18 Temmuz 2009 Cumartesi

TABİKİ "YUHH" CENGİZ

Evet, gerçekten “yuuh artık”.Bu yazıyı aklı başında bir kişi okuduğunda diyeceği sadece kendisinin içinde dediğini Cengiz Beye iletmek olacaktır.

Ne demek?

Ergenekon savcısı, hakimi, hakim ve savcıda diğerleri bostan korkuluğu mu?

2000 hakim ve ailesinin mağdur olacağını belirterek aleni bir şekilde kararname çıkmasın diye bilen bir zihniyet nasıl ağzına demokrasi insan hakları yakıştıra bilir.

Ayıp denilen bir şey var Cengiz beyefendi.

Toplumda uygunsuz işleri yapanlar kendi haklılıklarını, benzer kişileri göstererek savunmaya çalışırlarsa, ne der atalarımız

“Bozacının şahidi şıracı.”

Verdiğin örnekte tam bu.

Sen bozacı, O da şıracı.

“Evet, yuuh artık”

Ama size.

ARTIK GÜNEŞİ BALÇIKLA SIVAMAYA ÇALIŞMANIN GEREĞİ YOK.

Hâkim ve savcı tayinlerine ilişkin "Yaz Kararnamesi" HSYK'daki kilitlenme nedeniyle çıkamıyor ve Türkiye, yine askerlerle ilgili spekülasyonların kol gezmeye başladığı bir ortamda "siyasi gerilim" hattı üzerinde.

HSYK üzerinden yürütülmek istenen bir"Ergenekoncu kontratak" ile karşı karşıyayız.

Bir ay kadar önce "askerler sivil yargıya yasası" çıktığı vakit, Mardin'de bir gece sohbet ederken Diyarbakır'ın eski Baro Başkanı bana "Bu yılki HSYK toplantısı tarihi nitelikte olacak. Tayin kararnamesine dikkat" diye "alarm" vermişti ama ben, itiraf edeyim, bu uyarıyı önemle zihnime kaydetmemiştim. Bir meslek grubunu ilgilendiren rutin bir uygulama özellikle dikkat sarf ettiğim bir konu olmamıştı.

O haklı çıktı, zira gelinen noktada bir "rutin uygulama"ya ilişkin "bürokratik bir tıkanıklık" ile yüz yüze değiliz. HSYK, Ergenekon savcılarının tümünü, mahkeme heyetini, Güneydoğu'da 1990'larda JİTEM marifetiyle işlenmiş olduğu anlaşılan "faili meçhul cinayetler" üzerindeki örtüyü ilk kez kaldırmakta olan savcı ve hâkimleri görevlerinden uzaklaştırmak konusunda harekete geçmiş durumda.

"Ergenekoncu kontratak"tan kasıt budur ve bu "kontratak"a siyasi iradenin karşı koyması nedeniyle tayin kararnamesi bir türlü yayımlanamıyor. Zira, Adalet Bakanı ile müsteşar, kararnamenin imza aşamasına geldiği bir sırada, 13 Temmuz'da HSYK'nın diğer 5 üyesinin aniden Ergenekon ve faili meçhul cinayetlerle ilişkin dava ve soruşturmada görev almış olan savcı ve hâkimleri değiştirmek amacıyla getirdikleri taslağı müzakere etmeyi reddettikleri için, iş tıkandı. Müzakere yapılmadan karar da alınamıyor.

Birkaç gündür, "HSYK'nın 5 üyesinin ağır asker baskısı altında hareket ettiği "dedikodusu bizim de kulağımıza geldi. Öyle mi, değil mi bilmiyoruz ama o 5 üyenin Ergenekon ve faili meçhul cinayetler soruşturmalarının yönünü değiştirecek, hatta hasıraltı edilmelerine yol açabilecek bir gayret içine girdikleri pek gizlenemez bir halde.

