11 Kasım 2009 Çarşamba



AĞA TAKILAN KAÇKAR BALIĞI DEŞİFRE OLDU
"MEHMET ALİ ÖNEL"

Deşifre Programından tanıdığımız Mehmet Ali Önel 17.9.2009 tarihinde bir yazı yazıyor. Bu yazısı Türk Yahudilerinin gazetesi Şalom’un “Ağa takılanlar” bölümünde ağa takılıyor. Yani tam bir balık gibi. İsrail politikalarını şirin göstermeye çalışan bu gazetenin ağına 4 tip balık takılıyor.

1.Saf balıklar.

2.Gönüllü balıklar

3.İsrail politikalarının yanlışlığını anlatayım derken komik duruma düşen balılar.

4.Sazanlar.

Yazıyı okuyorum.

Yazının içerisinde bu dördünden hangisi olduğunu merak ediyorum.

Konu “Kaçkar dağının zirvesinde İsrailli araştırmacılar ne arıyor?” gibi çok önemli bir konu. Yazının girişinde harika bir gezi yazısı ve sabırsızlıkla sadede gelmesini bekliyoruz. Lakin bir Türk olarak; değil bu dağlara tırmanmak otobüse binecek bilet, zaruri ihtiyaçları karşılayacak yeterli parayı kazanmakta zorlanıyoruz. M.Ali’yi AKP’nin 7 yıllık yönetimi etkilememiş ya da ferdi olayları deşifre edeyim derken kafasını kaldırıp halkın genelinin düştüğü ekonomik buhranı görememiş. Ve böyle bir konu hakkında yazı yazarken yeterli araştırmada yapmamış.

Konuyu:

*Endemik bitki hırsızlığı için geldiklerine,

*Kaçkarların Avrupa’nın Alp’leri gibi olduğu için geldiklerine,

*Yörede kurulan tesislerin ucuz olduğu için geldiklerine,

*Türk halkının bu bitki ve hayvanları koruyamadığına,

*Soylarının tükenmekteyse İsrailliler tarafından çalınmasının daha yararlı olacağına bağlamış ve utanmadan “Bunu söylemek hiç hoşuma gitmiyor ama galiba İsrailliler bu güzellikleri bizden daha fazla hak ediyor. Bize ait saklı hazineleri bu kadar zahmete katlanıp alıp götürmeleri de beni artık çok kızdırmıyor.” adice bir cümle kura bilmiş.

Şu ana kadar 4 balık tipine de uyuyor; sazanlığıysa ispatlandı. Ama dahası var.

M.Ali farkında olmadan olsa gerek bir tespit daha yapmış: Yazının içerisinde gelen İsraillilerin içinde askerler olduğunu tespit etmiş. Benim Kaçkarlara gidemeden bildiğim ve kaygılandığım gerçekleri de Çılgın Deşifreci ya saklamış ya da bir halttan haberi yok. Bilakis o yörenin halkı arkadaşlarımdan öğrendiğim; gelenlerin çoğu asker ve böyle M.Ali’nin dediği gibi halkla haşır neşir falan değil.Yöre halkından zorunlu ihtiyaçlarını karşılıyor mümkün olan en az parayı bırakıyor ve kesinlikle hiçbir iletişime geçmiyorlar.Yöre halkı da bunların gelişinden memnun değil ve ciddi anlamda kaygılı.Ama Karadenizin bu güzel insanları “İsrailliler ne halt yerse yesin biz hallederiz” diyebilecek kadar cesur ve güven dolu.Bunlar neden saklanıyor. “Endemik bitki hırsızlığı” köylü vatandaşımızın aklına gelecek kadar basit bir görüş. Sonra yazıda geçen bir çelişki, Yöre halkının bir sözü “sen gazetecisin bunları yazarsın” türü bir cümle var. Yani yazar İsraillileri kaçırırsın babında. Yok, artık kaçırmazsın, aksine Türk halkına afyonu basmışsın. Bir iki işine gelen mekân sahibi muhakkak çıkacaktır.

Bu cümleyi kullanacak kadar rezilleşirken hiç mi okumasın be mübarek “Pozantı Kamışlı bölgesi” de de aynı olayların olduğunu. Halkın devletin resmi makamlarına şikâyette bulunduğunu ve bu makamlarca üstü kapalı tehdit edildiğini.

Netice:

Sen sadece ağa takılan sazan değilsin.3.balık türü de olmadığın kesin, artık gerisi bize kalmış. Gözümüzdeki durumun ileride daha netleşeceği kesin. İzleyeceğiz ve göreceğiz.

