31 Ekim 2009 Cumartesi


UYUYAN GÜZELLER; UYUYAN KÖPEKLER UYANDI BE ANAM
Bu akşam Ulusal Kanal’da Aydınlık Dergisinin bu sayısında 3. ses kaydının yayınlandığını duydum. Aydın Doğan’ın ipinin çekildiğinden bahsedicek muhtemelen. Henüz okumadım ama ilk fırsatta alıp okuyacağım. Talat-Erdoğan telefon konuşması ve Sayın DENKTAŞ’ı bitirme planları yayınlanmış fakat böyle önemli bir konuşmayı yandaş medya haber bile yapmamıştı. Fakat Ergenekon davasında milletin belden aşağı muhabbet kayıtlarını bile çarşaf şarşaf yayınladılar. Ama Kıbrıs’ın Kurucu Lideri Denktaş’ın bitirilmesi görüşmesi aynı basında hiç etki yaratmadı. Ve akabinde derhal İP büroları basıldı, başka kayıtlar arandı. Aklıma gelen şuydu: IP’nin bu ilk başarası değildi. Gerek kitapları, dergileriyle bir partiden çok ulusalcı bir medya görüntüsü çiziyor ve ABD ve Ab konularında bir partiden daha fazla halkını aydınlatıyordu. İnterneti tararken Karen Fogg’un e-postalarını deşifre eden kişi ile yapılan röportaja rastladım. Ben kafamdaki sorunun cevabını buldum. Buyurun okuyun ve nedenini sizde görün.

Saygılarımla.

Levent kalem

31/10/2009

Ama önce:

7000 E-POSTADAN SADECE BİR KAÇINI “UYUYAN KÖPEKLER” İÇİN BURAYA ALIYORUM:

(“Uyuyan köpek” biz oluyoruz dostlar.Böyle hitap ediyor bize şekerim Fogg.Yani Atatürkçü,Ulusalcı,Milliyetçilere.”Uyuyan güzelleride” liboş,fethoş,kürdoş,gö..toşlara diyor.Ben demiyorum.Ben uyuyan köpek olmayı tercih ederim)

Mehmet Ali Birand, Bayan Fogg `a yazıyor:

“Bizim şov`u 14`ünde yapalım Ve ML 15`inde Ankara `da. Eğer sen konuşmak istemezsen, o kabul ederse, ML ile ayarlayabilirim. .”

Bayan Fogg `dan Mehmet Ali Birand `a:

“Seni anlamıyorum şekerim. Landubru gelmiyor.

Sen her ikimizin de Türkiye `nin egosunu okşamak için bizim şeyimizi daha salı gününden yapmamızı istiyorsun...”

Mehmet Ali Birand `dan Bayan Karen Fogg `a:
“Sevgili Karen Verheugen `in şubatta kentte olacağını öğrendim. Evimde yüksek düzeyde, ya da en üst düzeyde gazetecilerle özel toplantıyı yeniden öneriyorum. Ne diyorsun? Sevgiler.”

Bayan Fogg `dan Mehmet Ali Birand `a:
“Sana ve (karısı) Cemre `ye mutlu yıllar. GV şubatta burada olacak. Kuşkusuz,

Planlandığı gibi medyadaki ağır toplarla Kıbrıs konusunda sizinle kalmasını isterim.”


Cengiz Çandar `dan Bayan Fogg `a:

“Senin bir önerini nasıl geri çevirebilirim?.. Sizin (derginizin) sayfalarınızdan geçmiş olanların oluşturduğu kuyrukta en sonda oluşum şaşırtıcı...”

Bayan Fogg `dan Cengiz Çandar `a:
“Sevgili Cengiz, bizim aylık haber bültenimizi biliyorsun.

Birinci sayfada katışıksız Türk görüşünün dışında bir şeyler yazan, her ay başka bir Türk köşe yazarının makalesi var. Nitekim Şahin Alpay , Lale S., Cüneyt C., Emine Y ., Ferai T., Mehmet Ali B ., Samy C., Semih İ., Zeynep G ., Mithat M., Mim Kemal bu yoldan geçtiler. Şimdi senin sıran. Nisanda bizim konuk köşe yazarımız olur musun? Ödeme mümkün. Bize makbuz gönder.”

Mesajlar ve karşılıklı yazışmalar bitmiyor. Karen Fogg , bu kez Sami Kohen , Ferai Tınç , Emine U., Şahin Alpay , Mehmet Altan , Cengiz Çandar , Mehmet Ali Birand ve Cüneyt Ülsever `e ortak mesaj atıyor:

“Herkese merhaba. Verheugen iptal ettiği için üzgünüm. Basın temasları için zamanı olmayacak. Ben İstanbul `da olacağım. İsterseniz pazar günü gayri resmi bir akşam yemeği için bir yerde buluşmaktan memnun olacağım. 7 30`da Kumkapı `da Kör Agop `a ne dersiniz?..”

Bayan Fogg bu kez Metin Münir `e yazıyor:
“ÇOK GİZLİ . Sana çok gizli olarak PP ile bir şey göndereceğim.

Seninle, ya da işaret edeceğin (önereceğin) biriyle konuşmak istiyorum. Yeni ihale yasası ve Kıbrıs hakkında.”

Şahin Alpay `dan Karen Fogg `a:
“Sevgili Karen , Yakında İstanbul `a geliyor musun? Bahçeşehir `deki (üniversitede) dekanım Eser Karakaş (çok saygı duyulan bir liberaldir, geçen yıl yaptığımız ziyarette kendisiyle kısaca görüşmüştünüz) bir akşam veya öğle yemeğinde seni ağırlamayı çok istiyor, seninle konuşmaya fena halde ihtiyacı olduğunu söylüyor...”