* * *

Türkiye gündeminde yer alan herhangi bir konu, medyada kendi uzmanlarını yaratır. Ergenekon dendiğinde Ankara'da neler döndüğüne ilişkin kulağımızı uzattığımız bu konunun önde gelen uzmanlarından biri Star Gazetesi Ankara Temsilcisi Şamil Tayyar.

Şamil Tayyar'ın son günlerde yazdıklarını dikkatle okuyorum. Dünkü yazı başlığı "Yuh Artık" idi. Bugüne dek kendisinde pek rastlanmayan sözcükler yazı başlığına yansımıştı. Yazısı şöyle başlamıştı:

"Dün ulaştığımız bazı bilgiler, bize ‘pes doğrusu' dedirtti. Bu kadar cüretkâr olacaklarını hiç beklemiyorduk. Estergon Kalesi gibi Ergenekon çıkışını kapatmış durumdalar. Neredeyse ölümüne savunuyorlar. Sanki Majino Hattı oluşturmuşlar. Hikâyenin gerisi ve direnç noktaları, HSYK üyelerinin asıl derdinin farklı olduğunu gösteriyor. Ayrıca, tek başlarına hareket etmedikleri, rap rap seslerinden cesaret buldukları izlenimi doğuyor. Arkalarında ‘güçlü' bir irade olmadan böylesine bir savunma hattında dizilmeleri başka nasıl açıklanır, izahı zordur."

Sözünü ettiği HSYK'nın 5 üyesi.

Şamil Tayyar, hâkimler ve savcılar tayin kararnamesi krizinin "perde arkası" öyküsünü gün gün, tarih vererek ayrıntısıyla anlatmış, ayrıca hangi hâkim ve savcıların "topun ağzında" olduğunu da isim isim belirtmiş.

Bir gün önceki yazısının başlığı "Sivil Yargılamanın Rövanşı" idi, iki gün önceki ise"HSYK'da Ergenekon Şoku". O yazının şu satırları özellikle dikkat çekiciydi:

"... HSYK'da bazı üyeleri bu kadar cesaretlendiren ne oldu? Bu soruya verilecek cevap önemli. Biliyorum, ilk aklınıza gelen, ‘CHP'yi cesaretlendiren neyse, HSYK'yı cesaretlendiren de odur ' cevabıdır.

Doğruysa, çok vahimdir. Böyle bir durumda; askere sivil yargı yolunu açan yasaya tepkili TSK'nın 28 Şubat sürecindeki gibi tüm güç odaklarını harekete geçirmek istediği algısı oluşur ki buna inanmak istemem... Ama aksi olursa, yani söylenti doğrulanırsa, hükümet, Ağustos Şurası'nda büyük bir operasyona ihtiyaç duyabilir. Bazı komutanlara emeklilik yolu görünebilir.

Şimdi ne olacak?

Adalet Bakanlığı, HSYK Başkanvekili'nin önerilerine şiddetle karşı. Böyle bir kararnameye imza atmak niyetinde değil. Çünkü böyle bir karar, Ergenekon ve diğer davaları Susurluk'a, Şemdinli'ye dönüştürür...

Bir bakarsınız, bu yıl kararname hiç çıkmaz."

* * * Kararnamenin hiç çıkmaması, 2000'e yakın tayin bekleyen hâkim ve savcıyı aileleriyle birlikte mağdur edecek. Kararnamenin, HSYK'nın 5 üyesi ve destekçilerinin istediği doğrultuda çıkması ise Türk demokrasisini ve Türkiye'nin geleceğini, on milyonlarca insanı ve birkaç kuşağı birden - mağdur edecek.

Askeri vesayet rejiminin, demokrasiye karşı "kontratağı"nın başarısını tescillemiş olacak.

Böyle bir durumu önlemek amacının sonucunda; şayet bu yıl kararname hiç çıkmazsa?

Çıkmasın!

