31 Aralık 2009 Perşembe

BUNLAR TAMAMEN CİA’NIN İŞİ
Yemekten dönüyoruz, arkadaşlar takılıyor:
“komutanım gördük, peçeteyi yuttunuz”
Bizi biliyor ve gülüyor. Çay ve sigara içmeye gidiyoruz.
Konu açılıyor.
Karşıdaki dört katlı binayı göstererek:
“Ben şu bina kadar hangarları bekledim.İçerisi silah dolu.Bakıyorum,silahlar AN…. envanterine kayıtlı.Bizde böyle bir birlik yok.Bu silahlar kimin?Bunu sorun.....”

“Bu silahlar ABD’nin silahları. Komünizm geldiğinde şu yapılacak bu yapılacak diye eğitim verdiler bize.”
Ben lafa katılıyorum.
—Kore’de ne işimiz vardı?
Aynı şey değil mi? Komünizmle mücadele.

Kozmik Oda’ya girdiler:
“Kozmik odada ne bulacaklar?2. dünya savaşından kalma belgeler var orada”
“Arınç’a suikast falan tamamen Cia’nın işi”
Araya başka sohbetler karışıyor. İnsanların apolitik, korkak ve içine kapanık oluşundan bahsediyoruz. Bunun istenilen bir süreç olduğunda birleşiyoruz.
Komutan soruyor ve cevaplıyor.
“12 Eylül 1980 olmalımıydı?
Evet olmalıydı.
Ama sonraki süreç…
Kenan Evren’in yatacak yeri yok”

Terörle mücadelede siviller zarar gördü diyorlar.

“Bakın bir gün operasyondan döndük. Köy korucuları helikopterle indirildi aşağıya. Biz kaldık. Bir hafta sonra hamile bir kadın helikopterle indirildi. Ben 15 gün bu köyü bekledim. Bu sözler insafsızlık. Şimdi düşünüyorum da; sadece kırgınım.”

Ve sohbet bu şekilde gidiyor.
Bu sözler yaklaşık 3 saat önce sohbet ettiğim emekliliğin eşiğinde bir Albay arkadaşımın sözleri.
Kısacası ABD komünizmle mücadele adı altında kurdurduğu yapıların, Doğan Güreş Paşa tarafından ulusallaştırılıp gerekirse ABD’ye karşı kullanılabilecek duruma gelmesini sindiremedi. Şimdi beslemesi AKP aracılığıyla intikamını almaya çalışıyor. Arınç’a suikast falan hikâye, tamamen CİA ajanlarının işi. 


"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."


30 Aralık 2009 Çarşamba

MİLLETİN DAMINI  MAMINI TAŞLAMA

YAHUDİ SEVİCİLİĞİN DE SON DEM:İTİRAF
Erturul Özkök’ün bu romantik duygu yüklü yazısı aslında bir itiraf gibi. İzmir’de hiçbir cılız çocuk bacak kadar boyunla Yahudi sevgili aramaz, hatta aklına bile gelmez. Lakin İzmir’de Yahudi,hatta dünyanın hiçbir yerinin kızını aratmayacak kadar güzel kızlar vardır. Ama cılız çocuklar büyüyüp dünyanın ekonomik gücünün her türlü entrikayla Yahudilerin eline geçtiğini görünce ve onlara yamanınca bir şey olacağını anlayınca sadece “ah keşke küçükken Yahudi bir sevgilim olsaydı” demiş olabilir. Ertuğrul’da bu psikolojiye düşmüş görünen o.20 yıllık hizmetinden sonra itiraf gibi bir yazı yazmış. Aslında “ben artık Yahudi sayılırım” demiş dolaylı yoldan. Artık çok iyi biliniyor ki İsrail’in kuruluşuyla Hürriyet Gazetesinin açılışı arasında sadece saatler vardır. Hürriyet İsrail’in Türkiye temsilcisidir.
20 yıllık hizmetten sonra Ertuğrul’a bir kıyak geçinde “ hadi gel koçum, sen artık Yahudi sin” deyinde adamcağız mutlu olsun.
Onlar demese bile ben sana diyorum Sayın Ertuğrul:
Kendine  (bırak çocuk mocuk, masum ayakları) Yahudi hatun bulamasan da 20 yıllık hizmetinden dolayı seni Yahudi ilan ediyorum.
Bu yaştan sonra Yahudi hatun peşinde koşup da 40 dan sonra millete madara olma.Bunarken de milletin damını mamını taşlama.


