmesi ve bunun karşılığı olarak bu toprakların 44 yıllığına kullanımının Siyonist İsrail firmalarına devri ihalesinin, Tevrat'ın Arz-ı Mev'ud kavramını Türkiye ve Müslümanların gündemine getirdiği gözlemlenmektedir. Yaklaşık dört bin yıllık mazisi olan Yahudiliğin, ayakta kalmasının en önemli argümanlarından biri olan Arz-ı Mev'ud dogmasının, dört bin yıl sonra Türkiye sınırlarına kadar uzandığı görülmektedir. Bu sebeple bu yazımızda genel olarak Arz-ı Mev'ud topraklarının kapsam alanını ve günümüze mütekabiliyetini ele alacağız. Öncelikle bir Müslüman olarak şu tespiti yapalım: Allah, Tevrat metinlerinde yer alan “vaat edilmiş topraklar/Arz-ı Mev'ud” kavramının muharref içeriğini; Tevrat ve İncil sonrası nazil olan Kur'an'ı Kerim'de aslî konumuna getirmektedir. Buna göre; Tevrat'taki “Arz-ı Mev'ud”kavramını, dünyanın diğer yerlerinden istisna edilmiş güzellikleri olan ayrı bir toprak parçasının kutsanmasını olarak değil, tevhide dayalı yaşanabilecek özelliği olan bir toprak parçası olarak kabul etmek gerekmektedir. Hz. İbrahim bunun için şirk topraklarından hicret ederek vaat edilen topraklarda iskân olmuş tevhidi yaşam sürmüş ve o topraklara tevhidi egemen kılmıştır. Hz. İsmail ve Hacer Mekke topraklarına Tevhidi gayeler için yerleştirilmişlerdir. Bu yüzden, Kuran-ı Kerîm'de anlatılan İbrahim kıssasında, Hz. İbrahim'in tevhid mücadelesinin, detayları verilerek, Ur'daki mücadele sonrası uğradığı vatanından sürgünün karşılığının; vaat edilmiş topraklar” ile ödüllendirdiği bildirilmektedir. İbrahim'den sonra onun zürriyeti; Mısır “çıkış”ı vatansız kalan, Musa (A.S) dönemi İsrail oğullarına vatan olarak, tabii ki, Allah'a itaat şartı ile verilmiş olduğu gerçeğinin altı çizilmektedir. Kur'an bu yüzden “vaat edilmiş topraklara”, “şirkten temizlenmiş topraklar” (El'Ard-el' Mukaddes) demektedir. Hz. Muhammed'in(a.s) resullüğü ve Kuran'ın inzali ile birlikte tüm yeryüzü “El'Ard-el' Mukaddes /Arz-ı Mev'ud” olarak etnik ayrım yapılmadan tüm Müslümanlara vaat edilmiştir. Allah'ın dinini yani tevhidi tüm yeryüzüne egemen kılanlara, tüm tevhid hâkim kılınan yerler“Arz- Mev'ud” haline gelmiştir. Müslümanların görevi geçmişte “Kenan”da; Musa / Yuşa / Talût / Davud / Süleyman'ın (a.s) Tevhid'i egemen kıldığı gibi şimdi ve kıyamete kadar tüm yeryüzüne tevhidi hâkim kılarak dünyayı “Arz-ı Mev'ud / El'Ard-el' Mukaddes” hale getirmektir. Bu tespiti yaptıktan sonra bir realite olan Tevrat'ın Arz-ı Mev'ud kavramının günümüz gündemi açısından incelemesine girelim. Hz. İbrahim'in doğup büyüdüğü ve resullükle görevlendirildiği Mezopotamya'nın Ur şehrinden başlayan hicretler silsilesindeki göçebe hayatı, Yehova'nın kendisine bahşettiği vaat edilmiş topraklar “Arz-ı Mev'ud” içindeki Hebron (El Halil) şehrini mesken edinmesiyle yerleşik hayata döner. Tevrat, Hz. İbrahim'e “Arz-ı Mev'ud”un verilmesi için, Ur şehrinden hicret emri verildiğini şöyle ifade etmektedir. “Tanrı Avram'a(İbrahim), "Bu toprakları sana miras olarak vermek için Kildaniler'in Ur Kenti'nden seni çıkaran Rab benim" dedi.” [Tevrat; Tekvin,15/7] Böylece Yehova, doğduğu ve yaşadığı topraklarda yaptığı muhteşem tevhid mücadelesi sonucu vatansız kalan, tereddütsüz iman ve itaat sahibi ve tevhid önderi İbrahim'i (a.s) inancını rahatlıkla yaşayabileceği ve yayabileceği başka bir vatan'la ödüllendirmektedir. Hz. İbrahim, Hebron'da (El-Halil) sakin oluncaya kadar Tevrat verilerine göre; Ur, Haran, Kenan'ın bazı şehirlerinde –Şekem (Nablus), Beyt-el, Ay- ve Mısır'da geçici göçebe bir hayat sürmüştür.[ Tevrat; Tekvin,12/6-10] Tevrat'ın, İbranice “Tora”, Hıristiyanların “Pentatök” adı verdiği beş ana kitabından biri olan Tekvin kitabında; vaat edilmiş topraklar “Arz- Mev'ud”un mahiyeti, bu toprakların Hz. İbrahim ve soyu ile ilgisi ve İsrail oğulları ile bağlantısına ayrıntılarıyla yer verilmektedir. Tekvin kitabında, yaşadığı ve tevhid mücadelesi verdiği Keldanîlerin Ur şehrinden hicret eden İbrahim(a.s), Kenan topraklarındaki Şekem şehri –Bu günkü Filistin'in Nablus şehri- sınırlarında iken; “Arz-ı Mev'ud” müjdesinin, bizatihi Allah tarafından ve ilk defa verildiği bildirilmektedir. Kanaatimizce bu vakıa, Arz-ı Mev'ud'un sahih sınırlarını tespit etmek açısından çok önemli bir husustur. “Avram(İbrahim) ülke boyunca Şekem'deki More meşesine kadar ilerledi. O günlerde orada Kenanlılar yaşıyordu.” “Rab Avram'a görünerek, "Bu toprakları senin soyuna vereceğim" dedi. “ [Tevrat; Tekvin, 12/7] O halde Tevrat'ta geçen Kenan tanımlamasının üzerinde durmak gerekmektedir. Hz. İbrahim ve daha sonra zürriyetinin üzerinde yaşadıkları “Kenan” olarak isimlendirilen Arz-ı Mev'ud topraklarının kökeni Hz. Nuh'a kadar dayanmaktadır. Tevrat, “Arz-ı Mev'ud”topraklarının sahibi “Kenan”ın atası Ham'ın, Nuh'un(a.s) tufandan kurtulan üç oğlundan biri olduğunu bildirmektedir. “Gemiden çıkan Nuh'un oğulları Sam, Ham ve Yafet idi. Ham Kenan'ın babasıydı.” [Tevrat; Tekvin, 9/18] Nuh peygamberle birlikte tufan sonrası yeryüzüne ayak basan Nuh(a.s)'un oğlu Ham; Tekvin kitabında anlatılanlara göre babasının çıplak halini görmüş ve bu yüzden Nuh(a.s)'un bedduasını almıştır. “Nuh çiftçiydi, ilk bağı o dikti.” “Şarap içip sarhoş oldu, çadırının içinde çırılçıplak uzandı.” “Kenan'ın babası olan Ham babasının çıplak olduğunu görünce dışarı çıkıp iki kardeşine anlattı.” [Tevrat; Tekvin, 9/20-22] Nuh(a.s) yaşanan bu vakıadan sonra oğlu Ham'a öfkelenip ona ve soyuna bedduada bulunur. Kendisinin çıplak halini bir esvap ile kapatan iki oğlu Yafet ve Sam'a; Ham'dan üreyen nesil olacak Kenan topluluklarının, köle olması için Yehova'ya niyaz