Bayan Fogg , gazeteci Şahin Alpay `a biraz ``şifreli`` yazıyor:
“Mini paket, İstanbul `daki “uyuyan güzelleri” harekete geçmek için kışkırtabilecek kadar korkunç mu? Yoksa ayaklanma korkusu H. Özkan `ın bazı uslu AK, DSP ve ANAP `lılarla tezgahladığı bir parça kontrollu protestoyla TBMM `de 312. maddenin iyileştirilmesiyle devrimi başlatacak kadar büyük mü?”

İşte röportaj:

KAREN FOGG'UN E-MAİLLERİNİ ORTAYA ÇIKARAN HACKER İLE KONUŞTUK
Olay hafızalarda hala canlı. İşçi Partisi genel başkanı Doğu Perinçek, 7 Şubat 2002 günü düzenlediği basın toplantısında, Madam Fogg'un e-postalarını ele geçirdiklerini açıkladı. Peşpeşe düzenlediği toplantılarda ortaya çıkan tablo şuydu: Madam Fogg, ele geçirilen yedi bin küsur e-postanın muhteviyatından anlaşıldığına göre, temsilcilik görevinin hudutlarını çok aşmış; Türkiye'de fiilen bir beşinci kol hareketi örgütlemeye girişmiş; bu bağlamda gazeteciler, akademisyenler, sivil toplum örgütleri ve kimi bürokratlarla bir 'şebeke' teşkil etmiş. Büyük bütçelerle oluşturulan gruplar Brüksel'e bağlanmışlar.

Madam Fogg ülkeyi terk etmeye mecbur kaldı.

E-postaların muhteviyatı bir yana, kim tarafından ve nasıl ele geçirildiği de tartışılan konular arasındaydı. Rivayet muhtelifti. Mit, Jitem, Emniyet, Ordu veya genel olarak 'derin devlet' diyenler çoğunluktaydı. Dile getirilen bir diğer ihtimale göre, bu işin arkasında AB içinde Türkiye'nin üyeliğini istemeyenler bulunuyordu. Üçüncü ihtimal ise bunun bir bilgisayar korsanlığı (hacking) olayı olduğuydu. 'Perinçek'in Teknik Ekibi' diye dalgasını geçenler de vardı bu ihtimalle.

Karen Fogg'un e-postalarını ele geçiren ve İşçi Partisine ileten bilgisayar korsanıyla, Ahmet Mehmet’le konuştuk.

********

Kendinizi bir 'hacker' olarak tanımlar mısınız?

Fiilen öyleyim aslında. Ama, bir ‘hacker’ın teorik müktesebatına sahip olduğumu söyleyemem. Bilgisayar konusundaki bilgim, sıradan kullanıcının üzerinde...

-Karen Fogg’un bilgisayarına girip yazışmalarını ele geçirdiniz ve bunu , ‘uzman’lığınız olmadan yaptığınızı söylüyorsunuz? Nasıl oluyor bu?

İki imkânımı değerlendirdim, diyebilirim. Birincisi ‘cüret’. Bu çeşit bir iş her şeyden evvel cüret gerektiriyor. İkincisi ise bir iki ecnebi lisandan anlamak. Böylece hem internette bilgisayar güvenliğiyle ilgili gelişmeleri ve dokümanları takip edebiliyordum, hem de nüfuz ettiğim sistemde karşıma çıkan birkaç dilde yazılmış evrakın manasını sökebiliyordum.

-İnternette sörf yaparak ve biraz yabancı dil bilerek, insan bir Büyükelçiliğin bilgisayar sistemine sızabiliyor mu?
Haklısınız. Biraz tuhaf. Belki şu sizi tatmin eder. Türkiye’deki Avrupa Temsilciliğinin bilgisayar sistemi çok özel koruma duvarları arkasında değildi. Niye böyleydi derseniz; sadece aptallıktan değil, derim. Asıl neden pervasızlıktı bana göre. Temel bir tutum bu onlar için. Türkiye’de pek pervasızlar. Aptallık bunun bir sonucu.
-Çok kolaydı yani?
Tam öyle değil. İşin çocuk oyuncağı veya zahmetsiz olduğu anlamına gelmez bu. Bilakis. Ama şu da doğru: Evet, internette sörf yaparak ve biraz yabancı dil, tercihen İngilizce bilerek bu işleri kıvırabilirsiniz. Çünkü internet bir çöplük ama karıştırınca çok iyi şeyler de çıkabiliyor. Bu, modern çöplüklerin genel bir özelliği değil mi zaten?
-İnternet, çöplük...?
Burada bir farklılık var tabii, hak da yemeyelim. İnternet bir paylaşım ortamı. Kuvvetli bir otoriteden de şimdilik azade. Şimdilik, diyorum, çünkü bunun çaresine bakmayı düşünüyorlar muhakkak ki. Benim Karen Fogg hadisesinde kullandığım kodu –hatırladığım kadarıyla- bir Çinli yazmıştı, mesela. Çinli bunu “C” programlama dilinde yazdığı için ben onu kullanmadım da, PC’mde daha kolay çalıştırdığım “Perl” versiyonunu kullandım. Bunu C’den Perl’e çeviren de bir İranlıydı! Görüyorsunuz, bunlar muhalif ülkelerin vatandaşları hep. İnternet böyle bir yer işte.
-Evet, güzel bir dayanışma örneği gibi görünüyor. Ama Karen Fogg’a dönersek...? Nasıl başladı bu iş?
2001 yazı başıydı. Bir Nadire Mater olayı patlak vermişti, hatırlayacaksınız. Bu hanım AB fonlarından desteklenen bir kitap yayımlamıştı. Mehmedin Kitabı, diye. Türk ordusuna hakaretler yağdıran, bir küfür kitabıydı. Ben de kendimi milliyetçi olarak tanımlarım. Ne demek milliyetçi? Bunun ilkin bir hissiyat olduğunu söyleyeyim. Fikri çerçevesi de, bu çerçeveyi doldurduğunuz ayrıntılar da başka başka olabildiği için, tafsilata girmeyeyim.

