5 Temmuz 2009 Pazar

AYŞECİK BENİ HİÇ ŞAŞIRTMAYACAK

NOT:Elektronik postaları üzerine tıklayaraj büyütünüz.Yazının anlaşılması için gerekli:

Şöyle diyor Ayşe Hanım:

Merhaba Levent Bey, Nutuk’u okumakla solcu olunacağını sanmanızdan anlaşıldığı kadarıyla siz solun ne olduğunu bilmiyorsunuz. Sovyet yardımları için yoldaş olacak kadar oportünist olan Mustafa Kemal’in yoldaşlığı 1921’de Mustafa Suphileri öldürünce bitmiştir. Cumhuriyet tarihi solun, işçi hareketlerinin ezilmesinin tarihidir. Sizin sol anlayışınız bunları sindiriyorsa, benim de sizinle aynı ideolojiden olmadığıma sevindiğimi tahmin edebilirsiniz.

Selamlar

Ayşe Hür

--------------

Selam Ayşe Hanım.

Çok net anlaşılıyor ki siz zaten sol derken globallikten bahsediyormuşsun.solun sadece kültürel,edebi altyapısını laf cambazlığı yapmakta kullanıyorsunuz.

İçinde ulusal hiçbir öğenin olmadığı ütopil bir masal.Ulusal devrimde elinde gül ile yapılmaz.Bunu (kullanmamı sevmeyeceksiniz ama) elinde güllerle Saros’un Saakvili’si yapar ancak.Sonrada gravatını yer.Bu yüzden global hakim gücün kalemşorluğunu yapmanız gayet doğal.Tarihe geçmiş hangi sol lider kendi ulusunu kurtarmadan dünyayı kurtarmaya soyunmuştur.Anlaşılan o ki siz kendinizi Che^den de solcu sanıyorsunuz.Reha’nın ayarladığı konuşma özürlü mhp linin yanında show yapmak söylediklerinizi seyirci karşısında haklı çıkarmıyor ne yazıkki.show tv de de show yapılır değil mi ama?

Hele sunucusu Reha beyse.))

Kızamıyorum.Buyurun meydan sizin.

Saygılar.

levent

Ayşe Hanım hain Taraf’ın 1.sayfasına terfi etmiş. Tebrik etmek lazım.

Bir kaç ay önce aramızda geçen bu mesajları etik bulmadığım için yayınlamadım. Fakat Taraf gazetesinin ABD’den sponsone edildiği itiraf edildiği, Cumhuriyet rejimine, Atatürk ve Türk Silahlı Kuvvetlerine aleni saldırıları ortada iken etikten bahsetmek sanırım artık saflık olmaya başladı. Çünkü psikolojik savaşın ABD yanında tüm kalleşliklerini, yalan dolan ve entrikalarını insanların gözünün içine baka baka yapıyorlar.

Ayşe Hanım 1920 li yılların İstiklal Mahkemelerini yargılayan bir yazı yazmış. Hain Taraf’ında 1. sayfasında yer kapmış.

50 sinden sonra yüksek lisans yapan Ayşe Hanım birkaç hususu hatırlatmak isterim:

1-“Tarihi tarihinde yargıla” günümüz şarlarında değil Ayşe Hanım.

2-“Devrimler gülle yapılmaz” Ayşe Hanım. Bunu sadece Gürcistan’ın SAROS çocuğu Saakaşvili’si yapar, sonrada oturur kravatını yer.

Ardından ismi bile yalan olan Macar yahudisi Saros özgürleştirdiği Gürcistan’ın milletvekillerine 1200 dolar maaş bağlar.

Merak ediyorum; size ne kadar bağladı. Malum Taraf Gazetesinin ABD’den nemalandığı itiraf edildi:

HABER: odatv.com-1 Temmuz 2009

Taraf Gazetesi'nin para aldığı ABD'deki kurumun adı: NED. Yani National Endowent for Democracy.

Bu kurum Odatv.com takipçilerine yabancı değil. "renkli devrimlere" sahne olan tüm ülkelerde bu kurumun adını görüyoruz. (Bknz: Odatv arşivi)

Peki National Endowment for Democracy isimli Washington’daki bu "renkli devrimler" mucidi/sponsoru Taraf Gazetesi'ne nasıl maddi yardımda bulunuyor biliyor musunuz;“muhabir yetiştirme desteği!"