eder. "Kenan'a lanet olsun,” “Köleler kölesi olsun kardeşlerine.” “Övgüler olsun Sam'ın Tanrısı Rab'be, Kenan Sam'a kul olsun.” “Tanrı Yafet'e bolluk versin, Sam'ın çadırlarında yaşasın, Kenan Yafet'e kul olsun." [Tevrat; Tekvin, 9/25-27] Yeryüzüne dağılıp üremeye başlayan Nuh'un oğullarından, Mezopotamya bölgesinde yaşayan, Sam neslinden İsrail oğulları ürerken; Nuh'un diğer oğlu Ham'dan, Kenan bölgesinde yaşayan Kenanî'ler nesli türemiştir. Ham'ın 11 çocuğu olduğu ve bunların, Kenan adı verilen bölgeye dağılarak yaşamaya başladığını belirten Tevrat'ın Tekvin kitabında, Ham oğullarının yaşadığı Kenan bölgesi sınırları şöyle tarif edilmektedir: “Kenan'ın sınırı Sayda'dan Gerar, Gazze, Sodom, Gomora, Adma ve Sevoyim'e doğru Laşa'ya kadar uzanıyordu.” “Ülkelerinde ve uluslarında çeşitli boylara ve dillere bölünen Ham oğulları bunlardır.” [Tevrat; Tekvin, 10/19-20] Tevrat'ta yer alan Hz. Nuh'un oğlu Ham ve soyuna bedduası, Hz. İbrahim'in Mısır dönüşü Kenan'ın bir şehri; “Kryat Arbada”; daha sonra İbranice Hebron adı verilen, bu gün El-Halil olarak da bilinen bu şehre yerleşmesi ile gerçekleşmiş ve Kenanlıların yurtları, Nuh'un oğlu Sam'ın soyundan olan İsrail oğullarının eline geçmiştir. Bu yüzden Tevrat'ta, “Arz-ı Mev'ud”dan eski ismine izafeten “Kenan” olarak da bahsedilmektedir. Ancak bu aşamada çok önemli bir hususun altını tekrar çizmemiz gerekmektedir. Tevrat metinlerinde müteaddit defalar tasvir edilen “Arz-ı Mev'ud”topraklarının; yine Tevrat metinlerinde tasvir edilen “Kenan” toprakları sınırlarından çok daha geniş ve değişik bir coğrafya olduğunu kaydetmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla “Kenan”tanımlaması Tevrat'ta tarif edilen muharref “Arz-ı Mev'ud” sınırlarının tamamını kapsayıcı bir tanımlama olmamaktadır, bunun altını kalın bir hatla çizmemiz gerekmektedir. Tevrat'ta, Hz. İbrahim'e ve onun nesline, dolayısı ile İsrail oğullarına, vaat edilen topraklar“Arz-ı Mev'ud” ile ilgili birçok ifade bulunmasına mukabil tarif edilen “Arz-ı Mev'ud” sınırları muğlâktır. Bu durumu önemli bir ayrıntı olarak görmekteyiz. Hz. İbrahim Kenan topraklarına giriş yapmasından hemen sonra “Arz-ı Mev'ud” müjdesi verilmesi anlamlıdır. Dikkat edildiğinde Tevrat'ta, Yehova; “Kenan” toprakları sınırları haricinde bu hususu dile getirmemiş, Hz. İbrahim'in “Kenan” sınırlarına dâhil olması ile birlikte Arz-ı Mev'ud konusu açılmıştır. İbrahim(a.s) Harran'da iken Yehova ona şöyle bildirimde bulunmaktadır. RAB Avram'a,"Ülkeni, halkını, babanın evini bırak, sana göstereceğim topraklara git" dedi, "Seni büyük bir ulus yapacağım, Seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım. Bereket kaynağı olacaksın.”[Tevrat; Tekvin,12/1-3] Dolayısıyla Tevrat'taki bu ifadeye göre Hz. İbrahim'e, Haran topraklarında iken Arz-ı Mev'ud müjdesi verilmemiştir. Bundan dolayı Arz- Mev'ud toprakları içersine Haran ve civarının sokulması yine Tevrat mantığına ters bir olgudur. Kanaatimizce bu durum Tevrat üzerindeki Arz-ı Mev'ud kavramında, İsrailoğulları Rabbi'lerin tahrifatını gündeme getirmektedir. Bu yüzden Tevrat'ta tasvir edilen Arz-ı Mev'ud sınırları karmakarışık ve tenakuz doludur. Şimdi bu hususun üzerinde duracağız. Tevrat ifadelerinde çizilen Arz-ı Mev'ud sınırları değişkenlik gösterse de kabaca, Nil İle Fırat nehirleri arası olarak sınırlanabilecek şekilde tasvir edilmektedir diyebiliriz. Nitekim bu günkü Siyonist İsrail bayrağındaki iki çizginin bu sınırları remz ettiği yorumlanmaktadır. Arzı Mevud, Vaadedilmiş Topraklar
“O gün RAB Avram'la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: "Mısır Irmağı'ndan(Nil) büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu toprakları, Kenliler'in, Kenizliler'in, Kadmonlular'ın, Hititlerin, Perizlilerin, Refalıların, Amorluların, Kenanlıların, Girgaşlıların, Yevusluların topraklarını senin soyuna vereceğim." [Tevrat; Tekvin,15/18-21] “Ayak basacağınız her yer sizin olacak. Sınırlarınız çölden Lübnan'a, Fırat Irmağı'ndan Akdeniz'e kadar uzanacak.” [Tevrat;Tesniye,11/24] Oysa Tevrat metinlerinde değişik yerlerde yer alan “Arz-ı Mev'ud” kavramı, Nuh'un(a.s) günahkâr veya beddualı! Çocuğu “Kenan”ın yaşadığı topraklar, Tevrat'ta çizilen “Kenan” kavimleri sınırlarını aşmakta verilen bu coğrafik alan bir tenakuz unsuru olarak daha geniş biçimde tarif edilmektedir. Bu durum açıkça Tevrat metinlerindeki tahrifatı gündeme getirmektedir. “Arz-ı Mev'ud”un doğu ve batı sınırının Fırat ve Nil nehirleri olmasının özel bir manası olsa gerektir. Muhtemel ki, Cenab-ı Hakk; Hz. İbrahim'in, Fırat'ın kenarındaki Ur'dan başlayıp, Nil kenarındaki Mısır'a kadar süren hicretlerini içine alan bu toprakları, onun tereddütsüz teslimiyet ve tevekkülü karşılığı ödül olarak vermiştir. Bu yorumumuz mevcut fiili duruma hüsn-ü zan ile yaptığımız bir yorumdur. Ancak Tevrat'taki realiteye göre bu olguyu değerlendirirsek, etnik-dinci Yahudi bakışının, Tevrat'taki Arz-ı Mev'ud kavramını muharref hale getirerek, soylarının dayandığı tüm toprakları yine Tevrat'ta yer alan “Kenan” kavramına aykırı olarak, İsrailoğulları mülkiyetinde gösterme amaçlı art niyetli sınır tanımlamalarıdır diyebiliriz. Tevrat kitaplarında yer alan ”Arz-ı Mev'ud” tasvirleri arasında “Kenan” sınırları anlatımı şöyledir:“O gün Rab Avram'la(İbrahim) antlaşma yaparak ona şöyle dedi: Rab Musa'ya şöyle dedi: "İsraillilere de ki, 'Miras olarak size düşecek Kenan ülkesine girince, sınırlarınız şöyle olacak: "'Güney sınırınız Zin Çölü'nden Edom sınırı boyunca uzanacak. Doğuda, güney sınırınız Lut Gölü'nün ucundan başlayacak, Akrep Geçidi'nin güneyinden Zin'e geçip