YAHUDİ SEVGİLİ BULAMAYAN CILIZ ÇOCUK
Ertuğrul ÖZKÖK  

AKMERKEZ veya Galleria'da ne zaman bıçkın bir varoş çocuğuna rastlasam, hep o delikanlıyı hatırlarım. Yıllarca önce, 16-17 yaşlarında, İzmir'in Alsancak Semti'nde dolaşan o cılız çocuğu.
Utandığı incecik ve pazusuz kolları yüzünden hep uzun kollu gömlek giymeye mahkûm edilmiş o kenar mahalle çocuğunu.
Yani kendimi...
En çok istediğim şey, bir Yahudi sevgilim olmasıydı.
Neden bilmiyorum. Başka bir dünyaya geçebilmek arzusundan mı, yoksa gördüğüm her güzel kızı Yahudi zannetmemden mi?
Oysa İzmir'de o kadar çok güzel kız vardı ve Yahudi nüfusu o kadar azdı ki...
Ama kararmış gözüm, bu sosyal orantıyı kurmaktan bile acizdi.
* * *
Hiçbir zaman Yahudi bir sevgilim olamadı.
Çünkü hiçbiriyle karşı karşıya gelemedim. Zaten gelsem de utancımdan hiçbir şey konuşamazdım.
Hıncımı, tarihi Asansör'ün tepesinden, aşağıdaki Yahudi mahallesinin evlerinin damına küçük taşlar atarak alabiliyordum.
Özellikle akşam kararmaya başladıktan sonra.
Gündüzleri ise 319'uncu Sokak'taki evimde arkadaşlarımla aynı yere gelir, buharlı asansörle aşağı inip denize giderdim.
Tıpkı, Luc Besson'un ‘‘Le Grand Bleu'' filminin başındaki o çocuklar gibi.
Evet tıpkı, aynen onlar gibi.
Bacaklarımız bile onlarınki kadar cılız, gövdemiz onlarınkinden bile çelimsizdi.
* * *
10 Ocak'ta işte yine o tarihi Asansör'e gidiyorum.
Bu defa aşağıdan yukarı çıkıyorum.
Damlarına intikam taşları attığım o evleri ilk defa aynı hizadan seyrediyorum.
Orası artık Dario Moreno Sokağı olmuş.
Sokağın iki yanına, her evin önüne manolya ağaçları dikilmiş.
Ama evlerin içi sanki boş gibi.
Hayatımda hiç olmayan o meçhul Yahudi sevgililerin hepsi tek tek orayı terk etmiş.
Geriye güzel ama hüzünlü bir sokak kalmış.
Bir de Dario Moreno'nun o müthiş Doğu Akdenizli siması, ince bıyıkları, tatlı gülüşü ve beni hálá mahveden İzmir titreşimli sesi.
Oradan çıkıyor, Konak Meydanı'nı geçip, Pasaport'a doğru ilerliyorum.
Sol tarafta tanıdık bir bina.
Eski balık hali.
Ama artık yepyeni bir çehreye kavuşmuş.
Kapısında ‘‘Konak Pier'' yazıyor.
Çok güzel bir alışveriş ve eğlence merkezi olmuş.
Kapıda güler yüzlü genç bir kız var.
Çok güzel mağazalar açılmış. Remzi Kitabevi insanın içini açıyor.
İnsanı New York'taki pierlerden bile daha ileri götüren hoş bir atmosfer var.
İzmir tam İzmir.
* * *
Hep o baş döndürücü doğum yerim.
Tek başıma dolaşırken, karşıdan bana doğru gelen kendimi görüyorum.
Yahudi sevgilisini arayan o genç çelimsiz çocuğu.
Yanımdan geçip gidiyor.
Pier'in salonlarında eski bir parça çalıyor.
‘‘California dreamin.''
Oysa benim içimdeki jukebox'ta Rolling Stones var.
‘‘Time is on my side...''
‘‘Zaman benimle birliktedir.''
Oysa biliyorum ki artık değil, artık hiçbir zaman benimle birlikte olmayacak.
Artık hiçbir zaman yan yana yürümeyeceğiz. Ya o kaçacak ben kovalayacağım, ya da tersi.
İkimizden birinin mutlaka acelesi olacak.
Dışarı çıkıp yan tarafa dolaşıyorum.
Orada hiç değişmeyen bir şey var.
O firkateynler, o muhripler hálá orada demirli.

Bahriyeliler aynı yerde, aynı güvertede.
Şarkı o zaman yerine oturuyor. ‘‘Time is on my side...''

* * *
Sonra tekrar içeri girip, yavaş yavaş kapıya yöneliyorum.
Kapıdan çıkarken öğreniyorum ki, o güzelim mekán, o gün mühürleniyormuş.
Dario Moreno Sokağı'ndaki Yahudi sevgililerim çekip gitmiş.
O güzelim Pier mühürlenmiş.
Ve kapının ilerisinde Yahudi sevgili bulamayan cılız bir delikanlı, yavaş yavaş uzaklaşıyor.
Aklımda kalan tek ayrıntı ise şu.
Üzerinde uzun kollu bir gömlek var.
Ve bir de şu cümle:
‘‘Uzun kollu gömlek giyen her cılız çocuğun gönlünde bir Yahudi sevgili yatar.''




Ertuğrul Özkök

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Ertuğrul Özkök (d. 4 Ağustos 1947İzmir), yaklaşık 20 yıl boyunca Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmenliği yapan Türk gazeteci veakademisyendir. Hâlen Doğan Yayın Holding yönetim kurulu üyesi ve yürütme komitesi başkan yardımcısı olan Özkök, Hürriyet'teki yazılarına devam etmektedir.
İzmir Namık Kemal Lisesi ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın ve Yayın Yüksekokulu'nda okuyan Özkök, bir yıl TRT'de muhabir olarak çalıştı ardından Fransa'da İletişim Bilimleri'nde doktora yaptı.
Hacettepe Üniversitesi'nde 1986 yılına kadar öğretim üyesi görevini üstlendikten sonra, Hürriyet Gazetesi'nde çalışmaya başladı. Hürriyet Gazetesi genel yayın yönetmeni olarak 20 yıl görev yaptıktan sonra bu görevi 29 Aralık 2009 tarihinde bırakmıştır. Emin Çölaşan, Ertuğrul Özkök hakkında son kitabında (Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi) birlikte yaşadıkları bazı anıları anlatmıştır.

“BEN ÇAPKINIM. EVET, ETRAFIMDAKİLER DE PEZEVENKTİR”

1936 Yazı, yer Ankara Atatürk Çiftliği, öğle yemeği. Her zamanki gibi Atatürk sofranın başköşesinde, karşısında Celâl Bayar etrafında günün hükümetinin bakanları bulunuyor. Tam o sırada açık olan salon kapısının önünden köşkte bulunan Prof. İbrahim Necmi Dilmen(1887-1945) geçiyor. Dilmen Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurucuları arasında, “harf inkilâbı” üzerine Atatürk’ün baş danışmanı konumunda. 24 Ağustos 1936′da Dolmabahçe’de toplanacak olan III. Dil Kurultayı’nın ön çalışmaları fikir alış-verişi için çiftliğe uğruyor. O sırada Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili profesörü. “Dilmen” soyadı da kendisine bizzat Atatürk tarafından verilmiş. Prof. Dilmen’i görünce, eliyle “gel” işareti yapar, millî önder ona diyor ki:
“-Tam da zamanında geldiniz Necmi Bey. Bildiğim kadarı ile siz not tutmayı çok seversiniz. Lütfen bir sandalye alıp yanıma geliniz. Çok önemli şeyler söyleyeceğim, lütfen not ediniz.”
Prof. Dilmen masanın yanına bir sandalye çeker ve cebinden bir kurşun kalem çıkarır. Koyu yeşil renkli el ajandasını açar ve hazır olduğunu tavrıyla beyan eder. Notlar eski Türkçe harflerle alınmıştır:
Atatürk masanın sağ başındaki bakan beyi işaret ederek derki: “Diyorlar ki, ‘Atam gelecekte tarih sizi çok çapkın biri olarak yazacaktır’ doğrudur. Ama tarih bir başka şeyi daha yazacaktır.”
Parmağı ile Dilmen’in not defterini işaret ettiğinde, sofradaki ‘gevrek’ hava kendini sessizliğe bırakmıştır. Ani olarak sofraya döner ve aynı parmağını sağ baştan başlayarak, Celâl Bayar’dan sola uca dönerek çevirir.
“Evet, etrafındakiler de pezevenktiler…”
Sofrada “buz gibi” bir hava eser. Necmi Bey gözleri ile müsaade ister, çakmak gözlerden izini alıp odadan ayrılırken Atatürk rakısından bir yudum almış, sanki kimse yokmuş gibi başını önüne eğip yemeğine devam etmiştir. Necmi Bey bu elektrikli havadan dolayı beklemeden çabucak köşkten ayrılır…