AB temsilciliğiyle derdim böyle başladı. Bardağı taşıran damla bu oldu yahut. İlkin basit bir protesto mesajı yerleştirmek üzere internet sitelerine yöneldim. Bilenler bilir, sistemi incelerken siteyi kendi makinelerinde çalıştırdıklarını ve bütün ağlarının da internete açık olduğunu gördüm. Gerisi çorap söküğü gibi geldi.
-Bilgisayar sistemine girdiniz. Sonra ne oldu? Ne buldunuz?
Doğrusu bu konudaki ayrıntıları hatırlamam zor. İki sene geçti üzerinden. Şu kadarını söyleyeyim: Açık rastladığım her bilgisayar kontrolüm altındaydı. Karen Fogg’unki başta. Basitleştirerek anlatayım: Ortak bir kullanılan makine vardı. Herkese ait bir klasör bulunuyordu. İlk girdiğim de bu müşterek makine olmuştu. Burada yedek dosyalarını muhafaza ediyorlardı. Çok işe yaradı gerçekten. Bu makineyi ele geçirince, diğer bütün makinelerin de kapısı açıldı. Sistemdeki en yetkili makine buydu çünkü. Bu makineye ‘sistem’ (bilgisayardaki en yetkili merci denebilir buna) ayrıcalıklarıyla girince bütün diğer makinelerin hakimi oldum. Artık istediğim her türlü yazılımı yüklemeye, belli bir takvime göre etkinleştirmeye imkanım vardı.
-Karen Fogg’unki en önemlisiydi herhalde?
Evet. Onu günü gününe takip edebiliyordum. Pek çok şey buldum: raporlar, bilgi notları, iç yazışmalar. En ilginci de aslında bilgi işlem sorumlusunun makinesinden çıktı. Bütün sistemin mimarisi ve kullanıcı adı ile şifre listeleri! Çok gülmüştüm... Bilgisayarlarda muhafaza edilen her türlü evraka ulaştım. Fogg’un duygu yüklü bazı mektupları dahil!
-Ve tabii e-postalar?
Aslında e-postalara hemen nüfuz edemedim. Çok büyük dosya hacimleri söz konusuydu. Yüzlerce megabyatlık dosyalar! Dbx uzantılı dosyalar. Bunları indirmem gerekiyordu ama benim gibi telefon hattıyla internete bağlanan birisi için imkansız gibi bir şeydi bu! PC’im de fi tarihinden kalmış bir aletti ya, neyse.

Yani öyle teknoloji harikaları kullanarak yapmadınız bunları?

Yok canım, nerde..? Komiktir, işin en civcivli zamanında monitörüm bozuluverdi. Yeni bir monitör alacak para bile yok. Haftalarca internet kafelerden yürüttüm işi. Neyse. Bunlar acıklı tarafı işin... Bu büyük dosyaları indirmek için başka yollar bulmak gerekti. Detayına girmeden söyleyeyim. Geniş bant internet bağlantısı bularak indirdim bu dosyaları. Tersi olamazdı çünkü. Daha ufak dosyaları indirmek bile bütün bir gece sürebiliyordu... Elçilik e-posta sunucusunu da kendi ağında tutuyordu. Dolayısıyla, bütün çalışanların e-postalarını arşivlemem dahi olanaklıydı. Tek tek uğraşmaya gerek kalmadan yani. Bir kısmını aldım da ama tamamına imkan bulamadım.
-Bütün iş ne kadar sürdü. Sanki haftalarca uğraşmışsınız gibi anlatıyorsunuz?
Üstüne bastınız. Tam olarak ben bile hatırlamıyorum ama 6-7 ay sürdü bu. İlginç aylardı ama. O arada Fazilet Partisi kapatıldı, İlerleme Raporu yayımlandı, 11 Eylül geldi geçti.. Bütün bunların oradaki akislerini takip edebiliyordum. 11 Eylül en ilginciydi...

-Nasıl yani?