Kadeş-Barnea'nın güneyine dek uzanacak. Oradan Hasar-Addar'a ve Asmon'a, oradan da Mısır Vadisi'ne uzanarak Akdeniz'de son bulacak. Batı sınırınız Akdeniz ve kıyısı olacak. Batıda sınırınız bu olacak. Kuzey sınırınız Akdeniz'den Hor Dağı'na dek uzanacak. Hor Dağı'ndan Levo-Hamat'a, oradan Sedat'a, Zifron'a doğru uzanarak Hasar-Enan'da son bulacak. Kuzeyde sınırınız bu olacak. Doğu sınırınız Hasar-Enan'dan Şefam'a dek uzanacak. Sınırınız Şefam'dan Ayin'in doğusundaki Rivla'ya dek inecek. Oradan Kinneret Gölü'nün doğu kıyısındaki yamaçlara dek uzanacak. Oradan Şeria(Ürdün) Irmağı boyunca uzanacak ve Lut Gölü'nde son bulacak. Musa İsraillilere, "Miras olarak kurayla paylaştıracağınız ülke budur" dedi” [Tevrat; Sayılar, Bab34/1-13.] Tevrat'ın, Sayılar kitabında, fiili “Kenan” sınırları etraflıca tasvir edilmişken; bu sınırların, Nuh'un diğer oğlu Sam'ın torunlarının yaşadığı Mezopotamya'ya kadar uzatılması, “Arz-ı Mev'ud”kavramında tahrif olgusunu güçlendirmektedir. Üstelik Fırat'a kadar uzatılan bu son sınırlara, İsrail oğullarının altın devri olarak tanımlanan “Krallar” –Davud, Süleyman- devrinde bile asla ulaşılamadığı da göz önüne getirilmelidir. Bu aşamada şu yorumu yapmak mümkündür. Yahudiler tarafından “Altın çağ” olarak nitelenen Davud ve Süleyman zamanında imkânlar varken “Arz-ı Mev'ud”un Tevrat'ta işaret edilen Nil ve Fırat sınırlarına kadar uzatılmaması; Sahih Tevrat'ta yer alan “Kenan” bölgesi “Arz-ı Mev'ud” sınırlarının tahrif edilerek genişletildiğinin en önemli göstergesidir. Hz. Süleyman Yemen bölgesindeki Sebe kavmi topraklarına kadar haber alıp Tevhidi mesajları iletirken; “Kenan”ın kıyısındaki Mezopotamya'ya kadar ilerleyip vaat edilen bu toprakları ele geçirmemesi akla muhaldir. Bu vakıa aslında sahih Tevrat nüshalarında, Kadim“Kenan” toprakları sınırları haricinde verilen sınırların “Arz-ı Mev'ud” içerisinde olmadığını, bu geniş sınırların daha sonra Tevrat'ın derlenişi ve yazıya geçirilişi esnasında bilhassa İsrailoğulları'nın, uğradıkları Babil sürgünlerinin etkisiyle metinlere ilave edildiği kanaatini uyandırmaktadır. Dolayısıyla Tevrat'ı derleyen ve yazıya geçiren İsrail oğulları ruhban sınıfı "Rabbi"ler tarafından; Hz. İbrahim'in doğup büyüdüğü ve İsrail oğullarının Babil sürgününde onlara vatan olan Mezopotamya coğrafyasının sonradan Tevrat metinlerine ilave edildiği kanaati hâsıl olmaktadır. Genişletilmiş "vaat edilen toprak/Arz-ı Mev'ud"un, doğu ve batı olarak her iki sınırı; "Mısır Irmağı'ndan(Nil) büyük Fırat Irmağı” belli olduğu halde kuzey ve güney sınırları ile ilgili o dönemde yaşayan kavim isimleri haricinde bariz sınırlar verilmemiştir. Bu kavimlerin yaşadıkları topraklar ve ülkelerinin sınırları ise müphemdir. Dolayısıyla bu hususta ayrıntılı tarihi, coğrafik ve arkeolojik spesifik çalışma ve araştırmalara ihtiyaç bulunmaktadır. Genişletilmemiş “Arz-ı Mev'ud”un güney ve kuzey sınırları ile ilgili hüsn-ü niyetli kanaatimiz şöyledir; yukarıda serdettiğimiz gibi “Arz-ı mev'ud”un doğu ve batı sınırındaki mananın, kuzey ve güney sınırları için de olması gerekir. Bu mantıkla gittiğimizde Hz. İbrahim'in Ur şehri sonrası hicret ettiği Haran, “Arz-ı Mev'ud”un kuzey sınırlarını ve Hz. İbrahim'in Mısır'dan“çıkış”tan sonra Lut peygamber ile yolculuk edip onunla yollarının ayrıldığı Sina ve Negev çölleri“Arz- Mev'ud”un güney sınırları olmalıdır. Ancak Hz. İbrahim'den itibaren geçen süreç içersinde İsrail oğulları hiçbir zaman bu genişletilmiş sınırların tümünü içine alacak biçimde “Arz-ı Mev'ud”a sahip olamadığı görülmektedir. Daha ziyade Lut gölünün batısından başlayarak Kudüs, Hebron(el-Halil), Bir Şeba, Eriha gibi şehirler etrafında Kuzeyde Sayda, Şam'a güneyde Kızıldeniz'in eylat körfezine kadar uzanan “Kenan”a ait bölgede değişken oranlarda hâkim olabilmişlerdir. Asla, Fırat ve Nil'e kadar ulaşamadıkları tarihen sabittir. Hâkim oldukları bu bölgedeki hâkimiyetlerini devamlı olarak kaybettikleri malumdur.. Bu yüzden sürekli kaybettikleri “Arz-ı Mev'ud” toprakları sınırları genişletilerek vasıfları abartılarak bir Ütopya, Mitolojik unsur haline getirilerek bin yıllar boyu yaşatılarak günümüze kadar gelmiştir. Yanı sıra bu toprakları kurtaracak “Mesih”inancıyla birlikte görünen odur ki, “Yahudilik” dini yaşadığı sürece kıyamete kadar bu mitoloji devam edecektir. 1948 Yılında Ortadoğu'da kurulan Siyonist İsrail devleti hile ve zorbalıkla ele geçirdiği Filistin'de ayakta kalabilmek için geçmiş bin yıllarda yaptığı gibi; kutsal kitapları muharref Tevrat'ta etnik-dini olarak oluşturdukları muharref “Arz-ı Mev'ud” inancını hedef göstererek; Fırat ve Nil arasındaki bölgeyi ele geçirmek, sonrasında jeostratejik olarak buranın güvenliğini sağlamak için daha uç bölgelere de yönelerek; ön Asya, Anadolu, Arabistan yarımadası ve Mısır'ın bulundukları bölgeler üzerinde de hâkimiyet kurmak isteyecektir. Siyonizm'in etnik-dinci toprak iştihası geçmişte olduğu gibi çağımızda da asla dinmeyecektir. Bu yüzden Türkiye'nin güneydoğusundaki sınırları olan mayınlı arazilerde Siyonizm'in gözünün olmaması mümkün değildir. Öyle veya böyle buraları ele geçirmek isteyecek olan ırkçı Siyonizm'e karşı uyanık olunmalı ve bu topraklar hangi nedenle olursa olsun asla Siyonistlere verilmemelidir. Siyonizm'in Arz-ı Mev'ud'a dayanan stratejik ve jeostratejik hedefleri; Ortadoğu'da, Filistin'de ve yakın coğrafyaları olan başta Anadolu olmak üzere tüm bölgeleri tehdit etmeye devam edecektir. Ortadoğu ve yakın coğrafyalarına yönelen tehdidi bertaraf etmenin tek çaresi“Küresel küfür”ün uşağı ve işbirlikçisi, Siyonist'leri Ortadoğu'dan def etmektir.