Geçtiğimiz günlerde NED’ye giden bir Türk sivil toplum kuruluşu yetkilisi Türkiye ile medya işbirliği yapıp yapmadıklarını sorduğunda “Evet Taraf gazetesini destekliyoruz. Muhabir yetiştirme programlarına yardım yapıyoruz” yanıtını aldı.

İnsan düşünmeden edemiyor:

Sadece kendisine verilen belgeleri/ (çoğu da yalan yanlış)yayınlayan Taraf Gazetesi muhabirlerini nasıl yetiştiriyor acaba?

Neyse..

Taraf Gazetesi, "renkli devrimlerin" sponsorundan para almayı nasıl açıklayacak acaba?

Gelelim yazınıza. Atatürk hakkında bu tip düşünceleri olan Ayşeciğin (nede olsa lümpen okurum, adam gibi adam bile olamamışım) Taraf gibi NED’den nemalanan bir gazetede, tarihimizin en kırılgan dönemi hakkında ve yine TC’nin üzerinde mossad-cia operasyonunun olduğu bu süreçte ne yazmanızı bekleyebiliriz ki?

Beni hiç şaşırtmıyorsun Ayşecik.

İşte Ayşeciği Taraf’ın birinci sayfasına terfi ettiren yazısı:

GİRİŞ Son aylarda daha da arttı ama yıllardır Türkiye’deki hukuk sisteminin ‘tefessüh ettiğini’ (kokuştuğunu) gösteren bir dizi olay yaşıyoruz. ‘Cumartesi Anneleri’ tam 14 yıl, 54 mevsim, 223 haftadır, her cumartesi günü, İstanbul’da kayıplarını istiyorlar. Aylardır başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde olmak üzere, gösterilerde taş atan çocukların büyükler gibi yargılanmaları ve terör kanunları uyarınca ağır hapis cezalarına çarptırılmaları da ‘vak’ayı adiyeden’ oldu. Hrant Dink ve Rahip Santoro davaları, adeta görünmez bir el tarafından sonsuza kadar oyalanmaya çalışılıyor. Ne Güneydoğu Anadolu’da asit kuyularına atılmış binlerce insanımızın, ne polis veya gardiyan dayağıyla ölen evlatlarımızın hesabını sorabiliyoruz. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı sırtından dokuz kurşunla öldüren ‘güvenlik’ güçlerinin, ‘meşru müdafaadan’ beraat kararının Yargıtay tarafından onanması ise hukuk sisteminin tefessüh ettiğinin son kanıtı. Aslında bu ülkenin kuruluşundan beri devletin yüce menfaatleri söz konusu olduğunda hukuk dışına çıkmak meşru görüldü. Bu hafta, Cumhuriyet döneminin en ‘hukuk dışı’ uygulamalarından biri olan ‘İstiklal Mahkemeleri Kanunu’ ve bu kanunun uygulamalarına bir göz atacağız. Bu mahkemeler günümüzün ‘çift başlı yargı’ sorununun da kaynağına işaret ediyor. Peşinen belirteyim ki, bu yazı pek çok okuyucuyu tatmin edemeyecek. Meraklı okuyuculara kaynakçadaki hatıratları okumalarını şiddetle tavsiye ederim. *** 115 milletvekilinin katılımıyla en yaşlı üye Sinop Milletvekili Şerif Bey’in başkanlığında 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’nin ilk işlerinden ülkenin pek çok yerinde çıkan ayaklanmaları ve asker kaçaklarını engellemek 29 Nisan’da Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkarmak olmuştu. Kanunun çıkarılmasından sonraki dört aylık dönemde, düzenin sağlanamaması üzerine, 1793’te, Fransa’da kurulan olağanüstü yetkilere sahip ‘İstiklal Mahkemesi’nden esinlenilerek ‘İstiklal Mahkemeleri’ kuruldu. Mahkemelere en büyük muhalefet, resmi tarih tarafından ‘İkinci Grup’ diye adlandırılacak olan muhalif grubun lideri Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’den geldi. ‘YALNIZ ALLAHTAN KORKAR’ İstiklal Mahkemeleri, kanunla kuruldukları için yasaldılar ancak yargılama usulleri açısından hukuk dışıydılar. Çünkü üyeleri, Meclis içinden seçiliyordu ama savcı hariç üyeleri hukukçu değildi. Kapılarının üstünde ‘İstiklal Mahkemesi Mücadelesinde Yalnız Allahtan Korkar” yazan mahkemeler verdikleri kararlardan sorumlu değildiler ancak cezaların gecikmeden infazından sivil ve asker bütün bürokratlar sorumluydu. Kararın verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı ne de bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar hâkimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (ve idamlar) derhal infaz edilirdi. Kararlar o kadar acele ile alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu. ASKER KAÇAKLARI İLE MÜCADELE 18 Eylül 1920 - 31 Temmuz 1922 arasında görev yapan 12 mahkeme ile 1922 sonundan Mayıs 1923’e kadar görev yapan iki mahkeme olmak üzere toplam 14 İstiklal Mahkemesi, amaçları farklı olduğu için ‘Birinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’ diye anıldı. Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı ve Diyarbakır illerinde kurulan bu mahkemeler esas olarak ‘casusluk’, ‘bozgunculuk’, ‘asker kaçakları’, ‘eşkıya’, ‘saltanat yanlıları’ ve ‘isyancılar’ ile mücadeleyi amaçlıyordu. Ancak en önemli sorun asker kaçakları idi. ‘Her Türk asker doğar’ iddiasına rağmen sadece Sakarya Meydan Muharebesi sırasında tam 48.335 kişi asker kaçağıydı. Resmî verilere göre bu mahkemelerde, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na dayanarak, toplam 59.164 kişi yargılandı, bunların 41.678’ine 40 ila 100 değnek, malını mülkünü müsadere, para cezası, yerine evden başkasının askere alınması, halka teşhir, hapis, evinin yakılması gibi çeşitli cezalar verildi. 1.054 idam cezası infaz edildi. Ancak bu sayılar gerçeğin ancak bir bölümüdür, çünkü bu davalara ilişkin belgelerin büyük bölümü kayıptır. Bu konudaki en önemli çalışmanın sahibi Ergun Aybars’a göre idam edilenlerin sayısı beş binin üzerinde olmalıdır. ŞARK İSTİKLAL MAHKEMELERİ 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn (Huzur ve Güveni Sağlama) Kanunu’nu ile kurulan ‘İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’ ise muhalefetin büyük direnişi ile karşılaştı. Kazım Karabekir “Islahatı İstiklal Mahkemeleri ile mi yapacaksınız” diye sorarken, Gümüşhane Mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 26. maddesinin idam hükümlerinin infazını Meclis’e bıraktığını, dolayısıyla bu hüküm değişmeden kanunun görüşülemeyeceğini söylüyordu. Dersim Mebusu Feridun Fikri (Düşünsel) Bey “kanunun hükümetçe çok geniş yorumlanarak bütün olayların isyan ve ihanet gibi gösterilebileceğini, Cumhuriyet rejiminde hakların her şeyin üzerinde olduğunu ve hak ve hürriyetlerin hükümetin idaresine bırakılamayacağını bunun Teşkilatı Esasiye Kanunu’na aykırı olduğunu” ısrarla belirtiyordu. Kavgaya varan ateşli tartışmalara rağmen, kanun 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul edildi. Kanunla ile biri idam kararlarını uygulama yetkisiyle ‘Şark’ için Diyarbakır’da, diğeri idam yetkisi TBMM’nin onayı ile uygulanmak üzere Ankara’da olmak üzere, iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Diyarbakır’daki mahkemenin resmî adı ‘İsyan Bölgesi Mahkemesi’ idi ama ‘Şark İstiklal Mahkemesi’ olarak anıldı. Ardından meşhur Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda dinî esaslara göre cemiyet kurulmasını yasaklayan ve dini siyasete alet edenleri ‘vatan haini’ ilan eden değişiklik yapıldı ve mahkeme göreve başladı. 