İlk şoku atlattıktan sonra Karen Fogg da 11 eylül şakalarına kaptırmıştı kendisini. Daha ikinci veya üçüncü gündü, o bildik e-posta esprileri gelmeye başladı ona da. Dün gibi aklımda olan bir tane var. Hani New York’un ortasına Aya Sofya’yı yerleştiren bir resim vardı... Avrupalılar eğleniyorlardı doğrusu.
-E-postaları ve diğer evrakları ele geçirdiniz. Bir yandan da okuyordunuz...
Yo, doğruyu söylemek gerekirse her şeyi okuma imkanım yoktu. Zamanım yoktu bir defa. Başka meşgalelerim de vardı haliyle. Bir de zaten bütün bunları elde etmek için harcadığım zaman çok fazlaydı. Elemek zorundaydım okurken. Hızla ve kabasından okuyordum.. Bazı şeylerin vahametini görmeye yetecek bir dikkatle aynı zamanda...
-Mesela?
Mesela bir Volkan Vural olayı vardı. Bu, basına tam yansımayan bir husustu... Neden böyle kaldı, bilemiyorum... Belki Aydınlık yayımlamıştır bunla ilgili bir şeyler.. Ama birkaç sayısını alabilmiştim sadece.. Neyse, olay şu. Ulusal Program denen vaat listesi hazırlanırken Vural ile Fogg sıkı diyalog halindeler. Malum, Vural AB’ye uyum işlerine bakan tepe bürokratımızdı o zaman. Fogg, kimi siyasi vaatlerin programda açık bir biçimde yer bulmamasından şikayet ediyor Vural’a. Vural’ın verdiği yanıt dehşete düşürdü beni: Merak etmeyin, diyordu, ben onları satır aralarına yerleştirdim.. Bizim siyasetçiler (hükümeti kastediyor tabii ki) böyle belgeleri dikkatli okumazlar, bunları görmeyip imzayı atacaklardır! Bir diğeri ise 2002 ilerleme raporu meselesiydi. Volkan Vural, rapor ilan edilmeden evvel almak ve basına sunulmadan önce biraz makyajlamak istiyordu. Karen Fogg’u memnun eden bir talep tabii. Mealen, aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum tabii ama dehşet verici değil mi? Devletin en üst düzeyinde bulunan bir diplomatımız, bir ecnebi meslektaşına neler söylüyor! Kim kimin için çalışıyor belli değil. Takip etmedim ama sanıyorum Volkan Vural’ın yeri artık o kadar sağlam değil. Nerde? Siz biliyor musunuz?
-Bu niye gündeme gelmedi dersiniz?
Kim bilir? Belki de ben okuduklarımı yanlış tefsir ediyorumdur. Sonuçta diplomat filan değilim.
-Başka?
Bir başka örnek daha verebilirim... AB elemanları DPT’yle görüşmeler yürütüyorlar. Proje bazında fon verecekler. Malum, DPT o dönemde MHP’ye bağlı. Elçiliğin iç yazışmasında şunlar söyleniyordu: Destek verdiğimiz projelerin Güneydoğuda ve Van gibi doğu Anadolu şehirlerinde yoğunlaşması MHP’yi kuşkulandırıyor, orta Anadolu’da birkaç projeyi destekler görünmek lehimize olur!
-Peki bunlar İşçi Partisinin, Doğu Perinçek’in eline nasıl geçti?
Ben verdim. Ama ilk tercihim değildi aslında. Dedim ya, kendimi milliyetçi olarak tanımlarım. Her vatansever gibi memleketin içinden geçtiği durumdan bunalmış durumdaydım. Hala da öyle ya, neyse. Perinçek ilk tercihim değildi ama ona verdiğime pişman da değilim. Sağolsun, gayet güzel kullandı bunları.
-İlk tercih kimdi o zaman?
Polise, milli istihbarata, hatta genel kurmaya vermek geçti içimden. Ama bunu nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. Nasıl karşılanacaktı? Kaldı ki bunlar içinde en çok güvendiğim de askerdi. Polis de, MİT de siyasetin daha fazla kontrolü gibi gelmiştir bana. Bu işleri bildiğimden değil tabii, sadece hissiyat bu. Siyaset düşmanı da değilimdir, yanlış anlaşılmasın ama halimiz de ortada değil mi? Hele o günlerde bu kurum da Mesut Yılmaz’ın ANAP’ına bağlı durumda. Malum, Mesut Yılmaz Avrupa Birliği davasının önde giden bir heveskarı, neferi konumda. Adının karışmadığı yolsuzluk, uğursuzluk da kalmamış biri. Kişisel olarak da hiç hazzetmediğim bir adam sonra. ANAP zaten başımıza bütün bu Küresel çorapları ören odak olmuş. Askere ise nasıl ulaşabilirim, hiçbir fikrim yok. Basın yayın organlarına verilebilir ama onun da riski büyük... Ama ‘tarihi’ bir fırsat var elimde. Kaçırmamam lazım. Kim kullanabilir bütün bu belgeleri diye düşünmeye başladım...

Ve?

Ve Büyük Birlik Partisi geldi aklıma. Muhsin Yazıcıoğlu şahsen bana itimat telkin eden biridir. Ne kadar basit düşünüyorum, değil mi? Bir e-posta yollayıp durumu izah ettim. Birkaç örnek de yolladım. Genel Başkan yardımcılarından birinden cevap geldi. Adını tam hatırlamıyorum ama Bilgehan veya Kutluhan gibi bir şeydi. İlgisini çekmişti yolladıklarım. Bana kim olduğumu soruyordu. Siz bir hacker mısınız? Diyordu. Doğrusu, buna bir anlam veremedim. Durumu kabaca izah eden bir e-posta daha attım. Bu defa daha büyük bir dosyayı nasıl alacaklarını da tarif ettim.

-Nasıl yani, onlar mı alacak dosyayı?