Kaynak: Cengiz Duman, "Sahih Arz-ı Mev'ud, Türkiye sınırlarına uzanıyor mu?". Haksöz Haber, 01 Haziran 2009 Pazartesi. www.haksozhaber.net/author_article_detail.php?id=10470
&
Savunmasız Ülkenin parçalanması haktır. Sen savunursan eğer parçalanmayacaktır.
Abdullah Öcalan (1948 - .... )
Abdullah Öcalan 1948 yılında Güneydoğu Anadolu'da bir köyde dünyaya geldi. 7 Kasım 1978 tarihinde terör örgütü PKK'yı kurdu. Kısa bir süre sonra Suriye'ye geçen Abdullah Öcalan, örgütün kanlı eylemlerini buradan yönetmeye başladı. Kandırdığı gençler bölücü terör örgütü adına eylem yaparken, Öcalan savaş alanına hiç inmeden oturduğu yerde rahat bir yaşam sürdü.
Türkiye'nin ısrarlı takibi sonucu Suriye, Öcalan'ı topraklarından çıkarmak zorunda kaldı. Suriye'den Rusya'ya, oradan İtalya'ya geçen Öcalan, İtalyan Hükümeti tarafından da ülkeden çıkarılınca kendisine sığınacak yer aramaya başladı. Yunanistan Hükümeti, kuruluşundan beri destek verdiği PKK'nın liderini Kenya Büyükelçiliği'nde saklamaya karar verdi.
Türk Güvenlik Güçleri'nin düzenlediği bir operasyonla Kenya'da kıskıvrak yakalanan terörist başının üzerinden sahte bir Kıbrıs Rum Kesimi pasaportu çıktı. Eli kanlı terör örgütünün başı, Türkiye'de, İmralı Cezaevi'nde yargılandı ve hakettiği idam cezasına çarptırıldı. Terörist başının idam cezası Yargıtay tarafından 25 Kasım 1999 tarihinde onandı.
MİT’İN İLK APO TEŞHİSİ
İlk başlarda MİT için Apo Kürt milliyetçisi veya Kürtçü bir akımın lideri değildi. O dönemin (1970–1979) MİT raporlarına baktığınız zaman görürsünüz, Apo dosyalara uzun süre sol faaliyetleri nedeniyle girmişti. Aşırı solcu bir Kürt olarak nitelendirilirdi. Fazla da önemsenmezdi. Zaten Kürt hareketleri 1970'lerde Kürtçülükten çok sol faaliyetler çerçevesinde ele alınırdı. İzlenirler, ne yaptıkları bilinir; ancak genelde solun içinde bulunduklarından dolayı, bu yönleri ön plana çıkarılırdı. Biz MİT olarak gerçeği biliyorduk; ancak devleti hiçbir zaman ikna edemedik. Bize inanmadılar veya inanmak istemediler."
Türkiye 12 Eylül 1980'e dayandığında, sol orijinli terör örgütlerinin yanında özellikle Doğu bölgesinde ismini yeni yeni duyurmaya başlayan Ala–Rızgari ve Apocular gibi birkaç yasa dışı grup ufak tefek dikkat çekmeye başladı. Bu grupların ortak özelliği, "Kürtlük" unsuru üzerinde durmalarıydı.
Ala–Rızgari grubu, 80 öncesinde yayınlanan Rızgari dergisinin etrafında toplanan kişilerden oluşuyordu.
PKK, 1978'de Lice'nin Fis köyünde kuruluşunu ilan edip, oluşturulan Merkez Komite etrafında örgütlenmesine karşılık, bu grup "Apocular" olarak biliniyordu.
Öcalan'ın en yakın arkadaşlarından Haki Karel, 1977'de Gaziantep'te öldürüldü. 1979'da ise Elazığ ve Diyarbakır'da, "Apocular"a önemli bir darbe indirildi. Geniş tutuklamalar yapıldı, Merkez Komite üyesi Şahin Dönmez de tutuklandı.
Bu sırada Abdullah Öcalan'ın izine de Diyarbakır'da ulaşıldı. Bir güvenlik yetkilisi, olayı şöyle anlatıyor:"Öcalan, Kesire Öcalan ile birlikte Diyarbakır'da Günaydın Apartmanı'nda kalıyordu. Polis yerini tespit etti. Milli İstihbarat Teşkilatı da biliyordu. Ancak, hemen baskın yapılıp alınması yerine, izlenip bir örgütsel faaliyet sırasında tutuklanması düşünüldü. Eğer o sırada gözaltına alınsaydı bir süre sonra serbest bırakılırdı."
Kesire Yıldırım ile 24 Mayıs 1978 günü Ankara'da evlenmişlerdi. Belki de o tarihlerde fazla önemsenmediğinden yeterince izlenmediği için Öcalan, 1979'un Temmuz'unda izini kaybettirip Urfa üzerinden Suriye'ye kaçmayı başardı.
İlginçtir, Öcalan bu tarihte asker kaçağıydı. Onun karanlık ilişkilerini çözmeye çalışan Uğur Mumcu, Kürt Dosyası kitabında şunları yazıyor:"Askerlik Şubesi Öcalan'ı adım adım izliyordu. 26 Temmuz 1977 günü yeniden son yoklama çağrı pusulası göndermişti. Ancak Öcalan izini kaybettirmeyi başarmıştı. Bu yüzden son çağrı pusulası kardeşi Mehmet Öcalan'a tebliğ edildi. 26 Eylül 1978 gününden sonra da son yoklama kaçağı olarak aranmaya başlandı. Öcalan o günlerde Diyarbakır'daydı. Diyarbakır'ın Ofis Mahallesi'nde eşi Kesire ile Günaydın Apartmanı'nda kalmakta; evde günlerce kitap okumaktaydı."
Peki o dönemde güvenlik birimleri Apocuların lideri Abdullah Öcalan'a nasıl bir teşhis koymuştu? Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi iken 12 Mart 1971 muhtırasından sonra, tutuklanıp Mamak Askeri Ceza Evi'ne konulmasından sonra kazandığı sakıncalı kimliğe rağmen izini kaybettirmesi yalnızca güvenlik birimleri arasındaki eşgüdüm eksikliğinin bir sonucu muydu?..
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılarının İmralı iddianamesinde şöyle denildi: "Mayıs 1979 tarihinde PKK Merkez Komitesi Üyesi ve Örgütlenme Genel Sorumlusu Şahin Dönmez ile birlikte Elazığ Bölge Komitesi üyelerinin büyük çoğunluğunun yakalanması örgütte paniğe yol açmıştır. Şahin Dönmez'in itirafları ile birlikte güvenlik kuvvetlerinin başlattığı bir dizi operasyon nedeniyle Abdullah Öcalan, Diyarbakır'da saklanmakta olduğu evde yakalanmaktan son anda kurtulmuştur."
ÖMERLİ’DEKİ ÇOCUKLUĞU
Apo ile ilgili giriş bölümünde yer alan sorulara sağlam cevaplar alabilmek için, onun hayata gözlerini açtığı Ömerli köyüne kadar uzanmak gerekiyor. İmralı Mahkemesi'ne verdiği 81 sayfalık savunmasında çocukluk yıllarını şöyle anlatıyor: "Yoksul, aşiret özelliğini yitirmiş dar bir köylü ailesi içinde Cumhuriyet'in, başka bir köyde de olsa her gün yayan gidip geldiğim bir ilkokulunda okudum. Çevremiz köyleri yarı Kürt yarı Türk nitelikteydi. Ailem anam tarafından Türkmen diyebileceğimiz bir komşu köy kökenliydi. Türkçe–Kürtçe birlikte konuşulabiliyordu... Tepkim, feodal aile bağlarınaydı. Denebilir ki, ilk isyanım bir çocuğun beklentilerine cevap vermekten çok uzak aile ve köy yapısına karşı gelişti... Erken yaşlarda aile ile önemli bir kavga ile büyük bir gözyaşı içinde hüngür hüngür ağlayarak köyden koptum. O dönemde beni tanıyan köylüler bir yandan karınca ezmez, diğer yandan her yılan bulduklarında çağırdıkları bir yılan avcısı olarak tanırlardı...