21 Mart’ta, İsmet İnönü, Meclis Başkanlığı’na Divan-ı Harb-i Örfilerde verilen idam cezalarının da ordu, kolordu, bağımsız tümen ve müstahkem mevki komutanlarınca onaylanarak uygulanmasını öneren bir önerge verdi. 22 kişilik muhalif grup bu teklifin de anayasaya ve insan haklarına aykırı olduğunu söylediler ama önerge, hükümetin istediği şekilde kanunlaştı. ‘ÜÇ ALİLER DİVANI’ Ardından mahkeme heyetleri seçildi. İsyan (Şark) Bölgesi İstiklal Mahkemesi’nin reisi Denizli Mebusu Mazhar Müfit (Kansu), savcısı Karasi Mebusu Ahmet Süreyya (Örgeevren), üyeleri Urfa Mebusu Ali Saib (Ursavaş) ve Kırşehir Mebusu Lütfi Müfit (Özdeş), yedek üyesi ise Bozok Mebusu Avni (Doğan) Beylerdi. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin reisi Afyonkarahisar Mebusu ‘Kel’ lakaplı Ali (Çetinkaya), savcısı Denizli Mebusu Necip Ali (Küçüka), üyeleri Gaziantep Mebusu ‘Kılıç’ Ali, Rize mebusu ‘Bakkal’ Ali (Zırh) ve yedek üyesi Aydın Mebusu Reşit Galip Beylerdi. Bu mahkeme, ‘Kel’ Ali, ‘Kılıç’ Ali ve Necip Ali adlı üyeleri yüzünden ‘Üç Aliler Divanı’ diye anılacaktı. Ancak, görüleceği gibi adı veya göbek adı Ali olan iki üye daha vardı. Şark İstiklal Mahkemesi’nin en genç üyesi Avni Bey, anılarında şöyle yazmıştı: “İstiklal Mahkemesi reisi ve azaları arasında normal bir münasebetin kurulduğunu görmek nasip olmadı. Herkesin kendine göre bir politikası, kendine göre bir hukuk anlayışı vardı. Heyet-i hâkime karar için bir odaya toplandıkları zaman, sık sık görüş ayrılıkları kendini gösterir, kavgalar başlar, bazen tabancalar çekilirdi.” Mahkemenin en sert üyesi Ali Saip Bey’di. Şark İstiklal Mahkemesi’nin aynen Ankara İstiklal Mahkemesi gibi sivil ve askerî tüm olayları yargılamasını isteyen Ali Saip Bey, bu konuda mahkemenin tek hukukçu üyesi Ahmet Süreyya Bey’le ters düşünce “Savcılıkla aramızda kanaat farkları var istifa ediyorum. Böyle çalışamam!” diyecekti. Sonunda mesele Ankara’ya aktarılacak, gelen cevaptan Ankara ‘devrimci uygulamaların’ sınırlandırılmasını istemediği anlaşılacaktı. Zaten Mustafa Kemal 16 Ocak 1923’de İzmit’te yaptığı basın toplantısındaki “İnkılâbın kanunu mevcut kanunlar üstündedir” diyerek, rotayı göstermişti. Hâkimler ile savcı arasındaki anlaşmazlık, “gerekirse kanunların üzerine çıkarız” görüşünün üstün gelmesiyle sonuçlandı. Bu tarihten sonra, mahkemenin yetki bölgesindeki 14 vilayet ve iki kazadaki idari, adli, askerî her türlü sivil ve askeri dava bu mahkemelerde görüldü. ‘SEBİLÜRREŞADÇI’ EŞREF EDİP BEY’İN ANILARI “Heybeli 1925 Mayıs ayı... Heybeli Ada’ya yeni göç etmişiz. Bir sabah vapura yetişmek üzere Denizcilik Okulu’nun yanından hızla iniyorum. Sokağın karşısındaki polis karakolunda bir kaynaşma