Prof. Dilmen’in eniştemin dedesi olması nedeni ile eniştemin annesi rahmetli Zerrin Kuşadalı tarafından bana ve 1980′lerin ortasından itibaren Günaydın gazetesinde çalışmış olan akrabam gazeteci Eşref Bağrım (ve annesine) eski Türkçeden tercüme ile okunmuştu. Anılar çok önemli olduğu için basılmalıydı. Fakat “cici anne” büyük bir hata yaptı. Türkiye’de burjuva sosyalizmi(sosyal-demokrasi)nin ilk yazımcılarından olan Prof. Dilmen zamanında 33° mason olduğu için, Zerrin hanımda sürekli kendisine hal-hatır soran, Tercüman gazetesinde köşe yazarı bir mason biradere “basılmak şartı ve özellikle sözü” ile bu not defterini vermiş. Eşref ve benim ısrarlı uyarılarımız üzerine geri istedi ise de bu defter asla ona geriye verilmedi. Şu anda ya bir mason locasının kasasında ya da imha edildi…


http://masonluk.wordpress.com/2009/11/11/ataturk-sofralari/#more-375

"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."

LA PADANİA'DAN HAÇLI SEFERİ ÇAĞRISI


İtalya'daki merkez sağ koalisyonun ortağı Kuzey Birliği Partisi'nin (KBP) resmi yayın organı La Padania gazetesi, Batı'nın "İslam tehlikesi" karşısında yeni bir "haçlı seferi" düzenlemesi gerektiğini savundu.
Gazete, bugünkü nüshasında, "İslam'ı durdurmak için yeni bir İnebahtı" başlığıyla yayımladığı başyazıda, Batı için "yeni bir (Papa) 5. Pius"un ve de "yeni bir İnebahtı"nın şart olduğunu iddia etti.

Detroid-Amsterdam seferini yapan ABD uçağına saldırı girişiminin ve Moritanya'da iki İtalyan vatandaşını kaçırma eyleminin El Kaide tarafından üstlenilmesine, La Padania gazetesi sert tepki gösterdi.

"Hıristiyan Batı"nın Osmanlılara karşı çıktığı dönemlerde olduğu gibi günümüzde de İslam'la mücadele için Papa önderliğinde bir "kutsal ordu" oluşturması gerektiğinin iddia edildiği yazıda, kilisenin halihazırdaki tavrının, "Ne var ki günümüzdeki kilise, korku içerisinde. Mücadeleye yanaşmıyor. Son derece pasif bir tutum içerisinde, saldırıları kabullenmekle yetiniyor. Barışı istemeyenler barış olamayacağını unutuyor" sözleriyle eleştirilmesi de dikkati çekti.

Batı'nın tıpkı 1500'lü yılların ikinci yarısında olduğu gibi günümüzde de İslam tehlikesiyle karşı karşıya olduğu öne sürülen başyazıda, şu ifadeler kullanıldı:

"O eski dönem ile şu günlerde yaşanan olaylar arasında paralellik olduğu açıkça ortada. Ama tarih sadece kısmen tekerrür ediyor: Zira bu tehlike karşısında Hristiyan Batı, günümüzde çok farklı bir tavır sergiliyor. Eski dönemlerde kararlılıkla hareket etmiş olan kilise, günümüzde özür dilemekle meşgul. Papa 5. Pius, o dönemlerde, Türklere karşı kutsal ittifakın öncülüğünü yapmıştı. Günümüzdeki kilise ise korkmakla meşgul."
Başyazıda, kilise yetkililerinin dünyaya Hıristiyanlık inancını yaymaktan başka bir şey düşünmemeleri de eleştiri konusu yapılarak, "Kilisenin, en azından bir kısım kilisenin derdi, dünyayı hidayete erdirmek. Bu nedenledir ki, Türkiye'de bir kilise daha açabilme uğruna, neredeyse bizi satmaya bile razı olmaya hazır vaziyetteler" ifadeleri de yer aldı.

İtalya'da yabancı düşmanı politikaların savunuculuğuyla bilinen KBP, zaman zaman Po ırmağı civarındaki bölgelerin "Poistan" (La Padania) adı altında özerk bir yapıya kavuşturulması gerektiğini savunan ayrılıkçı söylemleriyle de ön plana çıkıyor. 


HATIRLAYALIM

İnebahtı Deniz Muharebesi (İspanyolca: Batalla de Lepanto, İtalyanca: Battaglia diLepanto), 7 Ekim 1571 tarihinde Osmanlı Devleti ile Haçlı donanmaları arasında,Korint Körfezi'nde, İnebahtı yakınlarında yapılan deniz muharebesidir. Osmanlı kaynakları, bu muhaberenin adını "Sıngın" olarak yazar. Ispanyol yazar Cervantes (ayni zamanda bu savasta elinden yaralanmistir) Inebahtiyi yuzyillarin gordugu en buyuk savas olarak nitelendirmistir.