RTÜK ÇİFTLİĞİNİN AĞASI DEĞİŞTİ.BAKIN KİM

Yeni RTÜK Başkanı'ndan Şok İfadeler

RTÜK'ün başkanlığına seçilen Prof. Dr. Davut Dursun'un Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde yazdığı makale Türkiye'deki laikliği tepeden inme, taklit ve İslama karşı oluşturulmuş sapkın bir ideoloji olarak tanımlıyor.

Zahid Akman'ın yerine Radyo Televizyon Üst Kurulu Başkanlığı'na seçilen Prof. Dr. Davut Dursun, yazdığı bilimsel makalelerde laiklik ve din eksenini cumhuriyetin kuruluş yıllarından bu yana değerlendiren bir akademisyen.

Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak yazdığı bir makaledeki görüşleri ise önümüzdeki günlerde çok tartışılmaya aday.

Gazeteport'un haberine göre, Dursun, Türkiye'deki laikliğin dine müdahale aracı olarak kullanıldığını, cumhuriyeti kuranlar tarafından dayatılan ve ibadet dışında tüm ayetleri kaldırdığını savunuyor. Laikliğin İslam ülkeleri için doğru olup olmadığını tartışan Dursun, laisizmin sünni islam karşısında "sapkın" bir ideoloji olduğunu savunuyor.

İşte RTÜK'ün yeni Başkanı Davut Dursun'un kaleme aldığı makale:

Dine müdahale olarak laiklik

Laiklik, Türkiye'de yaşayanların bir türlü üzerinde uzlaşamadıkları, ortak bir tanım geliştiremedikleri siyasal ve toplumsal sistemin en hassas kurumu ve konularından biri. Bu kavramla yüz yüze gelmemizin tarihi fazla geriye gitmez; aşağı yukarı cumhuriyet yönetimiyle birlikte gündeme gelmiş.

Cumhuriyet yönetimlerinin izledikleri din politikaları "laiklik" bağlamında ele alınmış ve onun adına hareket edilmiş. Din-devlet ilişkilerine yeni bir model ve yapı oluşturulur, izlenen din politikalarına meşruiyet kazandırılırken bu kavrama baş vurulmuş, ondan yardım istenmiştir. Türkiye'nin siyasal ve toplumsal sisteminin temelleri, ilkeleri ve hedefleri, Tek Parti yönetimi dönemindeki devlet eliti tarafından belirlenmiş olmaklığı nedeniyle, laiklikle hedefler de bu dönemde konmuştur.

Türkiye'deki laiklik uygulamasını ve bunun Batı ölçüleriyle ilgisini belirleyerek teorik bir modele oturtulmasının ne kadar zor ve hatta imkansız bir çaba olduğunu, bu konuyla ilgilenenler az çok bilerler.

***

Bu belirsizlik ve zorluğun pek çok sebebi üzerinde durulabilir; öncelikle Türkiye'nin tarihsel tecrübesi ve gelenekleri laikliğin neşvünema bulabileceği uygun bir toplumsal ortam oluşturmamaktadır.

Bugün rahatlıkla biliyoruz ki, hiç bir toplumsal veya siyasal kurum, içinde doğduğu toplumsal şartlardan bağımsız değildir ve ancak o şartların ürünüdür. Diğer taraftan laiklik, Türkiye'de halkın talep ve kanaatlerini rahatlıkla dile getirebilecekleri, kendi talepleri doğrultusunda devletin yapılanacağı bir ortamda doğmuş değildir; tam tersine laiklik, cumhuriyet yönetimlerinin halka rağmen yukarıdan aşağıya inen baskı ve dayatmaları sonucunda kurulmuştur. Dayatma ve baskı sadece laiklik veya din politikaları alanında değil, bütün toplumsal ve siyasal uygulamalar ve sistem alanında gerçekleştirilmiştir.

CUMHURİYETİ KURAN KADROLAR

Cumhuriyeti kuran kadronun bu uygulamasını bir "toplumsal inşa" projesi bağlamında değerlendirmek ve anlamlandırmak gerekir. Toplumu bütünüyle yeniden inşa etmeye yönelen bir kadro ve onun ideolojisinin, toplumsal talep ve kanaatleri veri olarak almasını ve buna göre politikalarını belirlemesini beklemek doğru olmaz. Söz konusu kadro, her şeyden önce toplumu "medenileştirmek" "millileştirmek" ve "kalkındırmak" için kendini görevli ve yetkili görüyordu.

Dolayısıyla laiklik konusunda, diğer alanlarda olduğu gibi, halkın talep ve eğilimleri, açıklayıcı bir faktör olmamaktadır. Ayrıca Türkiye'deki laiklik uygulaması kendi içinde farklı özellikler ve yapılar barındırmaktadır. Tek parti dönemindeki laiklik uygulamasıyla çok partili dönemdeki laiklik uygulaması arasında önemli farklılıklar ve değişiklikler gözlenmektedir.

Bu sebeple laiklik konusunda herhangi bir değerlendirmede bulunacak kimse, hangi dönemi öne alarak önermelerde bulunduğunu belirtmek zorunda kalmaktadır. Bugünkü tartışmalara baktığımızda tek parti dönemi laikliğine özlem duyanlar ve çok partili dönemdeki din hürriyeti lehine gözlemlenen iyileştirmelere karşı çıkanlar bulunduğu gibi, bunu baskı ve totaliter bir uygulama olarak değerlendirip çok partili dönemdekini dahi yeterli görmeyenler de vardır. Bu sebeple Türkiye'deki laiklik uygulaması konusunda dahi uzlaşmak mümkün olmamaktadır.

Bunların dışında daha köklü ve kapsayıcı bir eleştiri, Türkiye gibi Müslüman toplumlarda laikliğin mümkün olup olmadığı noktasında tartışmanın yapılması da mümkündür. Esas itibariyle laiklik, Hıristiyan-Batı toplumlarının şartlarında doğmuş bir modeldir; bu modelin Müslüman toplumlar için mümkün olup olmayacağı tartışması anlamlı gözükmektedir. Laikliğin Batıdaki uygulaması, anlamı ve işlevleri ile Türkiye'deki uygulaması, anlamı ve işlevlerinin farklı olduğu herkes tarafından gözlemlenebilen ve kabul edilen bir durumdur.

TÜRKİYE'DEKİ LAİKLİK

Bu açıdan bakıldığında Türkiye'nin tarihsel tecrübesi din-devlet uzlaşması temeli üzerinde gelişmiş olmakla beraber laikliğin bir devlet ve siyaset ilkesi olarak yerleştirilmesi, esasında bu gelenekte fazla bir değişiklik yaratmamış, sadece" din-devlet uzlaşması"nda ibreyi devletin lehine döndürerek, dini bağımlı bir yapı haline getirmiştir. Türkiye'deki laiklikle ilgili olarak söylenebilecek çok şey vardır. Yukarıda belirtildiği gibi laiklik kendi tarihsel tecrübemizin ve toplumsal geleneklerimizin bir ürünü olması da bir realite olarak cumhuriyet yönetimiyle birlikte tanışmış bulunuyor ve uzun zamandır üzerinde tartışmayı sürdürüyoruz.