dikkatimi çekti. Yürüdüm. Bir polis bana doğru gelmeye başladı. Karşılaştığımızda, biraz karakola kadar gelmemi söyledi. Karakolda komiser ayakta geziniyordu. Biraz heyecanlı idi. Alınan emir üzerine tevkif edildiğimi tebliğ etti. Böyle bir şey beklemediğim halde hiçbir telaş göstermedim. İçime korku da gelmedi. Korkacak ne var? Yarası olan gocunur...” CEBECİ’DEKİ KARANLIK GÜNLER ‘Yarası olmadığı için gocunacak şeyi olmadığını’ düşünen bu kişi ünlü İslamcı dergiSebilürreşad’ın sahibi Eşref Edip [Fergan] idi. Eşref Edip, polis nezaretinde Pendik yoluyla, o günlerde polis merkezinin bulunduğu Babıâli karşısındaki Danıştay binasına giderken, düşünüyordu: “Acaba neden gözaltına alınmıştı. Şeyh Said İsyanı ile bir ilişkisi yoktu ancak geçen günlerde Masonluk hakkında bir kaç yazı yayımlamışlardı. Acaba o mu infiale sebep olmuştu” sorularına cevap alamadan kendisini Ankara’ya giden trende buldu. Trenden inince doğru İstiklal Mahkemesi’ne, ardından da Cebeci’deki Tevkifhane’ye gittiler. Kendisini çırılçıplak bir odaya koyup üstüne kilit vurdular. Bir hafta yemek getiren erden başka kimse uğramadı yanına. Geceler boyunca tahta ile demirin karşılaşmasından doğan korkunç sesleri ve yankılarını dinledi. Ardından betonu yeni dökülmüş rutubetli ve yine çıplak bir başka hücreye nakledildi. Moralini yüksek tutmaya çalışıyordu. Böylece günler, haftalar ve aylar geçti. Demir kapılar, demir pencereler, soğuk taş duvarlar, rutubetli beton tavanlar, ölü kafatasları, insan kemikleri ile dolu karar topraklar, süngülü bekçiler. Kara ruhtu gardiyanlar, akrepler, çıyanlar... Sağda solda feryatlar, iniltiler... İdama götürülenlerin ağlayışları, haykırışları. Zihnini giderek ümitsizlik, üzüntü ve endişe kaplıyordu. Suçu neydi bir öğrenebilseydi... UNUTULAN YAZAR Aylar sonra bir gün Mahkeme Reisi Kılıç Ali, tevkifhaneyi kontrole geldi. Eşref Edip’in hücresini ziyaret ettiğinde “Aaaa! Sen burada mısın?” dedi. “Bizi unuttunuz galiba!,” diye yanıtladı Eşref Edip, “artık bu kadar cefa yeter. Rica ederim, çağırın da, ne soracaksanız sorunuz.” “Merak etme, birkaç güne kadar çağıracağız. Seni Şark’tan istiyorlar.” “Seni Şarktan istiyorlar” ne demek? diye düşündü Eşref Edip. Bunu daha sonra öğrenecekti. Şeyh Sait, idam yerine Edirne’de sürgün cezası verileceği vaadiyle kendisini isyana götüren nedenlerin başında TpCF’nin programı ve İstanbul basınının, özellikle de Sebilürreşad’ın hükümet aleyhine yaptığı yayınların geldiğini söylemişti. Şeyh Said’i ikna eden Ali Saip Bey’in kafasındaki plan, muhalif gazetecilerle Şeyh Said’i duruşmada karşılıklı çarpıştırmak ve böylece her iki tarafı da birbirinin silahı ile vurmaktı. Ancak siyasi durumun nezaketi yüzünden, Ankara bekleyememiş ve Şeyh Said ve 46 adamını acilen asmak zorunda kalmıştı. Hikâyenin gerisini Eşref Edip’in son derece ilginç hatıratından okuyabilirsiniz. ‘KOMÜNİST’ ZEKERİYA SERTEL’İN ANILARI Eşref Edip ve bir grup ünlü gazetecinin yargılanmak üzere Diyarbakır’a sevk edildiği günlerde, Gülhane Parkı’nda eşi ve çocuğuyla piknik yapan Zekeriya (Sertel) Bey’in de hayatı, karşısına dikilen bir polis memurunun emniyete