Ama şimdilik.

Bu adi cümleyi kullana bildiğin için; seni şiddetle kınıyor ve protesto ediyorum.

Bu da kullandığın bu cümlene vereceğim en sert cevabım olsun:


“ Gidemesekte, göremesekte, çerinle, çöpünle bu dağlar bizim ve bizim güvencemizde. Senin gibi İsrail’e verecek kadar da sevmiyoruz; Allahın balığı.”


Levent Kalem

11.11.2009

Konuyla ilgili:


KAÇKAR BALIĞI MEHMET ALİ ÖNEL’İN YAZISI AŞAĞIDA:

KAÇKAR DAĞINDA İSRAİLLİ

ARAŞTIRMACILAR NE ARIYOR?

Biliyorum soru biraz kışkırtıcı. Haliyle hemen cevabı yazmamı bekliyorsunuz, ama biraz müsade istiyorum. İzninizle önce gezi notlarımı ve gözlemlerimi aktarmaya çalışacağım. Çünkü elimizdeki bu büyük hazinenin yeterince kıymetini bilemediğimizi farkettim.

Karadeniz kıyı şeridini, yöredeki muhteşem yaylaları, Uzungöl’ü, Sümela’yı daha önce gezmiştim. Ama aklım Karadeniz’in zirvesinde, Kaçkar dağlarındaydı. Bazı internet sitelerinde gördüğüm dağcıların çektiği resimler beni adeta çarpmıştı. Bölgeye has rengârenk çiçekleri, zümrüt ormanını, buz gibi akan dereleri, bulutlara gömülmüş dağları az çok tahmin edebiliyordum. Ne de olsa yöre çocuğuyum, bu güzelliklere aşınaydım. Ama zirvenin tadı bir başka olmalıydı. Bu yaz karar vermiştim, kısmetse Kaçkar dağına çıkacaktım. Daha önce hiç dağcılık deneyimim olmamıştı, ilk iş Kadıköy’deki bir outdoor mağazasından gerekli ekipmanları temin etmek oldu. Sonra ver elinin karadeniz.

Siz bakmayın karadeniz sahil yolunu eleştirenlere. Belli ki onlar daha önce bu yolların eski halini hiç görmemişler. Eskiden karadeniz sahilinde araba kullanmak, kazasız belasız yolu tamamlamak ne kadar zordu, bilenler bilir. Yapanların, sebep olanların eline sağlık.

İlk durağım Giresun’un Gümbet yaylası oluyor. Yayla merkezindeki çirkin beton yapılaşma ve kalabalık can sıkıcı, ama bu siz çirkinliğe katlanmak zorunda değilsiniz. Gümbet’in asıl güzelliği dağlarında, tepelerinde. Bu yaylada manzara gerçekten muhteşem. Avrupalıların dillerinden düşmeyen Alp dağları varsa, bizim de Karadeniz’imiz var diyorum.

İkinci durağım Rize’nin ünlü Ayder yaylası oluyor. Ayder yaylasında yöresel ahşap mimariyle bezenmiş taş ve ahşap binalar ağırlıklı, ama arada göze batan kötü binalar da yok değil. Ayder’in adı yayla ama yaylacılıkla pek ilgisi kalmamış, bu şirin vadi bölgenin turizm merkezi olmuş adeta. İrili ufaklı konaklama tesisleri, yöresel lezzetler sunan lokantalar, restoranlar dolu. Ayder’in doğal güzellikleri ise anlatmakla bitmez. Vadiyi saran sık ormanın huzur veren sessizliği, dağlardan süzülüp gelen buz gibi kar suları, rengarenk çiçekleri Ayder yaylasını vazgeçilmez kılıyor.

Ama asıl güzellikler Ayder’den sonra, Kaçkar dağına doğru uzanan yöre ağzıyla Furtuna ( Fırtına ) vadisinin yüksek irtifalarında başlıyor. Kaçkar dağına doğru çıkmak için bir çok güzergah var ama ben Yukarı Kovron yaylasına çıkmayı tercih ediyorum. Kavron’a arazi aracıyla bile çıkmak çok zor, eğer sırt çantanız çok ağır değilse yürümek daha mantıklı. Zira ben aracımla 18 km’lik yolu iki saatte ancak katedebildim, ama olsun fazlasıyla değdi. Kavron yaylası Kaçkar dağının Kuzey yamacındaki son yerleşim yeri. Dağcılar Kaçkar’ın zirvesine çıkmadan önce burada konaklıyor. Zaten dağcıların dışında diğer turistler buralara kadar pek gelmiyor, Ayder’den geri dönüyor.