LAİKLİK FRANSA'NIN TAKLİDİ

Esasında Türkiye'deki laiklik uygulaması ile Fransa'da ihtilalden sonraki gelişmeler arasında şaşırtıcı bir benzerliğe dikkat etmek gerekir. Söz konusu benzerlik şartların ayniliğinden doğan bir benzerlik değil, laikliği siyasal ve toplumsal bir ilke haline getirmek isteyen idarecilerin "taklid"inden doğan bir benzerliktir. Cumhuriyeti kuran ve siyasal iktidara egemen olan devrimci kadro, toplumun geriliğinin faturasını kestikleri dini, kamusal alandan bütünüyle "tard" ve "tesifiye"ye yönelmiş militan bir devlet politikası uygulamışlardır. Bu kadronun laiklik meyanında yaptıkları şu şekilde özetlenebilir: Dini, din adamlarının ve din kurumlarının baskı altına alınması ve küçük düşürülmesi, mabetlere saygısızlık dini eğitimin yasaklanması, ibadet yapmanın zorlaştırılması, İslam dininin reforme edilemeye çalışılması ve bir "İslami kilise" oluşturulmasına yönelik uygulamalar, bir "akıl dini"nin yaratılmak istenmesi, kültür devriminin yürürlüğe sokulması. (Bk. Durmuş Hocaoğlu, "Sekülarizm, Laisizm ve Türk Laisizmi," Türkiye Günlüğü, Sayı: 29, TemmuzAğustos 1994.)

TÜRKİYE MODELİ TARTIŞMA GÖTÜRÜR

Türkiye'de uygulanan laikliğin gerçekten bir laik model olup olmadığı tartışma götürür bir konudur. Her ne kadar resmi söylem ve metinlerde laikliğin "din ve devlet ayırımı" olduğu belirtiliyor ve Türkiye'dekinin dinin ve devletin birbirinden ayrılması olduğu iddia ediliyorsa da gerçeğin böyle olmadığı herkesin malumu bir durumdur. Dinin devletten ayrılması değil, devletin dini belli bir forma sokması olarak ortaya çıkmıştır. İşte bu tavır ve tutum esasında İslam’ın reforma tabi tutulması ve ulusal ilke ve amaçlarla uyumlu bir "milli İslam"ın yaratılması çabasından başka bir şey değildir. Kanaatime göre Türkiye'deki laiklik uygulamasının en can alıcı noktası ve bariz vasfı işte budur; yani Türk laikliği İslamı reforme eden ve ulusal bir İslam oluşturmaya yönelen çabaların bir ürünüdür diyebiliriz.

DİNE MÜDAHALE EDİLDİ

Cumhuriyet yönetiminin ilanının hemen arkasından başlatılan radikal düzenlemeler ve yenilikler çerçevesi dahilinde yapılanların çoğu doğrudan veya dolaylı olarak dine müdahale şeklinde tecelli etmiştir. Şer'iye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Riyasetinin kurulmasını sağlayan 3 Mart 1340 tarih ve 429 sayılı kanun, Cumhuriyet yönetiminin dine ilk müdahalesidir. Bu kanun dini "itikadat ve ibadat"dan ibaret hale getirmiş, geriye kalan alanları ise dinden çıkararak siyasal kurumların tekeline aktarmıştır. Cumhuriyet laikliğinin dine müdahale olduğu zaten ilgililerce de ifade edilen bir uygulamadır. M. Kemal'in hatıratını yazan F. R. Atay "Kemalizm aslında büyük ve esaslı bir din reformudur... Kemalizm ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır." (Çankaya, İstanbul 1969, s. 393.) diye yazmıştır.

Bize göre bu tespit doğrudur ve yaşanan pratiği açıklamaktadır; yapılanlar bundan başka bir şey değildir. Bu amaca yönelik uygulamalar laisizmin "Sünni İslam" karşısında "sapkın" bir ideoloji ve rakip olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. (Bk. M. Türköne, "Türk Siyasetinin Eskimeyen Kilidi," Türkiye Günlüğü, Sayı: 21, Kış 1992.) Hatta her gün karşılaştığınız, "Ben Müslümanım. Allah'a ve Peygambere inanıyorum. Ama toplumsal ilişkilerimi, günlük davranışlarımı kendi bildiğim gibi ve aklımla belirlerim. Allah'ın bu alanda bir dahili olamaz!" şeklindeki tavır ve tutumun oluşmasında laikliğin, daha doğrusu deforme edilmiş "resmi İslam'ın payının büyük olduğunu sanıyorum. İslam’ı çok iyi bildiğine kani olduğumuz Şemsettin Günaltay'ın şu kanaatleri son derece ilgi çekicidir.