O dönemde Kıbrıs, oldukça hareketli Mısır - İstanbul deniz ticaret yolu üzerinde önemli bir engeldi. Ada Venedik elinde bulunuyor, adada yuvalanan, Venedik desteğindekiHristiyan korsanlar sık sık ticaret ve hac gemilerini vuruyorlardı. Kıbrıs'ın, vaktiyle bir Müslüman ülke olduğu gerekçesiyle fetva alınıp savaş açıldı. Kıbrıs'ın önemli merkezleri Lefkoşe ve Magosa, zorlu mücadelelerden sonra zaptedildi ve fethi tamamlandıktan sonra Kıbrıs, beylerbeylik haline getirildi (1570-1571).
Osmanlı Devleti'nin Kıbrıs adasını almaları, Avrupa'da büyük tepkilere yol açtı. Bunun sonucu olarak Papa Pio V, İspanya kralı ve Venedik dukası, Osmanlılara karşı birleştiler. Bu birleşmeyi imza ile de onayladılar (15 Mayıs 1571). Kutsal ittifak adı verilen bu antlaşmayı, Osmanlılar, gizlice öğrendiler. Osmanlı Dîvanı'nda, bu tarihlerde, bazı görüş ayrılıkları yüzünden anlaşmazlık vardı. Bu durum, alınacak tedbirleri durduruyor, Donanmayı Hümayun amiralliğinin, Preveze'den yazdığı yardım isteklerini cevapsız bırakıyordu. Sonunda Dîvan, Avrupa karşısına güçlü bir donanma ile çıkma konusunda karara vardı. Ancak Dîvandaki anlaşmazlık yüzünden, Osmanlı donanmasının başına, bir kara ordusu kumandanı olan Müezzinzade Ali Paşa getirildi. İstanbul'a gelen ikinci bir haber, Osmanlı sularına gelmekte olan Haçlı donanması ile ilgiliydi. Sokollu, bu donanmayı durdurmak görevini de gene bir kara ordusu kumandanı olan Pertev Paşa'ya verdi.
Osmanlı donanmasında bir vezir, dört paşa, 15 beylerbeyi vardı. Ayrıca Uluç Ali Paşa, Cafer Paşa, Barbaroszâde Hasan Paşa, Barbaroszâde Mehmed Paşa ve Salihpaşazâde Mehmed Bey gibi Osmanlı denizcileri de bulunuyordu.
Osmanlılara karşı meydana getirilen Haçlı donanmasının başına, V. Karl'ın evlilik dışı oğlu, Hollanda genel valisi Don Juan de Austria (Avusturyalı Johann) getirildi. Venedikdonanmasının başında Vaniero, Cenevizlilerinkinde Giovanni - Andrea Doria, Papalık donanmasında da dük Marco Antonio Collonna vardı. Ayrıca Avrupa'nın prens, asilzâde,amiral ve generalleri Haçlı donanmasında görev almıştı.

Juan de Austria, Marcantonio Colonna, Sebastiano Venier
Müezzinzade Ali Paşa ile Pertev Paşa'nın yanlış tutumları, Osmanlı denizcilerinin karşı koymalarına sebep oldu, ancak, yapılan tartışmalar sonunda Kaptan-ı Deryanın görüşü uygulandı.
İki donanma, dünya tarihinin en büyük deniz muharebelerinden birine başladı. Osmanlı donanması bozuldu. 142 gemi yok oldu, 20 bin Osmanlı askeri öldü. Ölenler arasında, Müezzinzade Ali Paşabaşta olmak üzere birçok Osmanlı paşası ve beylerbeyi de vardı. Bu arada, yalnız Uluç Ali Paşa'nın kumandasındaki Osmanlı donanmasının sağ cenahı başarı gösterdi. 42 Osmanlı gemisinden kurulu olan bu cenah, gemilerini kaybetmedi, Haçlı sağ cenahını bozarak, savaş alanından ayrıldı. Uluç Ali Paşa, bu başarısından sonra Kaptan-ı Deryalığa getirildi ve "Kılıç Ali Paşa" diye anıldı.
Sokollu Mehmed Paşa yeni bir donanma hazırlamasını istedi. Bunun için çok sayıda malzemeye ihtiyaç olduğunu, kısa süre içinde böyle bir donanmanın hazırlanmasının zor olacağını söyleyen Uluç Ali Paşa'ya, Sokullu; "Bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapabiliriz. Hangi geminin malzemesi yetişmezse gel benden al" demiştir ki, Osmanlı Devletinin o dönemdeki gücünü göstermesi açısından önemlidir. Sokullu Mehmed Paşa, gönderilen Venedik elçisine de, İnebahtı Deniz Muharebesiyle ilgili olarak "Biz Kıbrıs'ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz İnebahtı'da bizi yenmekle, sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kolun yerine yenisi gelmez, fakat kesilen sakalın yerine daha gür çıkar" diye cevap vermiştir


CEHENNEM TOPU NE Kİ?
 “Özel kuvvetler komutanlığının, kozmik odasına kim girermiş.”
“ Tayyip.”

Ama bunu söyleyen fanatik Tayyipçiler bile buna inanmıyor.
Çünkü artık aptallar bile buraya girenin ABD olduğunu biliyor.
Arınç’a suikast düzenleyeceklermiş.
Ama Arınç Manisa’da iken.
Ankara’dan Manisa’ya bir bomba sallarlardı artık.
Hani Saddam’ın Cehennem topları vardı.
Bağdat’tan İstanbul’u vuruyordu.
Cehennem Topu ne ki.
Bizde bir suikastçı binbaşılar var, Ankara’dan Manisa’ya bombayı elinle atar.
"Arınç'a da kim suikast düzenlermiş"
"ergenekon"
Salla be adamım kim tutar seni.. 

“ÖZEL KUVVETLER KOMUTANLIĞI NEDİR?”
28 Aralık 2009
Özel Kuvvetler Komutanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu Ankara Bölge Başkanlığı, savcılar tarafından aranıyor. Peki, Özel Kuvvetler Komutanlığı neden hedef alınıyor?
Eski adıyla Özel Harp Dairesi’ni, Amerika kurdu. Ancak Orgeneral Doğan Güreş’in Genelkurmay Başkanlığı döneminde Özel Kuvvetler Komutanlığı adını alan bu kurum, özellikle İsmail Hakkı Karadayı’nın Genelkurmay Başkanlığı döneminden başlayarak Amerika’nın denetiminden çıkarıldı ve milli bir kuvvet haline getirildi. İşte 1990′lardan beri Amerika’nın hedef tahtasına koyduğu ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en kritik birliği olan Özel Kuvvetlerin geçmişi…