Evet. O günlerde dosyaları hazırlayıp AB temsilciliğinin internet sitesine yerleştiriyordum. Böylece dikkat çekmeden alınabiliyorlardı. Ayrıca, kapalı olma ihtimali yok denece kadar az olan makine oydu. BBP’den bir daha haber alamadım. Doğrusu hayal kırıklığına uğramıştım.
-Neden ilgilenmediler dersiniz?
Kimbilir. Belki onu da siz sorarsınız kendilerine. Ben de merak ediyorum çünkü...
-Sonra?
Sonra MHP’yi denedim. MHP içinde genel başkana kadar ulaşabilecek bir bağlantıyla önce basılı bazı evrakı ilettim. Ardından bir CD halinde e-postalar gitti. Hiçbir cevap alamadım oradan da...
-Bu arada takibi sürdürüyordunuz ama?
Günü gününe takip ediyordum Karen Fogg’u. Malzeme biriktikçe birikiyordu elimde. E-postaların sayısı 7-8 bine ulaşmıştı.
-Hiç kuşkulanmadılar mı dersiniz?
Çok pervasızdılar bence. Ama komik şeyler de olmuyor değildi hani. Dosyaların hacmi gitgide büyüdüğünden, indirmek zor oluyordu. Fogg’un makinesindeki e-postaları silmek zorunda kaldım. Riskliydi tabii. Uyanabilirlerdi. Kadın şoke oldu. Yazışmalardan gördüğüm kadarıyla bilgi işlemci de şaşırmıştı. Microsoft Türkiye’yi aramışlar. Onlar da, olur böyle aksilikler dert etmeyin mealinde bir şeyler demiş!
-Peki Perinçek’e nasıl ulaştınız?
Perinçek son bir teşebbüs olacaktı. Ümidim iyice kırılmıştı doğrusu. Elimdekilerin kıymetsizliğine hükmetmek üzereydim. Doğu bey hakkında benim de birçok kuşkum vardı doğrusu. Benim de diyorum, çünkü bilirsiniz Perinçek’in seveni azdır... Haksız da değiller belki. Çok tutarlı bir çizgisi yok sonuçta. Ama insanların değişebileceğine inanmak lazım. Kaldı ki, bütünüyle kuşkusuz kim var ki! Hem sonra, güvendiklerimden bir cevap bile alamamışım. Perinçek’i de takip ediyorum bir müddettir. Bir de Hasan Yalçın var tabii, rahmetli. 11 eylül sonrası performansları harika. Samimi veya değil, onu kimse bilemez. Neyse, Perinçek’e birkaç örnek yolladım. Hemen cevap geldi. Çok önemli şeyler var elinizde, bunların devamı var mı, diye bizzat yazdı. Tamam dedim, işte aradığım adam!
-Sonra?
Sonra birkaç örnek daha yolladım e-postayla. Devamını vermeyi de vaat ettim. Bir CD’ye kayıt yapmanın yollarını arıyorum. Bu da kolay bir iş değil çünkü. Bahçeliye yollarken göbeğim çatlamış zaten. Ben bunları düşünüp dururken, 7 Şubat günü ne göreyim: Doğu Perinçek basın toplantısı yapıyor! Doğrusu bu defa biraz korktum.
-Niye korktunuz?
Çünkü Elçiliğin makinelerinde henüz temizlik yapmamışım. İzlerimi bütünüyle yok etmem lazım. Bu bir. İkincisi daha da önemli belki. Elçilik bir süredir hazırlık yapıyor. Brüksel’e doğrudan bağlanacaklar. Benim de bu konuda umutlarım ve korkularım var. Korkum, sistemi baştan aşağı elden geçirip durumu fark etmeleri. Umudumsa, sisteme dokunmadan Brüksel’e bağlanmaları. Çünkü bu Brüksel’e de sızma imkanı demek! Basın toplantısı her şeyi bitirdi tabii.. Hızlı bir biçimde ne kadar olabilirse o kadar temizlik yapmakla kaldım.
-Bu arada fırsat kaçtı yani?

Bir bakıma. Ama bundan emin olmak mümkün değildir.

-E-postaların devamını nasıl verdiniz?
Yazışmaları e-postayla yapıyordum. Ahmet Mehmet takma adıyla yürüdü bunlar. Biliyorsunuz, Doğu bey ‘Karen Fogg’un e-postalları’ kitabının önsözünde bana bu adla teşekkür eder. BBP’ye de benzer bir isimle ama başka bir adresten yazmıştım. E-postalrın devamını İP’nin Kadıköy Şubesine, o günlerin yöneticisi Hasan Karanlık’a verdim. Onu da tanımam. İnternetten yaptığım bir tercihti bu. Adresi aldım, yetkilinin ismini öğrendim filan... Jet hızıyla verdim çıktım. Durum komikti biraz.

-Sonra?

Sonrasında ben de herkes gibi seyirciydim. Tarihe dokunmuştum. Şimdi merakla bekliyordum: kımıldayacak mı bakalım diye.

Necip Hablemitoğluna da bir belge yolladım

Tam zamanını hatırlamam şimdi mümkün değil, elimdeki evraka bakmam lazım ama, bir tartışma vardı gündemde. Alman Vakıfları meselesi. Rahmetli Necip Hablemitoğlu birkaç hafta üst üste Ceviz Kabuğuna çıkmış ve ifşaatta bulunmuştu. Fogg’un yazışmaları içinde Necip Beyin işine yarayacak bir mektuplaşma da vardı. Kendisine yolladım. Çok heyecanlandı. İçten bir teşekkürle mukabele etti. Onunla da böylece fazla derinleşemeyecek olan bir münasebet başlamış oldu. Rahmetliden dört beş e-posta daha alacaktım ancak. Son kitabı “Köstebeği” gönderdikleri arasında ben de vardım. E-postayla yollamıştı.

Hablemitoğlu’na gönderdiğim belge Metin Münir ile Karen Fogg arasındaki bir yazışmaydı. Metin Münir Hablemitoğlu’nun kitabını okumuş, baştan aşağı saçma bulmuş tabii. Fogg’a diyor ki, gördün mü kitabı, fikrin ne? Hablemitoğlu, bir Avrupa Birliği parlamentosu belgesine dayandırıyor her şeyi ama böyle bir belgenin mevcut olduğuna ihtimal verilemez herhalde, değil mi? Fogg’un cevabı ilginçti, Necip beyin ilgisini çekeceğini düşündüğüm de oydu zaten. Fogg diyordu ki, adam haklı, dediği gibi bir belge var. Avrupa parlamentosunun bu kararını içeren belgeyi bulunca sana da yollayayım. Ayrıca, diyor, Alman Yeşillerinin Türkiyedeki bu faaliyetleriyle ilgili söylentiler benim de kulağıma geldi. Altın meselesini kullanıp burada zemin kazanmaya çalışıyorlar. Fogg, birkaç gün sonra o belgeyi de yolladı gerçekten. Ben de hepsini Hablemitoğlu’na ilettim tabii.”