Üniversite son sınıfa kadar ilk ondan aşağı hiçbir zaman düşmedim. Liseye kadar dinin etkileri vardı. Yetmişlerde solculuğa ve o dönem Kürtçülüğüne ilgim gelişti. Kişi olarak müminceydim..."
Liseyi 1966–68 döneminde Ankara'da Tapu Kadastro Lisesi'nde okudu. Öcalan, Uğur Mumcu kadar PKK hareketi üzerine kafa yoran, iki kez Bekaa Vadisi'ne gidip kendisiyle konuşmalar yapan Mehmet Ali Birand'a lise yıllarını daha da açıyor:
"20 yaşlarında ya vardım, ya yoktum. Çok pasif bir durumdaydım. Ankara'nın da verdiği çelişkiler içinde biraz da muhafazakar bir yapıdaydım... Necip Fazıl Kısakürek'in konferanslarına gider, bayağı da etkilenirdim. Daha çok burjuva felsefesi ile ilgileniyor, bu tip yazar ve kitaplarını okuyordum. Bir yandan da Maltepe Camii'nde namaz kılardım. Din ile felsefenin yer değiştirmeye başladığı bir dönemdi... 1969'da meslek okulunu bitirdim ve hemen ardından Diyarbakır'da kadastro memurluğu yaptım. İşte her şeyin dönüm noktası 1970 tarihidir. O sıralarda elime Sosyalizmin Alfabesi diye bir kitap geçti. Kitabı okuduktan sonra her şey değişti..." (Apo ve PKK, Mehmet Ali Birand, sayfa, 79, 80).
Diyarbakır'daki görevinden, Bakırköy Tapulama Müdürlüğü'ne atanıp İstanbul'a geldi. 1971 yılında da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdı. Öcalan aynı yıl Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne yatay geçiş yaptı. 12 Mart 1971 muhtırasının ardından, Mahir Çayan'ın öldürülmesi ve Deniz Gezmiş'in tutuklanması üzerine okulda başlayan boykot eylemlerine o da katıldı, sol yumruğunu havaya kaldırıp, "Bağımsız Türkiye" diye bağıranlardan biri de oydu. 8 Nisan 1972'de gözaltına alındı, Mamak Askeri Ceza Evi'ne konuldu. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'nce üç ay hapis cezasına çarptırıldı, davanın sonuçlandığı tarihe kadar yaklaşık yedi ay ceza evinde yattı.
Ceza evinden çıkmasından son sınıfa gelinceye kadar hem öğrenciliğini sürdürdü, hem de sol hareketlerden yavaş yavaş ayrılıp yine sosyalist eksende Kürtçü bir çizgiye yöneldi: "Kısa bir süre Türkiye soluyla birlikte hareket etmemle birlikte 1973 baharında bir grubun faaliyetine öncülük ederek PKK hareketinin temelini atmada önemli rol oynadım. 1975'te Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği başkanlığı yaptım. PKK programını 78'de kaleme aldık. 79 Temmuz başlarında Ethem Akçan'la Suruç üzeri Suriye ve Lübnan'a Filistinlilerin yanına geçtik..."
AŞIRI SOLCU BİR KÜRT
İşte 1979'a kadar kişisel hikayesi satır başlarıyla böyle olan bir Abdullah Öcalan'dan söz ediyoruz. Bu Öcalan 12 Eylül'ün geniş güvenlik önlemleri alınan atmosferinde üstelik yakından da izlenirken Suriye'ye kaçmayı nasıl başarmıştı?..
Milli İstihbarat Teşkilatı'nın Öcalan'a yaklaşımı şöyleydi:"MİT için Apo Kürt milliyetçisi veya Kürtçü bir akımın lideri değildi. O dönemin (1970–1979) MİT raporlarına baktığınız zaman görürsünüz, Apo dosyalara uzun süre sol faaliyetleri nedeniyle girmişti. Aşırı solcu bir Kürt olarak nitelendirilirdi. Fazla da önemsenmezdi. Zaten Kürt hareketleri 1970'lerde Kürtçülükten çok sol faaliyetler çerçevesinde ele alınırdı. İzlenirler, ne yaptıkları bilinir; ancak genelde solun içinde bulunduklarından dolayı, bu yönleri ön plana çıkarılırdı. Biz MİT olarak gerçeği biliyorduk; ancak devleti hiçbir zaman ikna edemedik. Bize inanmadılar veya inanmak istemediler."
Aynı yetkiliye göre MİT Apo'yu 1977'den itibaren yakından izlemeye başlamış, üstelik kontrol altında tutmak için çok yakınına kadar elemanlar görevlendirilmiş: "Verdiğimiz dosyalar dolusu bilgiler oldukları yerde kaldı veya devlet harekete geçtiğinde o kadar geç olurdu ki, kimseyi bulamazlardı: Kısacası devlet oluşumların farkına varamadı. Biz biliyorduk; ancak sesimizi duyuramıyor ve çarkları çeviremiyorduk." (Apo ve PKK; sayfa 99, 100).
Öcalan ise sıkıyönetim altında polisin, MİT'in ve askerin elinden kurtuluşunu şöyle anlatıyor:"3 haziranda yine bir toplantımız olacaktı. Bir gece öncesinden Pilot Necati tutturdu, 'Yarın nerede toplanacağız?' demeye başladı. Yanımızda Kemal Pir de vardı. Kemal 2 Haziran gecesi eve yaklaşırken yakalandı. Üstü aranınca silah bulundu... Ertesi sabah da biz eve gideceğiz. Gitmeden önce tesadüfen birini yolladım. Git bak eve, dedim. Dönünce, abi evin her tarafı çembere alınmış, dedi. Şans eseri kurtuldum. Üç dört tane kirli silah vardı. O silahlarla yakalanacaktık. 30 yıl cezası var. Sonradan haber aldık. Baskını Özel Harp Dairesi yapmış. Mustafa Karasu içeri alındı. Üç de silah yakalandı. En azından yedi yılım gidebilirdi." (Apo ve PKK, sayfa 88)
Öcalan, Suriye'ye kaçış öncesi faaliyetlerini anlatırken, kendisine yanaştırılan casuslara rağmen güvenlik birimlerine yakalanmayışını, sürekli olarak kendisinin başarısı olarak gösterdi ve bunu örgüt içinde de bir propaganda aracı olarak kullandı.
Öcalan, Mahir Sayın ile yaptığı konuşmaları içeren Erkeği Öldürmek kitabında "casuslar" olarak karısı Kesire (Yıldırım) Öcalan ve Pilot Necati (Necati Kaya)'yı gösteriyor. Ona göre CHP geleneğinden gelen ve Kürt kökenli olan bir ailenin çocuğu olarak Kesire Öcalan kendisi ile bilerek tanıştırıldı. Yine Pilot Necati de, Kürt kökenli olması sebebiyle pilotluktan atıldığını ileri sürerek kendisine yanaştı; ama o da MİT'in bir tuzağıydı. Öcalan, Pilot Necati'nin ilk kadın pilot Sabiha Gökçen'i öldürme teklifinde bulunması, bazen örgüte yüklü miktarda paralar sağlamasını, "Örtülü ödenekten bunun için paralar sonuna kadar gözden çıkarılır. Bize de biraz neması kaldı." iddiasını ileri sürerek açıklıyor. Öcalan'a göre, Ankara'da görünüşte kontrol altındaydı, Urfa ve Diyarbakır'a geçtiğinde ise bu kontrol güçleşti. Nihayet Urfa'da çemberin daraldığını ve öldürüleceğini hissedince de sınırı geçerek Suriye'ye gitti.