Kavron’da geleneksel yaylacılık hala devam ediyor. Çamlıhemşin’in köylerinden gelen yaylacılar, yazın en sıcak günlerini bu muhteşem doğa cennetinde geçiriyor. Meşakkatli ama tarifsiz güzelliklerle süslü bu coğrafya insanda tuhaf hisler uyandırıyor. 50-60 hanelik taş evlerden oluşan Kavron’da sanki zaman durmuş. Göze batan bir arazi aracını ve elektirik direklerini de yok sayarsan, belki bin yıl önce de burada hayat aynen böyleydi diye düşünüyor insan. Temmuz ayında bile akşamları hava 10 dereceye kadar düştüğünden bacası tüten evler, vadiyi saran ineklerden, koyunlardan gelen müzikal çıngırak sesleri, cıvıl cıvıl kuşlar ve arkada duran 3937 metre yüksekliğindeki devasa Kaçkar dağı. Büyük şehirlerde medeniyetin insanı kuşatan ilkelliğinden, biribirini yemek üzere olan kalabalık güruhlardan, kafa ütüleyen her türlü gürültüden çok uzaklarda, bambaşka bir dünya var Kaçkar’ın eteklerinde. Her türlü kötülükten uzak ve bu eşsiz güzellikleri yaratan “Ulu Mimar”a yakın bir dünya.

Derken akşam oluyor, Kaçkar’ın zirvesine çıkan dağcılar, arkalarında sırt çantaları yorgun argın gruplar halinde dönüyorlar Kavron’a. Uzaktan gelenlere bakıyorum pek Türk insanına benzemiyorlar. Hemen soruyorum yaylada turizimcilik yapan işletmecilere; kim bu adamlar, nerden geldiler diye. İsrailli dağcılar, onlar bizim velinimetimiz diye cevap veriyorlar. Ve acı gerçekleri öğrenme vatki geliyor nihayet.

Meğer bizim Kaçkar dağlarını İsrailli araştırmacılar sarmış. O gün dağın zirvesine çıkan 50 dağcının en az 40’ının İsrailli olduğunu öğreniyorum. Neden özellikle İsrailliler diye soruyorum, sen gazetecisin şimdi haber yaparsın, ama sakın yapma bizi de ekmeğimizden etme diyorlar. Merakım daha da artıyor. Ağızlarından güçlükle laf alıyorum. Bu turistlerin amacı dağcılık değil, bu yöreye özel endemik bitki ve canlıları alıp kendi ülkelerine götürmekmiş. Gerçekten de Kaçkar dağları flora ve fauna bakımından dünyanın en zengin bölgelerinden biri olarak biliniyor. Kaçkar dağının eteklerindeki çiçekler, kuşlar, yılanlar, kelebekler ve daha bir çok bitki ve canlı türünün bir çoğu sadece o yöreye has, sadece oralarda yetişiyor, yani endemik. Başka bir deyişle özenle korunması gereken saklı hazine.

Ama hey hat, kimin umurunda. İsrailli araştırmacılar dağcı kılığında gelip istedikleri canlıyı bitkiyi alıp babalarını malı gibi ülkelerine götürebiliyor. Peki bunu neden yapıyorlar acaba diye düşünebilirsiniz. Yanıtı gayet basit bu bitki ve canlıları, aynı klimatik şartları sağlayıp labaratuvar ortamında kendi ülkelerinde üretiyorlarmış. Ve kimbilir bu yolla elde ettikleri hazineler üzerinde hangi araştırmalar yapıyor, hangi hastalıklara çare arıyorlar. Biz de baka kalıyoruz giden trenin ardından.

Duyduklarımdan sonra keyfim kaçıyor doğal olarak, gazeteci merakıyla konuyu derinleştirmeye, başka köylülerden daha fazla bilgi almaya çalışıyorum. Herkes aynı şeyi söylüyor, bunlar buralarda ne varsa alıp götürüyor ama ekmek parası kazandığımız için sesimizi çıkaramıyoruz diyorlar.