Tarihe Dokundum

Tarihe dokunmak diyorum, bunun benim için bir anlamı var. İngiliz filozfou Bertrand Russell’ı bilirsiniz belki... Kendisi İngiliz hükümetlerinde belirleyici olmuş ailelerden birine mensup bir aristokrattı. Ya babası yahut dedesi başbakanlık da yapmıştı galiba. O anlatır. Tarihi yapan insanların arasında büyüdüğü için, hep onu değiştirebileceği hissiyle yaşamış. Tarihin akışının değiştirilemezliği fikrine yabancı kalmış. Tarih dışımda değildi, diyor, onu değiştirmek günlük şeyler arasında gibiydi. Bizim ne kadar uzağımızda bir hissiyat, değil mi? Biz, sıradan insanların. Bunu kabullenmek zor geliyordu bana... Neyse, uzatmayayım, işte tarihi değiştirme değilse bile ona dokunma fırsatı elimdeydi. Nedir tarih? Bugün için söylersek, gazete manşetleri değil mi? Hiç olmazsa bir yönüyle, değil mi? İşte, adım sanım yoktu ama yaptığım bir şey gazete manşetlerine taşınmıştı... Yaptığım şey etrafında saflar tutulmuştu... Türkiye’nin istikametiyle ilgili bir tartışmanın -bir müddet için de olsa- odağı olmuştu... Ben de seyrediyordum...
-Devlet kim?
Derin devlet mi? Deriniyle yüzeyiyle devlet biziz, başkası değil ki! Batı liberalliğinin pompaladığı sivil-devlet, vatandaş-devlet çatışmasına bizim karnımız tok olmalıdır. Devlet, örgütlenmiş millettir. Öyle olmak zorundadır. Öyle değilse eğer, işgal altındayız demektir. Millet, devlet üzerindeki sahiplik iddiasından vazgeçemez, vazgeçmemelidir. Araya mesafe sokulmasına izin vermemelidir. Devlet adamıyla aramdaki fark bir rol dağılımından ibaret olmalıdır. Aynı gaye için çalışmak zorundayız. Demokratik göreciliğin/izafiyetçiliğin içerdiği nihilizm, değerlerin değersizleştirilmesi yani, sadece ve sadece dünya sisteminin efendilerine yarayan bir çözülme yaratıyor. Bunu ben AB temsilciliğinin faaliyetlerinde somut biçimde gördüğüm kanısındayım . Karen Fogg sivil toplum mühendisliğinde uzmanlaşmış. Genel bir strateji bu Batı için. Sivil toplum adı altında örgütlenir görünürken, dağılıyorsunuz aslında. Bu bir çözme harekatı. Milli bütünlüğü sarsıyorlar. Sonra da karşınıza geçip, siz zaten suni bir bütündünüz diyorlar, diyecekler de.-------
Bu söyleşi "Tayfun Salcı" tarafından yapılmıştır.
Birde bunu okursanız tam olacak:

SEZER'İN ANKARAYI KARIŞTIRAN VETOSUNUN SIRRI ÇÖZÜLDÜ. İŞTE 3 NEDEN...

Stockholm eski büyükelçisi Kuneralp'in Karen Fogg'la 'e-mail trafiği'ne karışması. Kararname önüne gelmeden, basında yer alma oldu-bittilerine karşı tepki. Ortadoğu'ya ilişkin görev alanının ikiye bölünüp, BOP'a hizmet etmesi kuşkusu.

CUMHURBAŞKANI

Ahmet Necdet Sezer'in, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, Dışişleri Bakanlığı'nın önerdiği 5 müsteşar yardımcısını veto etmesinin üzerindeki sır perdesi dün de kalkmadı. Çankaya gündeme bomba gibi düşen gelişmeyle ilgili sessizliğini korurken kulislerde vetoyla ilgili 3 iddia dolaşmaya başladı. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Levent Bilman, dünkü haftalık basın toplantısında Hürriyet'in haberini doğrularak, "Sayın Cumhurbaşkanımızın bakanlığımızın üst yönetim atamalarına ilişkin bir kararnameyi onaylamadığı doğrudur" dedi. Bilman, konunun idari bir mesele olduğunu, bu nedenle yorum yapmayacağını ifade ederken, Sezer'in vetosuyla ilgili başkent kulislerinde konuşulan iddialar şunlar:

1- OLDU BİTTİ TEPKİSİ

Sezer, Dışişleri ile ilgili kararnamelerin önüne gelmeden önce basında çıkmasını sürekli eleştirdi. En son, Dışişleri Müsteşarı Ertuğrul Apakan'la ilgili kararname önüne gelmeden basında yer alınca sitemini bizzat Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'e iletti. Ancak müsteşar yardımcılığına atanacak isimler, daha kendisinden onay çıkmadan görevlerine başlayınca rahatsızlığı iyice arttı. Sezer'in vetoyla, "oldu-bitti" olarak gördüğü bu tür uygulamalara karşı artık tolerans göstermeyeceği mesajını verdiği iddia ediliyor.

2- İSMİ ÇİZİLENLER

Sezer, Dışişleri'nde Personel ve İdari İşlerden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı'na Suudi Arabistan'dan dönen Riyad eski Büyükelçisi Uğur Doğan'ın getirilmesine karşı çıktı. Adı, daha önce AB Komisyonu'nun eski Türkiye Temsilcisi Karen Fogg'la yaşanan ilginç "e-mail trafiğine" karışan Büyükelçi Selim Kuneralp'in de Ekonomik İşlerden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı'na getirilmesi Sezer'i rahatsız eden bir diğer atama oldu. İzmit'te linç edilen, Kurtuluş Savaşı karşıtı gazeteci Ali Kemal'in torunu olan Kuneralp, e-mail krizinden sonra Stockholm Büyükelçiliği'nden Seul Büyükelçiliği'ne atanmıştı.