Türkiye’de Gladyo’nun tarihi, 1951 yılında Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle başladı. Amerika, NATO ülkelerine kumanda edebilmek için bu ülkelerin bünyesinde faaliyet yürüten örgütler yaratıyordu. Türkiye’de de 27 Eylül 1952′de, Seferberlik Tetkik Kurulu kurulmuştu. Örgüt, kendi içinde “Özel Harp Dairesi” diye isimlendiriliyordu.
Türkiye’nin milli devletinin içerden çürütülmesi süreci, bu örgüt eliyle başlatıldı. Başta 6-7 Eylül olayları olmak üzere birçok tertibe bu örgüt imza attı. 12 Mart ve 12 Eylül Amerikancı darbeleriyle bu süreç daha da derinleştirildi.
1990′lı yıllara gelindiğinde ise yeni bir sürece girildi. Amerika’nın 1991 yılında Irak’ı parçalaması, yalnız dünya tarihi ve bölge tarihi açısından değil, özel olarak Türkiye’deki Gladyo’nun tarihi açısından da bir dönüm noktası oldu. Türk Ordusu, ABD’nin Irak’ı bölmesiyle başlayan bu süreçte Türkiye’nin Kuzey Irak üzerinden bölünmesi tehdidiyle yüz yüze geldi ve cephesini ABD’ye dönmeye başladı. Bu değişim, Özel Harp Dairesi’nin işlevinin ne olduğu sorununu da gündeme getirdi.
ABD denetiminde bir örgütlenme, artık Sovyet tehdidiyle haklı gösterilemiyordu. Dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş, Özel Harp Dairesi’ni yeniden örgütleme ve ismini de Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak değiştirme çözümünü uyguladı. Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın bölücü terörü hedef alması ve Kuzey Irak’la ilgilenen bir faaliyet içine girmesi, ABD denetiminden kurtulma sürecinin de başlangıcı oldu.
Bölücülüğe karşı milli amacın öne çıkarılmasıyla birlikte tugay düzeyindeki birlik tümen düzeyine çıkartıldı. Özel Kuvvetler Komutanlığı, Türk Ordusu’nun Kuzey Irak cephesindeki gücü olarak ABD ile karşı karşıya geldi ve ABD tehdidine karşı uyanışın Ordu’daki öncüsü oldu.
1994 yılı Ağustos ayında Org. İsmail Hakkı Karadayı, Genelkurmay Başkanı oldu. 1995 Mart’ında da Türk Ordusu, Kuzey Irak’a girdi. Türk birlikleri, Çelik Harekâtı’yla ABD’nin egemenlik alanına müdahale etmişti. Çünkü o bölge ABD ordusunun işgali altındaydı. Bu dönemde ABD’nin Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan duyduğu rahatsızlık, Kuzey Irak’ta Özel Kuvvetler mensubu 10 subayımızın kafasına çuval geçirilmesi olayında görüldüğü gibi düşmanca eylemlere kadar vardı.
Süreç, Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın Genelkurmay Başkanlığı döneminde daha da ilerledi. Artık Özel Harp Dairesi, adıyla da işleviyle de tamamen ortadan kalkmıştı. Artık Özel Kuvvetler Komutanlığı vardı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en önemli birliği olan bu kuvvet, aynı zamanda Amerika’nın hedef tahtasındaki en önemli kurumdu.
Nitekim Ergenekon tertibinin en önemli hedeflerinden biri de Özel Kuvvetler Komutanlığı ve burada çalışan, aynı zamanda kahramanlığıyla öne çıkan subaylarımızdı. Ergenekon operasyonlarını Özel Kuvvetler Komutanlığı’na karşı yürütülen tertipler zinciri olarak tanımlamak hiç abartılı olmuyor.
Bu zincirin son halkası da işte, Bülent Arınç’a suikast uydurmasıyla yapılıyor. Amerika böylece Özel Kuvvetler Komutanlığı’na karşı yürüttüğü operasyonları bir üst aşamaya çıkarmış oldu.






"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."

 NÜKLEER ENERJİ
Petrol zengini ülkeler bile nükleer enerjiye yönelirken biz satın aldığımız gazı yakarak elektrik üretiyoruz.İran yıllık elektrik satışını %85 arttırırken biz günü kurtaran enerji politikalarıyla nereye gidebiliriz?
Dünyanın en pahalı elektiriği ile gelişemeyen sanayii ve dört kişiden birinin işsiz gezdiği, nüfusunun %50 sinin 25 yaş ve altı olduğu bir ülkede bu gidişle sosyal patlama kaçınılmazdır.
Nükleer santralin patlamasına-çatlamasına gerek kalmadan bu halk yakında bir birini yer.
Birileride çevreci kınalarını çıkarıp bir taraflarına yaksın.
Daha ne diyeyim.


NEY KORE, EMİRLİKLER'DE 40 MİLYAR DOLARLIK NÜKLEER İHALE KAZANDI


Güney Koreli bir konsorsiyumun Birleşik Arap Emirlikleri'nde bir dizi nükleer reaktör inşa etmek için 40 milyar dolarlık ihale kazandığı bildirildi.

Endüstri kaynaklarından alınan bilgilere göre konsorsiyum, Arap Körfezi'ndeki ilk nükleer enerji tesisini yapacak. Bu ihalenin Ortadoğu'da şu ana kadar verilmiş en büyük enerji anlaşması olmasının yanı sıra dünyada verilmiş en yüksek değerli nükleer enerji anlaşmalardan biri olduğu da belirtildi.
Bir endüstri kaynağı, "İhaleyi kazandık. Kesin değerini bilmesek de rakamın 40 milyar dolar civarında olduğunu tahmin ediyorum." dedi. Konsorsiyuma Kore Elektrik Enerji Şirketi (KEPCO), Hyundait Mühendislik ve İnşaat, Samsung C&T Şirketi ve Doosan Ağır Sanayiler'in dahil olduğu ve Güney Koreli grubun diğer Fransız konsorsiyum ile Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya'dan katılan şirket gruplarını yendiği öğrenildi.

Körfez bölgesindeki ilk nükleer tesiste çalışmaların 2012'de başlaması planlanıyor. Program dahilinde ilk aşamada üç ya da dört reaktör yapılması öngörülüyor. Enerjiye olan talebin de geçen sene 15 bin megavata ulaştığı ve 2020 itibariyle de bunun 40 bin megawatt'a çıkacağı tahmin ediliyor.