Hemen kaldığım pansiyondaki İsraillilerle konuşuyorum, bu kadar zahmet niye, neden özellikle İsrailli turistler Kaçkar dağını bu kadar çok seviyor diye soruyorum. Hemen hepsi ağız birliği etmişçesine aynı yanıtları veriyor. Ülkenizin doğal güzellikleri çok fazla, İsrailde böyle çağlayan dereler, ormanlar, çiçekler yok, üstelik tatil maliyeti de çok düşük, o yüzden buradayız diyorlar özetle. Mesleklerini soruyorum, aralarında asker olan da var, mühendis de biyolog da. Buradan bitki ve canlı götürdüğünüz söyleniyor diyorum, hepsi birden yanıt veriyor, yalan, iftira diyorlar. Biz bunu neden yapalım, bu mümkün değil diyorlar.

Tatlil keyfime limon sıkan bu bilgilerden sonra iyice keyfim kaçıyor ama Kaçkar’ın zirvesini görmeden gitmeye niyetim yok. Dağcılardan detaylı bilgi alıyorum, Meğer zirvede çok kar varmış, krampon çekiç gibi özel malzemeler olmadan çıkamazsınız diyorlar zirveye. Eğer profesyonel dağcı değilseniz işiniz zor, siz şimdi gidin bir ay sonra gelin o zamana karlar erir diyorlar. Bir başka alternatif de dağa arka yüzünden, yani güney yamacından çıkmak, orada şimdi kar yoktur diyorlar.

Sabah saat beş gibi yola koyuluyorum, yeni rotam; Ovit dağı üzerinden İspir’e, oradan da Artvin’in Yusufeli ilçesine geçmek. Yaklaşık 6 saat sonra Yusufeli’ndeyim. Bir gece dinlenip ertesi sabah Barhal çayını takiben, Yaylalar köyüne oradan da arabanın gidebileceği son durak olan Olgunlar yaylasına çıkıyorum. Yol boyu manzara muhteşem, Yusufeli’nin içinden çağlayarak akan Çoruh nehrinin en önemli kollarından biri olan Barhal çayının çıkış noktasına doğru ilerliyorum. Önümde yine tüm heybetiyle Kaçkar dağı var. Çileli ama bir okadar da güzel ve macera dolu bir yolculuğun ardından nihayet Olgunlar yaylasındayım. Olgunlar yaylası da tıpkı Kavron gibi tarifi imkansız güzelliklerle dolu. Yaylada iki ayrı konaklama tesisi var. Tesisin boşluğu dikkatimi çekiyor, soruyorum neden kimse yok diye. Olmaz olur mu, tesisimiz nerdeyse dolu, bu gece İsrailli turistleri bekliyoruz diyorlar. Kısa bir sohbetin ardından anlıyorum ki dağın Yusufeli tarafında da baş konuklar yine İsrailliler. Aynı icraatlarını burada da yapıyorlamış. Dağda bulunan ne kadar endemik bitki ve canlı varsa alıp götürüyorlarmış ülkelerine.

Nitekim çok geçmeden bir minibüs ve dokuz cip dolusu dağcı geliyor yaylaya. Bir kısmı benim kaldığım otele diğerleri de bir başka otele yerleşiyor. İsraillilerle konuşmak daha fazla bilgi almak istiyorum ama zaman sınırlı. Yemek sırasında bir kaçıyla karşılaşıyorum ve aynı soruyu onlara da soruyorum, neden özellikle burayı tercih diyorsunuz diye; yanıtları hep aynı fıyatlar uygun, dağ güzel diyorlar özetle.

Ertesi sabah zor bir yolculuk beni bekliyor. Odama çıkıp duş aldıktan sonra dinlenmeye çekliyorum. Ve sabahın alaca karanlığında dağcıların bıraktığı işaretleri takip ederek zirve yolculuğuna başlıyorum. Yaklaşık dört saat sonra ilk durağım Dilberdüzü adlı kamp yeri oluyor. Burası dağcıların zirveden önceki son kampyeri. En az 50 kadar çadır var kamp yerinde. Zirveyle ilgili en doğru bilgileri de buradaki dağcılardan alıyorum. Ne yazık ki yine aynı cevabı alıyorum, krampon, çekiç olmadan çıkamazsın diyorlar zirveye. Ama Denizgölü’ne kadar çıkabilirsin, ha zirve ha Denizgölü aynı sayılır diyorlar. Zirve 3937 metre, Denizgöl’ü ise 3400 metrede bulunuyormuş.