"İslam dini Peygamberimizin Mekke'de bulunduğu sırada yaptığı ahlaki telkinlerden ve bu olgunluğa varmanın bir vasıtası diye tavsiye edilen vazifelerden ve ibadetlerden mürekkeptir. Medine'de bir devlet kurulduktan sonra başvurulan Şeriat kaidelerinin mahiyeti, o zamanki mahalli şartların icabının yerine getirilmesinden ibarettir. Bu kaidelerin bin küsür yıl sonra başka muhit şartları içinde yaşayan milletlerin hayatına esas olamaz" (Sebilürreşad, III-65, Kasım 1949.)

İSLAM’IN ULUSALLAŞTIRILMASI

Diğer taraftan Türkiye'deki laikliğin yöneldiği en önemli alanlardan biri de İslam’ın ulusallaştırılması konusudur. Cumhuriyetin yönetici ve devlet elitine egemen olan "milliyetçilik" ideolojisi, toplumsal hayatın bütün alanlarının millileştirilmesini gerekli görüyordu. Genel çizgilerle cumhuriyetin yönetici kadrosu iki temel hedefe yönelmiş idi. Bunlardan biri "medeniyet," diğeri de "milliyetçilik"ti. 20. yüzyılın ilk yarısı milliyetçi düşüncelerin imparatorluk rejimlerini parçalamada güçlü bir manivela olarak kullanıldığı, evrensel ve uluslar üstü değerlerin, yerini ulusal ve yerel olanlara terk ettiği bir dönem olmuştur.

Türkiye'de imparatorluk çökünce evrensel mantalite ve değerler de toplum gündemindeki geçerliliğini kaybetti ve yerine ulusal ve yerel olanlar ikame edilmeye başlandı. Her şeyin millileştirildiği bir ortamda İslam’ın evrensel ve uluslar üstü konumda tutulmasını beklemek doğru olmaz. Kaldı ki, Osmanlı Devletinin sonlarına doğru dinin millileştirilmesi konusunda da ciddi görüşler ileri sürülmüş ve toplum buna hazırlanmıştı. Ziya Gökalp, 1915 yılında yazdığı "Vatan" şiirinde dindeki Türkçülükle ilgili ipuçlarını veriyordu. O şöyle diyordu: "Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur, Köylü anlar manasını namazdaki duanın...

Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur, Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!"

TÜRKÇE DUA VE EZAN

Z. Gökalp'ın bu özlemeleri 1930'lu yıllarda gerçekleşecektir. Hutbe, ezan, kamet Türkçeleştirilecek, Kur'ân'ın ve diğer dini metinlerin Türkçeleştirilmesi için ciddi çabalar içine girilecektir. Bu tür tasarrufların dine müdahale olduğu, tartışma götürmez bir gerçektir. Esas itibariyle dine bir müdahale anlamı taşıyan laiklik dinin dünyaya, dünyevi alana ve özellikle de devlet idaresine müdahalesini önleyen, onu siyaset ve toplum hayatından tamamen uzaklaştırmayı ve tasfiyeyi amaçlayan bir harekettir.

Bu durumda din, toplumsal, siyasal ve diğer tüm kamu alanlarından çekilerek kişisel bir yapı haline getirilmek, vicdanlara kapatılmak istenmektedir. Bu amacın gerçekleştirilmesi için de siyasal güç ve devletin kullanılması Türkiye'deki laikliğin mümeyyiz vasfı olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye'de laikliğin dine müdahale etmesi, dinin kamusal alanlardan uzaklaştırılması ve kişisel bir yapı haline getirmesinin istenmesi, dindarlara baskı uygulanması, dini devlet gücüne bağlanması şeklinde uygulanmasının zihinsel alt yapısında cumhuriyet ideolojisinin ve kadroların düşünce ve idealleri yatmaktadır.