16 Ekim 2011 Pazar

TARİHÎ UYARI



Kısaca “Füze Kalkanı” adıyla tanınan Yeni NATO Avrupa Füze Savunma Sistemi’nin ilk ve görünür hedefi, İran’dır. Zira, hem İran’ın petrol ve doğal gaz kaynakları henüz küresel denetim altına alınamamıştır, hem de nükleer silahlanma yolundaki İran, ABD’nin Orta Doğu’daki ana üssü ve vazgeçilmez müttefiki İsrail için güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Bu yüzden, Lizbon Antlaşması metinlerinde hedef ülke olarak zikredilmemekle beraber, Füze Kalkanı projesinin asıl -ve şimdilik ilk- hedefinin İran olduğu önde gelen NATO devletlerinin liderlerince pervasızca telaffuz edilmektedir.
Bu durumda, Füze Kalkanı projesinin kendi toprakları üzerinde tesisine izin veren Türkiye üç önemli siyasi-askeri riski de kabullenmiş durumdadır.
Birincisi, 2007 yılında “Gürcistan’a insani yardım malzemesi götürmek” gerekçesiyle maskelenen ABD harp gemilerinin Boğazlar’dan Karadeniz’e çıkışına izin veren Türkiye’nin, nükleer füzeli Aegis gemilerinin Füze Kalkanı projesi kapsamında Karadeniz’e çıkmalarına da karşı koyamayacak olmasıdır. Bunun tam adı, “Montrö Sözleşmesi’nin bizzat Türkiye eliyle delinmesi” dir ve bu yolda ABD ile gizli anlaşmalar yapmış/yapacak Türk hükümetlerinin bu tasarruflarının hesabını vermesi mümkün olamayacaktır.
İkinci risk, projenin kurulmasıyla birlikte topraklarımızın tümünün “yabancıların kontrolündeki elektronik istihbarat sistemleri” ile kaplanacak olmasıdır. Buna, elektronik sistemleri yönetecek uzmanların her an yapabilecekleri “beşeri istihbarat” ihtimali de eklenirse riskin hacmi ortaya çıkacaktır. Özetle, Barış Gönüllüleri’nden ve Çekiç Güç’ten sonra yeni bir sosyal, siyasi ve askeri tahribatla daha karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdır.
Üçüncü risk ise bu projenin Türkiye’yi yeni bir “Osmanlı
-Safevi çatışması” ortamına sürükleyebilecek olmasıdır. Bunun gerçekleşmesi halinde, Türkiye’nin bütün ekonomik ve askeri enerjisinin tükenmesi, güneydoğu bölgemizi de içine alacak bir Kürt devletinin kurulmasına karşı koyamama gibi kâbusların ötesinde bütün İslam Dünyasını da kapsayabilecek mezhep çatışmalarına yol açılacaktır.
İran’ın uygulamakta olduğu savunma stratejisi -veya genel askeri strateji- de çok iyi incelenmeli ve dersler çıkarılmalıdır. Bilindiği gibi, NATO’nun Avrupalı ülkeleri Libya’ya yaptıkları askeri operasyonlar sırasında Kaddafi kuvvetlerinin oldukça iyi -hatta bir kısmıyla ileri- teknolojiye sahip hava savunma sistemleri, zırhlı birlikler gibi harp araçlarını elektronik müdahale ile felce uğratmış ve kullanılamaz hale getirmişlerdir. Silahlanma stratejini öncelikle ileri teknoloji ürünü harp silah ve gereçlerine sahip olmak üzerine kuran Türkiye’yi de muhtemel bir çatışmada bekleyecek akıbet Libya’nın karşılaştığından pek farklı olmayacaktır.
İran ise, tamamen farklı olarak, savunma stratejini “uzak menzilli füzeler eliyle caydırıcılık sağlama” mantığı üzerine bina etmiş olup, mevcut füze sistemlerine nükleer kabiliyet de kazandırabilmenin peşindedir. İran’ı bölge devletlerine, kendi politikalarına ve özellikle İsrail’e karşı en büyük tehdit olarak gören bugünün Haçlıları’nın askeri müdahalede bulunmaktan çekiniyor olmalarının gerisinde yatan gerçek herhalde budur.
Türkiye’nin de, İran’ı çok iyi inceleyerek, savunma stratejisini “öncelikle uzak menzilli klasik füze sistemlerine sahip olma” , bunu takiben “bunlara nükleer kabiliyet kazandırma” ve son aşamada da “ileri teknoloji kullanan silah sistemlerini bizzat üretme” sistematiği doğrultusunda yenilemesi gerektiğine inanmaktayız.
Türkiye’nin devlet kurumları ve insan yapısı bunu başaracak güce sahiptir. Ayrıca, başta üniversitelerimiz olmak üzere bütün araştırma kuruluşlarımız ve siyasi partilerimiz de katkılarını mutlaka esirgemeyeceklerdir.
Bütün bu gerçeklerin ışığında ülkemize hiçbir yarar getirmeyeceği açıkça belli olan; ama doğuracağı çok yönlü sonuçları itibariyle büyük zararlara yol açacak olan Füze Kalkanı Projesinin radarlarının ülkemiz sınırları içinde kurulmasından vazgeçilmesini ve yapılan anlaşmaların iptal edilmesini, Milletimize, Devletimize, Vatanımıza ve Halkımıza karşı duyduğumuz sorumluluğun gereği olarak talep ediyoruz.
Dünden itibaren tırnak içerisinde yazdıklarım Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yazılmış bir mektuptan alıntıdır. Kaymakamlıktan müsteşarlığa, bakanlıktan büyükelçiliğe kadar devletin bütün kademelerinde yıllarca görev yapmış, bilgi ve tecrübelerini kimsenin inkar edemeyeceği Namık Kemal Zeybek bu tarihi mektubu DP Genel Başkanı hüviyetinden önce yeni anayasada kaldırılmak istenen “Türk vatandaşı” olarak yazdı. Ancak henüz cevap alamadığı için bizlerle paylaşmıştır. AKP’ ye oy veren vatandaşlarımız dahil olmak üzere Türkiye nüfusunun büyük bir bölümünün altına imza atacağı bu uyarıya ülkenin siyasi sorumlularının bigâne kalabileceğini düşünmek bile istemiyorum.

Yavuz Selim DEMİRAĞ


"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."