SİVRİLENLERE MİT DAMGASI
Terörist başı, bu "MİT kontrolü" korkusunu hep yaşadığı gibi, örgütte sivrilme istidadı gösteren birçok önde gelen ismi "MİT ajanı" kulpuyla tasfiye etti. Bunların başında Kesire Öcalan, Mehmet Cahit Şener, Ali Çetiner, Hüseyin Yıldırım, Şemdin Sakık, Resul Altınok, Abdullah Kumlu, 'Kör Cemal' kod adlı Halil Kaya, 'Baran' koduyla bilinen Cihangir Hazır, Abdullah Ekinci, Osman Tim, 'General Zinnar' kod adlı Alaattin Kanat geliyor.
BİR CANİ OLARAK PORTRESİ
1970’li yıllarda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarını protesto için Ankara Üniversitesi Siyasal bilgiler Fakültesi’nde yapılan “boykot Eylemleri”nin öncülerinden biri olması sebebiyle güvenlik birimlerinin yakın takibindeydi. Bu eylemler üzerine kısa süreli olarak gözaltına da alınan Öcalan, Güneydoğu kökenli bir isim olması ve sivrilmesi sebebiyle, sürekli olarak MİT tarafından kontrol altına alınmak istendiği hezeyanı ile yaşadı. Uğur Mumcu’nun Kürt Dosyası kitabında ayrıntılı olarak işlediği, Öcalan’ın da Mahir Sayın ile yaptığı konuşmaları içeren Erkeği Öldürmek kitabında anlattığı Kesire Öcalan ve Pilot Necati (Necati Kaya) olayları bu hezeyanın başlangıcını oluşturuyor.
NE BEBEK DEDİ NE DE ARKADAŞ
Bölücü teröristlerin başı Abdullah Öcalan’ın acımasız kişiliğini görmek için yakın arkadaşlarını ve kundaktaki bebekleri kurşunlatmasına bakmak yeterli.
27 Kasım 1978 günü Diyarbakır’ın Lice İlçesi Fis Köyü’nde toplanan Abdullah Öcalan ve birkaç arkadaşı PKK’yı kurdular. Daha sonraki tarihlerde bu toplantıyı PKK’nın birinci konferansı olarak kabul ettiler. Ancak aradan geçen 20 yıl içerisinde Abdullah Öcalan, neredeyse birlikte yola çıktığı bütün arkadaşlarının ölüm emrini verdi. Öcalan’ın acımasız katliamcı kişiliğini görmek için onun yıllarca birlikte hareket ettiğini yakın arkadaşlarının ölüm emirlerini nasıl kolaylıkla verdiğine ve kundaktaki çocukları hunharca öldürttüğüne bakmak gerekiyor.
Birinci kongresini 1981’de yapan PKK, ikinci kongresini dört yıl sonra Suriye’nin Ürdün sınırı yakınındaki bir kampta yaptı. Altı gün süren bu toplantıda Öcalan örgütün Avrupa sorumlusu ve Merkez Komite üyesi Resul Altınok’u “MİT ajanı” ilan etti. Öcalan daha sonraları yakın arkadaşlarını tasfiye ederken onlara hep bu ajanlık kulpunu taktı ve örgüt tabanının da bu şekilde gözünü boyadı. Öcalan, 1980’de PKK’nın Merkez Komite üyesi ve Urfa bölge sorumlusu Abdullah Kumlu’yu hapsetti. Hapisten kaçan Kumlu, Suriye Gizli Servisi’nin yardımıyla yakalanarak PKK’ya teslim edildi ve öldürüldü. Öcalan bu sıralarda PKK’nın çekirdeğini oluşturan Kürdistan Devrimcileri grubundan Mehmet Uzun, Ali Yaylacık ve Ahmet Ballı’yı da MİT ajanı oldukları gerekçesiyle öldürttü.
İşte Öcalan’ı, PKK Merkez Komitesi üyesi yakın arkadaşları için ölüm tuzakları kurmaya iten psikopat ruh hali bu yıllarda şekillendi, 1979’da Suriye’ye geçti. Gencecik çocukları dağlara sevk eden Öcalan, Ankara’dan ayrıldıktan sonra Diyarbakır ve Urfa’da yalnızca dokuz ay kalabildi, çareyi kaçmakta buldu. Öcalan’ın tasfiye ettiği isimlerden Mehmet Şener, kendisi gibi örgütün önde gelen isimlerinden olan Mustafa Karasu’ya 28 Haziran 1991 günü Zaho’dan gönderdiği mektupta Öcalan’ın bu çelişkisini şöyle anlatıyor:
“Ne yazık ki Karasu, Ortadoğu’nun labirentlerinde siyaset üretiyor diye övündüğümüz Apo, Ortadoğu’nun labirentlerinde can telaşına düşmüş. Bizler ağaçtan ormanı görmeyecek körler olamayız...
Apo bizi kaçmakla suçluyor. Önderimiz, çok tatlı konuşuyor. Bizi savaş siperlerinden alıp tutuklayacak ve her türlü zoru da öngören bir planla, bize ajanlık dayatacaksın ve biz de öyle duracağız, sana boyun eğeceğiz.
Biliyor musun Karasu, sevgili önderimiz diyor ki, ‘Siz Kürdistan dağlarının kıymetini bilmiyorsunuz, insan orada bir ordu saklar, bir ordu kurar.’ Çok doğru söylüyor tabii. Ama şehitlerimize küfredecek kadar saygısızlaşan sevgili önderimiz bir türlü lütfedip dağlarımıza gelip orduyu kurmuyor. Her nedense kardeşini de göndermiyor. Fidel ve Raul Kastro’ların kulakları çınlasın, bizimkiler uzaktan kumandalı çalışmanın rahatlığını keşfetmişler.
Sevgili önderimiz diyor ki, “Benim ülkeye gelmem provokasyon olur, çünkü düşman bütün gücüyle beni yok etmek için size yüklenir.” İnan Karasu, onun ülkeye gelmesini isteyen yok, kendi pisliğini bize bulaştırmasın yeter. Bizi savaştan kaçmakla suçlayanlar, savaşa lütfetsinler. Mao’nun silahı sırtından düşmedi. Fidel en önde savaştı. Ho Şi Minh, Vietnam dağlarını ana karargâhı yaptı, önderlik budur.”
1978’deki toplantıdan sonra 1990’da Bekaa Vadisi’nde ikinci konferansını yapan PKK’nın bu toplantısının genel sekreterliğini Mehmet Şener yaptı. Kongrede PKK’nın demokratikleşmesinden söz eden Merkez Komite üyesi Mehmet Şener, Baran kod adıyla bilinen Cihangir Hazır ile birlikte tutuklandı. Ancak Şener ve Baran, arkadaşları tarafından kurtarıldılar. (Bu isimler daha sonra PKK–Vejin hareketini kurdular). Ancak Mehmet Şener kısa bir süre sonra Kamışlı’da Öcalan’ın emriyle öldürüldü. Şener ve karısı Peşmergelerin arasından alınıp infaz edildiler. Şener’i destekleyen Mustafa Puşa da karısı ile birlikte öldürüldü.