Zaman kaybetmeden yola koyuluyorum ve toplam 8 saatlik bir tırmanıştan sonra Kaçkar zirvesinin hemen altındaki krater gölü olan, yılın her mevsimi buzlarla kaplı Denizgölü’ne çıkıyorum. Yol boyu gözüme farklı gelen hemen her çiçeğin fotoğrafını çekiyorum. Küresel ısınmanın etkisiyle Kaçkar buzullarının hızla eridiğini okumuştum. Doğruymuş malesef, eskilerin anlatımına göre gölün üzerindeki buz hiç çözülmeden üzerine yeni kar yağarmış. Ama benim gördüğüm manzara daha farklıydı. Gölün üzerindeki buzul parça parça erimeye başlamış. Kimbilir belki bir süre sonra iklim tamamen değişecek, bu endemik çiçekler de, buzullar da sadece fotoğraf karelerinde kalacak.

Artık bulutlara komşu dağlarda, karların üzerinde yürüyorum. Zirveye elimi uzatsam değecek gibi görünüyor, ama gerçek öyle değil. Yolun bundan sonrası çok daha dik ve yamaçlardaki karlara ekipman olmadan tırmanmak çok tehlikeli. Bir kayarsan parçanı bile bulamayız diye uyarmıştı dağcılar. Bu arada tırmanış boyunca karşılaştığım en az 20 dağcının 15-16 sının yine Israilli olduğunu söylemem lazım.

Ama artık bunu çok da yadsımıyorum. Bizim insanımız sıcak yatağında yan gelip yatarken, elin adamı her ne amaçla olursa olsun kalkıp bunca zahmete katlanıyor, buralara kadar geliyor. Sırtındaki 15 kiloluk çantayla saatler boyu uğraşıp Kaçkar’ın zirvesine tırmanıyor.

Bunu söylemek hiç hoşuma gitmiyor ama galiba İsrailliler bu güzellikleri bizden daha fazla hakediyor. Bize ait saklı hazineleri bu kadar zahmete katlanıp alıp götürmeleri de beni artık çok kızdırmıyor. Beni asıl kızdıran onların bunu yapması değil, bizim hiç bir şey yapmayışımız oluyor. Üniveristelerde çalışan araştırmacıları, çokça anıyorum Kaçkarın buzullarında.

Biz uyurken birileri ülkemizi karış karış gezerek saklı hazinelerimizi bilim literatürüne kazandirıyor. Ama altına haliyle Türk değil, İsrail imzası atıyor.

MEHMET ALİ ÖNEL

Email:desifre@desifrehaber.com-17.09.2009

"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."
İSRAİL’LE SORUN YAŞIYORMUŞUZ.

BUNA ÇOCUKLAR GÜLER




TÜRKIYE’NIN TEL AVIV YENI BÜYÜKELÇISI

AHMET OĞUZ ÇELIKKOL:

ANKARA ORTADOĞU’DA BARIŞ İSTİYOR”


Türkiye’nin Tel Aviv yeni Büyükelçisi Ahmet Oğuz Çelikkol’un Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle düzenlediği resepsiyona İsrail Sanayi ve Ticaret Bakanı Binyamin Ben-Eliezer ile Devlet Bakanı Avişay Braverman hazır bulundu.

BU YIL ŞİMON PERES KATILMADI

Yeni Büyükelçi Çelikkol’un düzenlediği Cumhuriyet Resepsiyonu’na geçen yıl olduğu gibi devletin daha üst düzey isimlerinin katılmamış olması, iki ülke arasındaki gerginliğin sonucu olarak değerlendirildi. Davete, iki İsrailli bakanın yanı sıra İsrail Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Yosi Gal, Savunma Bakanlığı Müsteşarı Amos Gilad, bazı komutanlarla İsrail’deki Türkiyeliler Birliği’nin üye ve temsilcileri katıldı.

“AMACIM MEDYAYI YAKINLAŞTIRMAK”

Resepsiyon öncesinde Bar-İlan Üniversitesi’nde konuşma yapan Büyükelçi Çelikkol, “Buraya yeni geldim, görevde daha yeniyim ama bölge politikası, Türkiye-İsrail ilişkileri bildiğim konular” derken, özellikle iki ülke arasındaki medya ve üniversitelerin yakın temas içinde olabilmesi için çalışacağını çünkü bu yolla iki toplumun birbirlerini daha iyi anlayabileceklerine inandığını dile getirdi.

Çelikkol, basına verdiği bir demeçte Ankara’nın Ortadoğu’da barış istediğini ve İsrail ile komşuları arasında bir köprü olmayı arzuladıklarını belirtti. 04 Kasım 2009