3- BOP'A DESTEK YOK

Dışişleri'nde Ortadoğu'ya ilişkin görev alanının, "Asıl Ortadoğu" ve Orta Asya'yı da kapsayacak şekilde "Yan Ortadoğu" diye ikiye bölünüp görev dağılımlarının yapılmasına Sezer karşı çıktı. Sezer, bu uygulamayla Türkiye'nin ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ne destek verdiği mesajı çıkmasından endişe etti.

DIŞİŞLERİ ŞAŞKIN

Dışişleri Bakanlığı'nda Çankaya Köşkü'nün vetoyu resmi olarak gerekçelendirmemesinin şaşkınlığı yaşanırken, Sezer'in ayrıca Dışişleri'nde Kafkaslar'dan Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı'na atanan Ümit Yakın'ın da kararnamesini onaylamadığı ortaya çıktı. Yakın, Bakü Büyükelçiliği'ne atanan Hüseyin Avni Karslıoğlu'nun yerine bu göreve gelecekti. 28 Şubat'ta Resmi Gazete'de yayınlanan genel müdür yardımcılarına ilişkin kararnamede Yakın'ın ismi yer almadı.

TEZCAN KRİZİ

Son büyükelçiler kararnamesi ile Londra Büyükelçiliği'ne atanan MGK Genel Sekreteri Büyükelçi Yiğit Alpogan'ın yerine kimin getirileceği konusunda da Çankaya Köşkü ile hükümet arasında çıkan uzlaşmazlık devam ediyor. Hükümet, bu görev için Varşova Büyükelçisi Ecvet Tezcan'ın ismini iletirken, Sezer'in, Tezcan'ın kayınpederi Prof. Ayhan Songar'ın İslami kesime yakınlığıyla bilinen Aydınlar Ocağı ile ilişkisi nedeniyle, Tezcan'ı istemediği ileri sürülmüştü.

e-postaları çok tartışıldı

AB Komisyonu Türkiye eski Temsilcisi Karen Fogg’a ait yaklaşık 7 bin e-posta mesajı, 2002 Şubatı’nda İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek tarafından ele geçirilip kamuoyuna açıklandı. Perinçek, Fogg’un Türk gazeteciler, akademisyenler, sivil toplum örgütleri ve kimi bürokratlarla olan yazışmalarında, Türkiye aleyhtarı faaliyetler yürüttüğünü iddia etti. Yazışmaların Aydınlık Dergisi tarafından yayınlanması sonrası, mahkemeler yayın yasağı koydu. Bunları basan Aydınlık’ın sayısı toplatıldı. Uzun süre yazışmalara konu olan isimlerle gündemde kalan, AB fonlarının Fogg tarafından kimlere ya da hangi kurumlara kullandırtılacağı, Kıbrıs ve özelleştirme konularında ne tür bir lobi yapılacağı konusunda görüşlerin belirtildiği yazışmaların ortaya çıkarılmasından sonra, Fogg, 3 ay içinde Türkiye’deki 4 yıllık görev süresini doldurarak ayrıldı. Fogg, bir e-postada Rauf Denktaş’ın Kıbrıs Türk halkını tam anlamıyla temsil etmediğini iddia ederek, AB’nin KKTC’ye yapacağı yardımların miktarının ’alternatif basına’ sızdırılmasını da önermişti. O yazışmalardan Büyükelçi Selim Kuneralp’in, Fogg’a yolladığı ortaya çıkarılan mesaj ise gizlilik iması taşıdığından çok tartışıldı. Kuneralp, Fogg’a şunları yazmıştı: "Sevgili Karen, dünkü mesajımda yanlışlıkla büyükelçiliğin e-posta adresini kullanmışım. Hálá geçerli olan eski adresime yazmaya devam etmen gerek. Yoksa senin mesajlarını burada herkes okuyabilir."


"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR,
SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."


AYRILMANIN YALANCI YÜZÜ


FİRST LADY'E DAVA, FRANSIZLARA YALVARMA


Fransa'ya giden Türkiye'den bir grup kadın, Fransızlara "Vallahi çarşaf giymiyoruz" şeklinde yakarışlarda bulundu.
Dün gündeme gelen Avrupa Turkiye Cumhuriyet Kadinlari Derneği'nin Cumhurbaskani Abdullah Gül'un eşi Hayrunnisa Gül ile Başbakan Erdoğan'in eşi Emine Erdoğan ile diğer türbanli bakan eşleri hakkında suç duyurusunda bulunmasından sonra, Türkiye İş Kadınları Derneği (TİKAD)'ın da Fransa'da skandal gibi bir çağrısına tanık olundu. 17 Ekim'de Fransa'nın Strasbourg kentinde düzenlenen bir toplantıya katılan TİKAD üyeleri, kendilerini modern kadın olarak tanıtmaya çalışırken, Fransızlar tarafından şaşkınlıkla izlendiler. Zaman gazetesindeki Kurşunkalem isimli yazarın iddiasına göre, Fransa'da bir toplantıya katılan Türkiye'den bir grup kadın çok konuşulacak davranışlara imza attı. İddiaya göre, Türkiye'den giden grup, kendilerini Fransızlara modern göstermek için bin dereden su getirdiler. Kurşunkalem isim yazar konuyla ilgili şunları yazıyor:
"Strasbourg Ticaret Odası'yla ortaklaşa gerçekleştirilen konferansa 150 Türk-Fransız iş kadını katıldı. Dernek Başkanı Demet Sabancı Çetindoğan, Semra Güral Sürmeli, Gencay Gürsoy, Gülsün Toker ve Yazgülü Aldoğan'dan oluşan Türk heyeti burada Fransızlara Türk kadınının ne kadar "modern" ve "çağdaş" olduğunu anlattı. Sonuç Fransızları ve TİKAD'ı ne kadar memnun etti bilinmez ama bu konferansa davet edilen ve Strasbourg'da iş kadını olan bir arkadaşımın anlattıkları beni hayli düşündürdü. "O gece anlatılanlardan bir Türk olarak utandım." diyen bu iş kadını, duygularını şöyle anlattı: "Salonun çoğunluğu Türklerden oluşuyordu. Türkiye'den gelen konuşmacılar üçüncü dünya ülkesi psikolojisinden kurtulamamış gibiydi. Fransızları, Türk kadınının çarşaflı olmadığına inandırmaya çalışıyorlardı. Erkeklerin şalvar giymediğini, kadınların çoğunluğunun türban takmadığını söylediler. Ben bu konuşulanlardan çok utandım. Adeta bizi AB'ye alın diye yalvardılar." O arkadaşıma, "Fransızların tepkisi nasıldı?" diye sormadan edemedim. Cevap oldukça ilginçti: "Kıs kıs gülüyorlardı."
Kaynak: dünya bülteni sitesinden alındı.