GÜNEY KORE BAŞKANI DESTEK GEZİSİNDE

Bunun yanı sıra Güney Kore devlet başkanı Lee Myung-bak'ın Cumartesi günü resmi bir ziyaret için Birleşik Arap Emirlikleri'ne geldiği ve bugün (Pazar) BAE devlet başkanı Halife Bin Zayid El Nahyan ile nükleer enerji anlaşmasını imzalamasının beklendiği öğrenildi.

Her iki ülkenin de 'barışçıl nükleer enerji' sahasında ekonomik ilişkilerini geliştirmeyi ve yenilenebilir enerjiler ya da karbon salınımlarının azaltılmasında da işbirliğine gitmeyi hedeflediği kaydedildi.

BARIŞÇIL AMAÇLAR

Son yıllarda daha aktif konuşulmaya başlanan BAE, Suudi Arabistan ve Mısır'daki nükleer enerji programlarının bölgesel silahlanma yarışına dönme ihtimaline karşı bazı çevrelerin dikkatini çektiği ifade edildi.

Dünyanın üçüncü büyük petrol ihracatçısı BAE ise herhangi bir yanlış anlaşılmaya karşı üzerinde çalışılan nükleer programın sadece barışçıl amaçlar ve ülkede artan elektrik talebini karşılama amacıyla olduğunu vurguluyor.,



BAE'deki nükleer programı başkan Abu Dabi yürütüyor. Abu Dabi, ülkedeki ham petrol rezervlerinin büyük kısmına sahip olurken yakın zamanda borçlarını erteleyeceğini ilan eden ticari merkez Dubai'nin de yardımına koşmuştu.


BAKINIZ:


“Nükleer santral çevre düşmanıdır ve Radyasyon yayar” yalanının gerçeği nedir?



Nükleer santral çevre düşmanıdır ve Radyasyon yayar” yalanının gerçeği nedir?
Çevre konusundaki kriterleri ana enerji santralleri içinde en çok Nükleer Santraller sağlar. Bu durum için yapılan en önemli tablo aşağıdadır.
KONU
NÜKLEER
HİDROLİK
DOĞAL GAZ
KÖMÜR
TESİS ALANI
KÜÇÜK
BÜYÜK
KÜÇÜK
ORTA
YATIRIM MALİYETİ
YÜKSEK
YÜKSEK
ORTA
YÜKSEK
KURULUŞ SÜRESİ
ORTA
UZUN
KISA
ORTA
TESİS ÖMRÜ
50
40
40
35
KAMULAŞTIRMA
ÇOK AZ
ÇOK
ÇOK AZ
ORTA
ELEKTRİK MALİYET
DÜŞÜK
DÜŞÜK
YÜKSEK
ORTA
YAKIT MALİYETİ
KÜÇÜK
YOK
YÜKSEK
ORTA
GÜÇ YAPISI
YÜKSEK
ORTA
ORTA
ORTA
DIŞA BAĞIMLILIK
ÇOK AZ
YOK
ÇOK
KISMEN
BACA GAZI
YOK
YOK
ÇOK
ÇOK
CO2-Karbondioksit
YOK
YOK
ÇOK
ÇOK
NOx-Azotoksit
YOK
YOK
ORTA
ÇOK
SO2-Kükürtdioksit
YOK
YOK
YOK
ÇOK
KÜL
YOK
YOK
YOK
ÇOK
GÖÇ SORUNU
YOK
VAR
YOK
YOK





ORTALAMA
10
8
5
1
BACASIZ elektrik üreten TEK “ana” enerji kaynağı NÜKLEER ENERJİDİR.
Yukarıdaki tabloda sorulan sorulara verilen cevap ve renklerle uyumlu hale getirilmiştir. En çok yeşilin yani olumlu kriterin nükleer de olduğu açıktır. Buna rağmen sitemizde en çok eleştiri alan tablodur. Bu eleştirileri yapanlara; sizde benzerini yapın kendi doğrularınız ne ise yazın ve renklendirin, sitemizde adınızla birlikte yayınlayalım önerisine henüz olumlu yanıt veren olmadı. Nükleer enerjinin çevre dostu olduğu bu tablo dışında belgeleyen en acı gerçek KÜRESEL ISINMA olmuştur. Yıllardır termik enerji santrallerinin çevreyi katlettiği anlatmamıza izin vermeyenleri çaresiz bırakacak bir gerçek “TABİATIN İSYANI” ile ortaya dökülmüştür. İşte hangi teknolojinin tabiatı katlettiği ortadadır. Fosil yakıtların gerek ucuzluğu ve petrol şirketlerinin kasıtlı olarak nükleer karşıtlığını desteklemeleri neticesi konun uzmanları programlı bir şekilde medyadan uzak tutulmuş, karşı tarafa aşırı zaman tanınmış ve konu bilinçli bir bilgi kirliliği ile desteklenmiştir.
Şimdi bu kuruluş ve insanlara şunu soruyoruz. Konunun galibi sizlersiniz ancak tabiat isyan etti bir felaket ile karşı karşıyayız. Şimdi ne çözüm öneriyorsunuz denildiğinde cevaben: Yenilenebilir enerji kaynaklarının” bu sorunu çözeceğini söyleyip insanlarımızı adeta ikinci bir tuzağa sokmaktadırlar. Bilimde netleşen bir durum mevcuttur; Alternatif (yenilenebilir) enerji kaynaklarının yerine ANA enerji kaynaklarını ikâme edemezsiniz. Bunu bilmezden gelip yılların yanlışlığı adeta başka bir yanlışla düzelteceğini sananlar “küresel ısınma felaketi” ile durumun vahametini anlamadılar ise bizim bilimsel olarak yapacağımız bir durum kalmamıştır.
Yıllardır çevre dostlarının bilerek–bilmeyerek yaptıkları hatalar ortada. Konu hepimizi kapsadığı ve sorumluluklarımızın ağır olmasından dolayı özellikle medyanın bu konu üzerine gitmesini arzu ederiz.
Nükleer Santral Radyasyon yayar yalanının gerçeği nedir?
Öncelikle Nükleer santrallerin “BACASIZ olduğunu söyleyerek konuya girelim. Bu nedenden dolayı termik santraller gibi karbondioksit, azot oksit ve karbon monoksit gibi gazlar ve kül çıkartmaz. Aşağıdaki resimlerde görüldüğü gibi bir kubbe beton ile sistem koruma altındadır.
Nükleer yakıtlar çok sağlam bir kazan içinde olup bunun üzerine çeşitli koruma duvarları inşa edilmiştir. Son koruma ise dıştaki kabuk olup 1.5-2 metre kalınlığında bir çelik-beton karışımıdır. Yakıt çubuk atığı ise yıllık 25 ton boyutunda olup bir yemek masası hacmindedir. Çernobil benzeri kaza ABD’de 1979 yılında olmuştur. Ancak çevreye herhangi bir radyasyon sızmasını bu kabuk önlemiştir. Rus teknolojisinde böyle bir koruma mevcut olmadığından 100km çap içinde radyoaktif kirlilik sorunu ortaya çıkmıştır.