ÖNCE AJANLIKLA SUÇLUYOR SONRA DA ÖLDÜRÜYORDU
PKK’nın üçüncü kongresinde Öcalan’ın bütün yetkilerini aldığı Abdullah Ekinci intihar etti. Kesire Öcalan ve Ali Çetiner örgütten kaçtılar. Üçüncü kongrede 10 militan daha MİT ajanı oldukları gerekçeleriyle öldürüldüler. Öcalan’a kadın temin etmekle yükümlü militan olduğu ileri sürülen (PKK; Emin Demirel, GHMD yayını) Hasan Bindal, Öcalan’ın yakın arkadaşı Şahin Bilgiç tarafından kazaen öldürülünce, Bilgiç’in kaderi de kurşuna dizilmek oldu. Örgütün Botan bölgesi sorumlusu Kör Cemal kod adlı Halil Kaya 1987’de kurşuna dizildi. Öcalan 1991’de Botan’ın yeni bölge sorumlusu Nizamettin Taş’ı üç ay hapsetti. Parmaksız Zeki kodlu Şemdin Sakık, Botan bölgesi sorumlusu oldu. Ancak Şemdin Sakık’ın da daha sonra Apo ile arası açıldı ve örgütten koptu. Sakık çareyi Türk güvenlik birimlerine sığınmakta buldu. Eğer Sakık, Genelkurmay’a bağlı özel kuvvetlerin operasyonuyla Kuzey Irak’tan getirilmeseydi muhakkak ki o da MİT ajanı suçlamasıyla Apo’nun ölüm tuzağına girecekti.
PKK’nın İstanbul ve Marmara Bölge Sorumlusu Osman Tim de, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanırken 1992’de Sağmalcılar Cezaevi’nde boğularak öldürüldü. Gerekçe yine aynıydı, işbirlikçi olmak ve örgüte ihanet etmek. İsmi Susurluk olayları ile de gündeme gelen General Zinnar kod adlı Alaattin Kanat da Öcalan ile yollarını ayırdı ve itirafçı oldu. PKK’nın üst düzey sorumlularından olan Kemal Burkay 1981’de örgütten ayrılırken Atina temsilcisi Avukat Hüseyin Yıldırım da Öcalan’dan ayrıldı. Avukat Yıldırım, Öcalan’ın ölüm tuzağından yaralı olarak kurtuldu.
Bu tablo, yüzlerce kanlı eylemin emrini veren, 30 bin insanın katili, bu sayının çok üstünde PKK militanının da ölümüne sebep olan katliamcı bir kişinin psikopat ruhunu sergiliyor. Mehmet Ali Birand ile yaptığı konuşmada, “Kabaca söylemek gerekirse PKK kadrolarının dörtte biri tasfiye edildi. TC’nin bize verdirdiği kayıplardan daha fazla kayıp verdik.” sözleri de canını kurtarmak için köşe bucak kaçan, kafası hezeyanlarla dolu bir kişiliğin yansımaları.
TAM BİR EGOİST
Bu kirli ruhun ölüm tuzağından kurtulamayan PKK Merkez Komite üyesi Mehmet Şener, Mustafa Karasu’ya gönderdiği mektubunda bu kişinin gerçek yüzünü şöyle sergiledi:
“Bizi dışlamanın ilk adımlarını Apo attı. Dördüncü kongrenin üstünden 20 gün geçmeden ben ve Baran arkadaşın görevleri 25 kişilik Merkez Komite’nin beş üyesinin katılmış olduğu toplantıyla Apo’nun talimatı üzerine donduruldu ve soruşturmaya alındık. İlginç bir tesadüf olup olmadığına sen karar ver Karasu...
Apo’nun planına göre bana bir itiraf yazdırılacak ve bu itirafta ajan olduğumu, ajanlığımın cezaevine girişle başladığını, cezaevinde gizli şahin rolü üstlendiğimi, direnişleri kırdığımı, direnenleri kendi erkimin altına aldığımı, cezaevinde direnişleri liberalizme çektiğimi söyleyeceğim. Dışarıdaki görevimin de Apo’yu temizlemek, tasfiye etmek olduğunu açıklayacağım ve af dileyeceğim. Yüce Apo da insafa gelip beni kazanma adına ya af edecek veya ben mazlumlara ihanet eden birini affetmem kahramanlığı taslayıp bir ajanın işini bitirecek. İş bununla bitmiyor tabii, ben ajanlığı kabul ettikten sonra cezaevindeki tüm kadrolar özeleştiriye çekilecek. Çünkü hepsi ajan Şener’in etkisinde kalmışlar. Tabii, ajan Şener’in en fazla etkisinde kalan da Mustafa Karasu ve Sakine Cansız arkadaşlardır. Bunu her gün Apo vaaz ediyor. Tabii sebepsiz değil, Karasu da Sakine de Apo’nun popülaritesini rahatsız edecek kadar saygın arkadaşlar oldular. Oysa Apo kendi dışında bir kişilik kabul etmiyor.”
30 Haziran 1999/ Fuat Akyol-Zaman
"Şemdin Sakık gibi Kör Cemal gibi Şahin Bilgiç gibi Cemil Işık gibi PKK'da yönetimi ele geçirenler baskılarını ve eylemlerini bölge halkı üzerinde yoğunlaştırdılar. Ben bunlara karşı koydum hatta bu şekilde eylemleri gerçekleştirenlerden bazıları Kör Cemal, Halil Kaya, Cemal Işık, Şahin Baliç gibilerini cezalandırdım. Şemdin Sakık'ı da cezalandıracaktım; ancak tutuklu bulunduğu sırada elimizden kaçtı."
Bu sözler PKK başı Abdullah Öcalan'ın savcılık ifadesinden alındı. Teröristbaşı, geride bıraktığı vahşet dolu kanlı mirastan kendisini soyutlamak amacıyla, özellikle bölge halkına yönelik saldırıların sorumluluğunu, "Avare çete grupları" dediği bu "Eyalet komutanları"na yüklemeye kalkıştı. Öcalan aynı tavrını İmralı duruşmalarında da sürdürdü. 1987'den itibaren doruk noktalara çıkan PKK vahşetinden kendini sıyırmaya kalkıştı. "Aslında ben hep barışçı çizgideydim; ancak PKK'yı Susurluk benzeri çeteler sarmıştı. Bunlara karşı koyamadım." biçiminde sözler kullandı.
Peki gerçekte durum böyle miydi, Şemdin Sakık, Kör Cemal gibi kişiler nasıl eyalet komutanı olabilmişti?
İLK HEDEF: CELAL BUCAK
PKK'nın 1978'de Lice'nin Fis köyünde yapılan kuruluş kongresinin ardından, silahlı mücadeleye başlama kararı dört yıl sonra 1982'de Suriye'nin Ürdün sınırına yakın bir Filistin kampında yapılan ikinci kongrede alındı. (25 kişilik Merkez Komite Fis toplantısında belirlendi. Öcalan, Marksist örgütlenme modeline uygun olarak PKK'nın genel sekreteri yapıldı).
Bu tarihlerde bilinen tek silahlı saldırıları 1979'da Adalet Partisi Şanlıurfa milletvekili Mehmet Celal Bucak'ın evine yapılan baskın oldu. Bu baskında Celal Bucak hafif yaralanırken sekiz yaşındaki oğlu hayatını kaybetti.
1984'te Eruh ve Şemdinli'de askeri birimlere yapılan saldırılar, PKK'nın hiçbir sınır tanımayan silahlı saldırılar yapma kararı aldığı ikinci kongre sonrasında başladı. Bu saldırılarda sivil veya asker fark etmiyordu.
Ancak, 1985 yılı boyunca ve 86 başlarında örgütün silahlı saldırılarında belirgin bir durgunluk yaşandı. Çünkü, sivil hedeflere de yönelen vahşice saldırılar Merkez Komite üyelerinin büyük bölümü tarafından benimsenmiyordu.