Dünya bülteninde böyle bir haber çıktı. Zaman gazetesinden alınan bu haber taraf oluşa ve ayrışmaya örnek aslında. TİKAD sitesine baktım, haberin doğru olma ihtimali yüksek. Lakin ABD li bir sunucuyla çekilmiş fonografı marifetmiş gibi suna bilmişler. Obama ile Tayyip Erdoğan görüşmesine katılanları isim isim sayarak “…katılmışlardır” şeklinde tuhaf haberler. Konuşulan konu yok, önemli herhangi bir cümle yok. Sadece bu hanım efendiler bu toplantıya katılmışlar. Resimlerde bakışlar kadınsı, boş ve hayran edaları. Bende konu mankeni görevi gören birkaç parası bol hanım efendinin, fotoğraf koleksiyonculuğu intibası oluşturdu. Yukarıdaki haberde geçenler yaşanan sıkıntıların ve halkının ağırlığını taşımayan, hissetmeyen bu kişilerden beklene bilecek bir davranış.

Bu birinci boyutu.

Bunu bloguma almaktaki amacıma gelince.

Kültürel erozyonu tek yönle yaşamıyoruz.

Sadece özenti parası bol bu koleksiyoncular mı?

Hayrunnisa Gül Hanımı site yazarı savunma gayretine girerken milleti balık hafızalı sanıyor sanırım, ya da Sayın Reis-i Cumhur’a inceden bir yağ yakıyor. Bence ikisi de. Bu kadınlar biz “çarşaflı değiliz” diye Fransa’da yalvarmışlarsa, Hayrunnisa Gül Hanım da Türkiye Cumhuriyetini başörtüsü konusunda Avrupa İnsan hakları mahkemesine vermiş kişidir. Bu iki olayda AB-D ‘ye boyun eğmişliğin ve özentinin tipik göstergesidir. Her iki olayda da halk yoktur, her ikisi de ferdidir, düşüncesizce özentidir. Ama bunların yaptıkları onurlu Türk kadınını hiçbir şekilde bağlamaz. Rabia Kazan örneği var birde. Papaya suikast düzenleyen M.Ali Ağca ile nişanlıyım diye piyasaya çıktı, ağzından din ve başörtüsünü düşürmedi, rüzgâr oradan esiyordu çünkü sonra gitti İtalyan avukatla evlendi. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Üniversitede başörtüsüne büründüğünde mezun olan bir sürü tanıdığımda mevcut, başörtülü dört dörtlük arkadaşlarımda mevcut. Netice olarak bu tip haberlerle amaçlanan: başörtüsü bir sorun gibi gösterilerek ileride kullanılmak üzere sıcak tutuluyor, başörtüsü kullanmayan, hatta karşı bile olan AB özentisi konu mankenleri Atatürkçü, milliyetçi, ulusalcı gibi gösteriliyor. Bir kez daha söylüyorum.

Başörtüsü Türk halkı arasında sorun değildir.

Başörtüsü siyasi bir malzemedir ve bunu AKP bol miktarda kullanıyor.

Başörtüsünü AKP çözmez. Çözmesi, elinden ki oyuncağını vermesi demektir. AB mahkemelerinde çıkan aleyhte kararın üzerine yatıp tabanını rahatlatmış ve “ben çözecektim AB mahkemeleri aleyhte karar verdi. Biz bu yasalara saygılıyız” yalanına sığınmıştır. Ama aynı AKP, Deniz Feneri davasının verilen kararlarına kulak asmamaktadır. Bu kural tanımazlık, zaman kazanma ve “hedefe ulaşmak için söylenen her yalan mubahtır” mantığıdır ve hedefte bellidir.

Sen Türk kadınının doğal seçimi başörtüsünü siyasi malzeme yaparsan, birileri de gider elin Fransız’ına “biz başörtülü değiliz” diye yakarır. Al birini vur diğerine, birbirinden farkı yok.

Hatırlayalım Tayyip Erdoğan’ın “beynimin yarısı” dediği Cüneyt Zapsu hanımına erkeklerle cenaze namazı kıldırtmış ama daha sonrada “Başörtülü bir kadına, başörtünü çıkar demek donunu çıkar demekle aynıdır” demiştir. Ama artık logara ABD değil Türk Halkının süpürme zamanı çok yakın.

Umarım anlata bilmişimdir.

Saygılar.

Levent kalem

31.10.2009




"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."