Kandu tipi kapalı bir nükleer santral
Doğalgaz, petrol ve kömür’den yanarken çıkan kilovat-saat başına karbondioksit miktarı. (1Pound=0.5Kg)

Enerji alanlarından yayılan CO2 miktarı (milyar ton olarak)
█ Çin █ A.B.D. █ Gelişmekte olan ülkeler. █ Diğer gelişmiş ülkeler.

KAPALI - BATI TİPİ AÇIK - DOĞU TİPİ

29 Aralık 2009 Salı

ZORLA MEŞHUR EDİLEN SÜBYAN YUVAYA DÖNDÜ






Kibar konuşmakla kıvırmayı birbirine karıştıran bu şahsiyetin İsrail ve Yahudilerle kontağı biliniyor.
Muhtemelen ne olduğu da belli.
Bazen de gündemde tutabilmek için İsrail gazetesinden Jerusalem’den davet geldi falan tipi saçma sapan haberler yapıyorlar.
Bir nevi “one minute” durumu anlarsınız ya.

Beni burası ilgilendirmiyor.
Başka bir duruma dikkatinizi çekmek istiyorum.
Star TV de olması lazım, gece yarısı bir program yapıyordu.
Birkaç kez ucundan kıyısından baktım.
Hayatım boyunca kadın gibi konuşan tiplerden nefret etmişimdir.
Ama bu tipitip kadın gibi konuşmakla kalmıyor birde konu mankeni olarak seçtiği karakterle Türk halkına  görsel bir işaret veriyordu.
Arkada bir tipsiz, Yahudilerin dini kıyafetini giymiş kazık gibi dikiliyor, arada bir bir şeyler getiriyor falan.

Sonuç:
Türkiye Cumhuriyetinde kılık kıyafet kanunumuz yok mu?
Türk halkı Yahudi dini kıyafetlerini giymiş bu tipsizi görmek zorunda mı?
"Kanalı değiştir" değil mesele.
Bu alıştırmak değil mi?



Bizim oğlan gündemde kalsın, ufak tefek işler yapsın, bir gün zamanı gelir.
Herkes uyumuyor .

26 Aralık 2009 Cumartesi

AKP İÇİNDEN GELEN SESLERİ YİNE POLİSİ KULLANARAK SUSTURUYOR.

AKP Elazığ Milletvekili Fevzi İşbaşaran istifa etti. İstifa ederken çok ciddi açıklamalarda bulundu.
Açıklamaları çok ciddi. ART de dinlediklerimin tamamını yazılı bulamadım, ama bir kısmı aşağıda mevcut.
Birde İşbaşaran’ın 2008 de yapılan bir haberi var aşağıda.
İkisini okuyunuz ve AKP’nin İşbaşaran’ı neden şutladığını ve İşbaşaran’ın neden bu açıklamaları yaptığını göreceksiniz.
Sakın polislerle yaşanan bu kaset olduğunu falan sanmayın.
Kaset eski bir  tarihli .
Kaset işin süsü.
AKP zihniyetini görmeyen varsa, artık göremesin.

AK PARTİ ELAZIĞ MİLLETVEKİLİ FEYZİ İŞBAŞARAN, PARTİSİNDEN İSTİFA ETTİ.

Ankara'da polis çevirmesi sırasında, görevli polis amiriyle tartışarak küfür ve tehdit savuran 
AKP Elazığ Milletvekili Fevzi İşbaşaran, partisinden istifa etti.

Parlamentoda basın toplantısı düzenleyen İşbaşaran, 
TBMM Başkanlığına yazdığı istifa dilekçesini, önünde bulunan mikrofona geçirerek, "Bu benim istifam, hediyem olsun Başbakan'a..." dedi.

İşbaşaran, istifa dilekçesinde,
"Parti içi demokrasinin işlemediği, benim gibi fikrini ifade eden milletvekillerini şantaj ve tehdit ile susturulmaya çalışıldığı bir partide milletvekili olarak görevimi sürdürmem imkânsız hale gelmiştir. Bu nedenle mensubu bulunduğum Adalet ve Kalkınma Partisi'nden istifa ediyorum" ifadesine yer verdi.
"Dünden beri evinin etrafında sivil polislerin dolaşıp durduğunu" öne süren İşbaşaran, "Can ve mal güvenliğimin olmadığını biliyorum. Buradan bütün dünyaya, bütün demokratik ülkelere sesleniyorum, AB üyesi ülkelerin
büyükelçilerine sesleniyorum; sesimiz kısıldı. Susturuluyoruz. Şantaj yapılıyor.

Ölümle tehdit ediliyoruz. Ailemin ve benim can güvenliğim kalmadı. Eğer benim başıma bir şey gelirse, bunun sorumlusu Tayyip Erdoğan'dır"
diye konuştu.
Ak Parti MYK, trafik polisleriyle girdiği küfürlü tartışmadan dolayı Elazığ Milletvekili Feyzi İşbaşaran’ın kesin ihraç talebiyle Müşterek Disiplin Kurulu’na oybirliğiyle sevkine karar verdi. Karar Başbakan Tayyip Erdoğan başkanlığında yapılan Ak Parti MYK toplantısında alındı. İşbaşaran ise henüz partiden kendisini arayarak gelişmelerle ilgili bilgi verilmediğini ve görüşüne başvurulmadığını söyledi.