TASFİYE HAREKATI
1980’li yılların ortasında katliamcı kişiliği giderek belirginleşen Öcalan, "Savaşmıyorlar." dediği örgütün önde gelen bütün isimlerine yönelik ilginç bir tuzak hazırladı. Avrupa merkezlerinde ve Türkiye'de bulunan bu isimleri, "3. kongre" için Ekim 1986'da Lübnan'daki Helvi kampına çağırdı. (Daha sonra Helvi kampına, 28 Mart 1986'da Şırnak'ın dağlık kesiminde öldürülen PKK Merkez Komitesi Üyesi Mahsun Korkmaz'ın ismi verildi)
PKK'nın Avrupa temsilcilerinden Çetin Güngör gibi bazı isimler, Öcalan'ın bu ani davetinden kuşkuya kapılarak bu kongreye gitmezken aralarında Kesire Öcalan'ın da bulunduğu önde gelen isimler bu tuzağa düştüler ve hapsedildiler. Öcalan, yine Marksist terör örgütlerinin yapısına uygun olarak hapsettiği bu üst düzey yöneticilerden "öz eleştiri" istedi. Günlerce tutuklu kalan bu isimler yüzlerce sayfalık öz eleştirilerini yazdılar. Örneğin Merkez Komite üyelerinden biri tam 930 sayfa öz eleştiri yazarak, "Ben bir siyasi fahişeyim." dedi. (Bu tabiri daha sonra Binbaşı Ahmet Cem Ersever, Kuzey Iraklı Kürt liderlerden Celal Talabani için kullandı).
İlginçtir, Abdullah Öcalan'ın karısı Kesire Öcalan da 300 sayfaya ulaşan bir öz eleştirisini yazdı. Ancak, bu öz eleştirisinde bazı hatalarını kabul etmekle birlikte Teröristbaşı'nın karşısında en başı dik duran da o oldu.
Sonuçta Öcalan bütün bu önde gelen isimlerin "rütbelerini" söktü, diğer anlamıyla bunları tasfiye etti. Bu isimlerin yerine ise daha sonra büyük katliamlar gerçekleştirecek olan Halil Kaya, Şah İsmail Al, Şemdin Sakık, Nizamettin Taş, Halil Ataç, Haydar Altun, Şahin Balıç, Cemil Işık, Şehmus Yiğit, Müslüm Durgun ve Cihangir Hazar gibi isimleri getirdi. Bunları "eyalet komutanı" yaptı. Aslında, PKK'nın en başta bölge halkına zarar veren vahşet düzeyindeki katliamları işte bu "eyalet komutanları"nın dönemiyle başladı.
Öcalan, 3. kongredeki konuşmasında, "En kısa zamanda asker sayımızı 10 binden 50 bine çıkaracağız." dedi. Örgütün terör eylemlerini yürütecek silahlı güçlerini oluşturan Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu anlamına gelen ARGK bu kongrede kuruldu.
Rütbeleri sökülenler de yine örgütün iç işleyişine uygun olarak örneğin "er" statüsüne indirilip yeni atanan bir "komutan"ın yanında göreve gönderildiler. Kesire Öcalan da böyle bir görev için Avrupa'ya gönderildi; ama gidiş o gidiş oldu. Kesire, bu tarihten sonra PKK'nın "ölüm listesi"nin en başında yer aldı. (Kesire Öcalan, PKK'nın eski Avrupa sorumlusu Hüseyin Yıldırım ve Merkez Komite eski üyesi Mehmet Cahit Şener, örgütten kopmalarından sonra Vejin (Diriliş) örgütünü kurdular).
PALME SUİKASTİ
PKK'nın Avrupa temsilcilerinden Çetin Güngör, Öcalan'ın tuzağına düşmeyen isimlerden biriydi. 3. Kongre'ye katılmak üzere Bekaa Vadisi'ne gitmedi. Ama Öcalan'ın onu affetmesi mümkün değildi. İsveç'te bulunduğu sırada bir sinema salonunda kafasına sıkılan kurşunlarla öldürüldü.
İsveç'te daha çok Kemal Burkay yönetimindeki ılımlı sayılabilecek Kürt gruplar üslenmişti. O tarihe kadar PKK yandaşları da rahatlıkla bu ülkede kalabiliyordu. Ancak Çetin Güngör cinayeti ve onu izleyen bazı şiddet hareketleri İsveç Başbakanı Olof Palme'nin dikkatini çekmeye başladı.
Palme, İsveç güvenlik birimlerine talimat vererek, Kemal Burkay ile bağlantılı olan Kürt gruplar dışındakilere sert tavır gösterilmesini istedi. İsveç polisi Kemal Burkay ile de bağlantı kurarak, PKK yandaşlarına karşı sert önlemler aldı. Bir kısmını tutukladı, bir kısmını da sınır dışı etti.
Palme bu talimatıyla Öcalan'ın ölüm listesine de girmiş oldu. 28 Şubat 1986 günü eşiyle birlikte sinemaya gitmişti. Sinema çıkışında evine doğru yürürken bir PKK militanının kurşununa hedef oldu.
Palme suikastının ardından yalnızca İsveç polisi değil, Türk güvenlik birimleri de araştırma yaptı. O tarihlerde Avrupa'dan Bekaa Vadisi'ne gelen "Faruk" ismindeki PKK elemanı için Öcalan görkemli bir karşılama yapmıştı. Belli ki, iyi bir iş başarmıştı. Birçok örgüt mensubunun ifadesinden sonra bu esrarengiz Faruk'un eşkali ile İsveç polisinin elindeki bulgular örtüşüyordu. Bu sebeple Türkiye elde ettiği bu bilgileri İsveç'e iletti. Ancak İsveç polisi başta olmak üzere hiç kimse bir daha bu militanın izine rastlayamadı.
Öcalan, muhtemelen yine aynı yöntemi denemişti. 1979'da kendisine rehberlik yapıp Suriye'ye oradan da Lübnan'a geçiren Ethem Akçan'ı bir bahaneyle ortadan kaldırttığı gibi, Palme suikastçısı Faruk'un da görevini yapmasından sonra yaşamaması gerekiyordu. Türk ya da İsveç polisinin eline geçmesi halinde, bu PKK için hiç de iyi olmayacaktı.
Öcalan, İmralı duruşmalarının ikinci gününde, hakimlerin Palme suikastı ile ilgili sorularına şu cevabı verdi: "Avrupa'da PKK provokatif bir biçimde şiddet eylemlerine karıştırıldı. Olof Palme olayında da bunun etkisi vardır. O dönemde PKK'nın Avrupa temsilcisi Ali Çetiner'dir. Kendisi İsveç polisi tarafından yakalandı. İsveç ve Alman polisi ile birlikte çalıştığı kanısındayım. Yayın organlarında 'PKK üyesiyim' diyerek bu konuda yazılar yazan Olof Palme'yi eleştiren Hüseyin Yıldırım'dır. Kendisi dış ilişkiler sorumlusuydu. Olof Palme'yi tehdit ediyor, 'Başına gelecekleri görürsün.' şeklinde sözler sarf ediyordu. Bunlar bana rağmen yaşanan çelişkilerdir. Böyle bir emri ben vermişsem yayınlanmasını istedim: Ancak herhangi bir yayınlanma olmadı. Bu bakımdan, benim herhangi bir ilgim yoktur. Örgütten ayrılan PKK Vejin örgütü mensupları bu cinayeti işlemiş olabilir. Vejin örgütü benden ayrılan Kesire Öcalan, Hüseyin Yıldırım ve yakınlarının oluşturduğu bir örgüttür. Bunların geliştirmek istediği bir gruptur. Daha çok yurt dışında faaliyette bulunuyorlar. Bazıları da Kuzey Irak'ta faaliyet göstermiş olabilir..."
Oysa Öcalan'ın ölüm emrinden kaçan Kesire Öcalan ve PKK'nın eski Atina temsilcilerinden Avukat Hüseyin Yıldırım gibi isimlerin Olof Palme'yi öldürmeleri için bir sebep bulunmuyordu. Çünkü bu isimler İsveç'i bir sığınak olarak kullanıyorlardı.
&
Savunmasız Ülkenin parçalanması haktır. Sen savunursan eğer parçalanmayacaktır.