'BAŞBAKAN BENİ ARAMADI'

İşbaşaran bugün düzenlediği basın toplantısında 'Beni kimse aramadı. Başbakan da aramadı. Medyadan duydum. Cemil Çiçek'le de 1,5 yıldır konuşmuyoruz' dedi. İşbaşaran, polisin görüntüleri şantaj amaçlı sızdırdığını da söyledi.


İşte Gerçek vekil, işte gerçek Demokrat!
Karakoçan Milletvekili Fevzi İşbaşaran'dan;
Kaymakam’a "Fırça",  Bakana "Kafa"!  02-06-08 
 

İşbaşaran Karakoçan Kaymakamı Erdinç Yılmaz’ı arayarak öğrencilerin kendisi ile görüşmek istediğini; ancak görüşemediklerini söyledi.
Ama kaymakamdan şok edici şu yanıtı aldı:
"Sayın milletvekilim, 28 öğrencinin 12’si Alevi. Bunların devlete bakışını zaten biliyorsunuz."
Sinirlenerek telefonu kapatan İşbaşaran durumu, sıcağı sıcağına Meclis’te İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a aktardı.
Atalay’dan aldığı yanıt kendisini ikinci kez şoka soktu:

Hürriyet Gazetesin yazarlarından Şükrü KÜÇÜKŞAHİN ‘in 2-6-08 tarihinde köşesinde "Kızılcahamam’da ’kafa’  kavgası"başlığıyla verdiği haber hem gururumuzu okşadı ve hem de kimlerin hangi zihniyetle yönetici kadrolarına atandığını gösterdi. Aşağıda metnin tamamı verilmiştir.
Kızılcahamam’da ’kafa’ kavgası
DIŞİŞLERİ Bakanı Ali Babacan’ın, "Müslüman çoğunluğun sorunları var" dediği Türkiye’de, AKP’nin Kızılcahamam kampında dün yaşanan çok önemli, ibretlik bir "kafa" kavgayı aktaracağım.

Yaklaşık üç ay önce, Elazığ’ın Karakoçan İlçesi’nde YİBO yurtlarında kalan 28 kız öğrenci
4 kilometre mesafedeki okullarından dönüşte taciz edildi. 

Öğrenciler Karakoçan İlçe Milli Eğitim Müdürü’ne giderek, özellikle akşam dönüşte kendilerine araç tahsis edilmesini istediler.

Yanıt;
 "Size araba, maraba yok. Parası olan okusun, olmayan evlensin" oldu. 
Olay yerel gazetelerde, "Haydi kızlar kocaya" başlığı ile duyuruldu.

Bunun üzerine AKP Elazığ Milletvekili
 Fevzi İşbaşaran devreye girdi.

Vali
 Muammer Muşmal’la birlikte öğrencilere araç tahsis edildi, odaları bakımdan geçirildi, ailelerle konuşulup eğitime devam etmeleri sağlandı.
BU KAFA KAYMAKAMIN
İşbaşaran bu sırada Karakoçan Kaymakamı Erdinç Yılmaz’ı arayarak öğrencilerin kendisi ile görüşmek istediğini; ancak görüşemediklerini söyledi. 

Öğrencilere velilik yapma kararı verdiğini belirten
 İşbaşaran, "Onlara aylık burs da sağladık. Aileleri arayıp kefil olduğumu da söyledim" dedi. 

Ama kaymakamdan şok edici şu yanıtı aldı:
"Sayın milletvekilim, 28 öğrencinin 12’si Alevi. Bunların devlete bakışını zaten biliyorsunuz."
İşbaşaran’ın yanıtı da şu oldu:
"Bak kaymakam, bu bizim değil senin bakışın. Bu ne terbiyesizlik? Bunlar çocuk be! Bunun da ötesinde bu ayrımı nasıl yaparsın? Nasıl böyle konuşursun?"
Sinirlenerek telefonu kapatan İşbaşaran durumu, sıcağı sıcağına Meclis’te İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a aktardı.
Atalay’dan aldığı yanıt kendisini ikinci kez şoka soktu:
"Fevzi Bey, bir dilekçe verin konuyu inceleteyim."
İşbaşaran, "Sayın Bakan, ben bir milletvekiliyim. İlimde yaşanan vahim bir olayı aktarıyorum, siz benden dilekçe istiyorsunuz. Ben mesajımı aldım, teşekkür ederim" demekle yetindi. 
BU DA BAKANIN KAFASI 

Dün Kızılcahamam kampında bakanlar gruplar halindeki milletvekilleri ile buluştu.

Diyarbakır, Elazığ, Malatya, Adıyaman, Mardin milletvekilleri ile
 Atalay’ın buluşmasında İşbaşaran, yeniden bu konuyu aktarıp "Siz bana böyle dediniz" anımsatması yaptı. 

Sonrasında
 Atalay ile İşbaşaran arasında şu kavga çıktı:
Atalay: Sen doğruyu söylemiyorsun... 
İşbaşaran: Ben bir milletvekili olarak ilimle ilgili bir sorunu anlatıp soru soruyorum, doğruyu söylemeyen sizsiniz... Bir kaymakam bunu yapamaz, uyarmanızı istedim. Siz vatandaş gibi dilekçe vermemi istediniz. Siz Dilekçe Komisyonu musunuz ki? Ayrıca ben memur muyum ki size dilekçe vereyim. Sayın Bakan bu ilçe çok hassas bir ilçe. Alevisi, Sünnisi birlikte yaşıyor. Bunu gündeme getirmeyeceğim, size sormayacağım da ne yapacağım? Ben sizin geçmişinizi de biliyorum. Rektörlüğünüzü de biliyorum..." 

Bunun üzerine diğer AKP milletvekilleri devreye girdi.
Fevzi İşbaşaran odadan dışarı çıkarak lavaboda elini yüzünü yıkadı.

Ardından gelen milletvekilleri,
 "Bakan özür dileyecek, biz kendisine gerekenleri söyledik. Odaya gel" deyince yeniden toplantı salonuna geçti.
Atalay, özür diledi; ama İşbaşaran’ın sinirleri yatışmadı:
"Özrünüzü kabul etmiyorum. Siz de kaymakam gibi düşünüyorsunuz."

Başka söze gerek var mı?
 
 
Şükrü KÜÇÜKŞAHİN






"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."