davetiyle değişecekti. Eşi Sabiha Hanım’la birlikte sahibi olduğu Resimli Ay dergisinde yürüttüğü demokrasi ve özgürlük mücadelesi ile Ankara’nın ve bizzat Mustafa Kemal’in tepkisini çekmiş olan Zekeriya Bey, ayrıca komünist olarak da tanınıyordu. O günlerde Resimli Ay’ın en önemli temalarından biri Milli Mücadele’nin sadece birkaç kahraman liderin değil, işçisinden köylüsüne, memurundan askerine, kadınından gencine tüm halkın eseri olduğu, bu adsız kahramanları anmak için de bir ‘Meçhul asker’ anıtı dikilmesiydi. Bu kampanyaya cevap gecikmemişti. Akşam gazetesinde ‘Üç Aliler Divanı’nın en ünlü üyelerinden ‘Kılıç’ Ali imzalı bir yazı çıkmış, yazıda, savaşı halkın değil Atatürk’ün yaptığı ileri sürülmüştü. “Ordunun ve halkın savaşabilmesi, ancak kudretli ve kabiliyetli bir komutana sahip olmasıyla kabildir” diyen yazar “Meçhul asker’ fikrini ortaya atıp, başkomutanın önemini azaltmaya çalışmak, bir nankörlük olur” diyordu. Yazarın Mustafa Kemal’in en has yaverlerinden biri olması, Zekeriya Bey’in baltayı taşa vurduğunu gösteriyordu. CEVAT ŞAKİR’LE KARŞILAŞMA Gülhane’de polisin “sizi emniyete bekliyorlar” sözünü duyduğunda, aklından bir film şeridi gibi bunlar geçmişti Zekeriya Bey’in. “Çocuğu eve bırakalım, gelirim” dedi ancak “Öyle değil efendim” dedi polis memuru. “Şimdi beraber gitmemiz lazım.” Ancak o zaman anladı Zekeriya Bey durumun ciddiyetini. Karısını ve çocuğunu parkta bırakıp müdüriyete gitti. Ankara’ya sevki bir iki saat içinde olacaktı. İstasyonda arkadaşı Cevat Şakir ile karşılaştı. Onun da yanında bir polis vardı. Şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. İkisi de Ankara’ya götürülüyordu. İkisi de neden Ankara’ya götürüldüklerini bilmiyorlardı. Cevat Şakir (Kabaağaçlı), Abdülhamit’in ünlü paşalarından Şakir Paşa’nın oğluydu. İngiltere’de Oxford Üniversitesi’ni bitirmişti. Türkçe dışında altı dil biliyordu. Zeki, bilgili, yetenekli biriydi ama gençliğinde bir kıskançlık meselesinden dolayı babasını öldürmüş ve sekiz yıl hapis yatmıştı. Verem olduğu için cezasını tamamlamadan salıverilmişti. Tren onları karanlık bir meçhule doğru götürürken akıl yürütmeye başladılar. Belki deResimli Ay’ın son sayısında Cevat Şakir’in “Asker kaçakları nasıl asılır?” başlıklı yazısıyla ilgiliydi gözaltı. Cevat Şakir, bir zamanlar hapishanedeyken, İstiklal Mahkemelerinde idam cezasına çarptırılan asker kaçaklarının idam sehpasına gitmeden önce öteki mahkûmlara karşı tutumları, pılı pırtılarını yoksul mahkûmlara vermeleri, Cevat’a dokunmuştu, yazısında bunu anlatıyordu. Ama suçlarını cezaları kesilirken öğreneceklerdi: Cevat Şakir’in Hüseyin Kenan takma adıyla yazdığı “İdama mahkûm olan insanlar bile bile ölüme nasıl giderler” başlıklı yazı dolayısıyla tutuklanmışlardı. “SENİ ASACAKLAR KARDEŞİM!” İki arkadaş Ankara’ya vardıklarında ayrı ayrı Polis Müdürlüğü’nün karanlık bodrumuna atıldılar. Ertesi gün, Zekeriya Bey’in yakın arkadaşı, Trabzon mebusu Nebizade Hamdi Bey kara haberi getirdi: “Seni asacaklar kardeşim!” dedi. O geceyi kâbuslar içinde geçirdi Zekeriya Bey. Rüyasında ağlıyordu. Birden kalın bir ses onu rüyadan uyandırdı: “Ne oluyor delikanlı? Ne ağlıyorsun?” Sesin sahibi, Manisalı bir İstiklal Mahkemesi hükümlüsüydü. Erkenden kalkmış, yatağında tespih çekiyordu. “Nasıl ağlamam?” dedi Zekeriya Bey. “Beni asacaklarını öğrendim.” Adam güldü. “Seni asacaklar diye üzülme. Hakkında henüz verilmiş bir hüküm yok. Oysa ben hükmü yedim. Beni şimdi, bu sabah asacaklar. Bak, ağlıyor muyum?” Gerçekten de bir saat sonra geldiler ve adamı alıp götürdüler. Bir daha da görünmedi. Üçüncü gün iki arkadaş mahkeme heyetinin karşısına çıktı. Mahkeme Reisi ‘Kel’ Ali (Çetinkaya), Cevat Şakir’in babasını öldürdüğü sırada cinayetin işlendiği Afyonkarahisarı’nda Jandarma Komutanı’ydı ve babasının arkadaşıydı. ‘Kel’ Ali, Cevat Şakir’i tanıdı. İki arkadaşı öfkeyle salondan çıkarttı. Çıkarken, beş gün sonra savunmalarını vermeleri emretmişti. Duruşma iki arkadaş ağızlarını bile açamadan bitmişti. Suçları neydi ve neyi savunacaklardı? CEHENNEMDEN KURTULUŞ Hücreye döndüklerinde Mersin’de yayınlanan Doğru Söz gazetesi sahibi Ata Çelebi adlı bir komünist genç onlara mahkemelerin çalışma prensiplerini özetledi: “Burası bir cehennemdir, bir salhanedir. İstiklal Mahkemesine getirilenlerin yüzde doksanı öldürülür... Eğer mahkeme sizi savunma için bildirilen günden önce çağırırsa, hakkında idam hükmü verilmiş demektir. Süreyi uzatmakta fayda yoktur. Yok, gününde çağrılırsanız, durumunuz şüpheli demektir. Mahkeme daha bir karar varmamıştır. Savunma günü sonraya bırakılmışsa, kurtulduğunuza işarettir. Çünkü mahkeme aceleye lüzum görmüyor demektir...” Zekeriya ve Cevat Şakir, beş gün sonra değil de üç gün sonra çağrılınca ‘geleneğe göre’ idama mahkûm edileceklerini düşünüp perişan oldular. Ama şansları vardı. Cezaları üçer yıl sürgün ve kalebentlikti. Cevat Şakir Bodrum’a, Zekeriya Sertel Sinop’a gidecekti. Ölüm beklerken kalebentlik cezası almak ikiliye büyük ikramiye gibi görünmüştü. Üç yılın sonunda geride kalan eşler küçük çocuklarına bakarken, Sabiha Hanım ek olarak Resimli Ay dergisini de idame ettirmişti. Zekeriya Sertel cezası bitince İstanbul’a dönerken, Cevat Şakir, Bodrum’a yerleşecek ve ‘Halikarnas Balıkçısı’ adıyla ünlü bir edebiyatçı olacaktı. SİYASİ HESAPLAŞMALARIN SAHNESİ Mahkeme heyeti üyelerinin anılarından ve resmî belgelerden açıkça görüldüğü gibi İsmet İnönü ve Mustafa Kemal’le doğrudan temas halinde çalışan bu mahkemelerde esas olarak 1925’de Şapka Kanunu’na karşı çıkanlar, 1926’da Atatürk’e suikast teşebbüsünde bulunanlar ve İttihatçılık davası güdenler, Saltanat ve Hilafeti geri getirmeye çalışanlar, komünist örgütlenmelere katılanlar, yolsuzluk, casusluk, hükümete muhalefet suçlarına katılanlar vb. olmak üzere yaklaşık 7.500 kişi yargılandı, bunların yaklaşık 3.280’i çeşitli cezalara çarptırıldı. 660 kişi idam edildi. Başlangıçta süresi iki yıl olan bu İstiklal Mahkemeleri 4 Mart 1929’da hukuken sona erdiler ancak 31 Temmuz 1922’de çıkarılan İstiklal Mahkemeleri Kanunu ve ekleri, 1949 yılına kadar yürürlükte kaldı. Böylece İstiklal Mahkemeleri, tüm Tek Partili dönem boyunca, rejim muhaliflerinin korkulu rüyası olmaya devam etti.

İSTİHBARATIN UYURSA BAŞKALRI ÇALIŞIR

CIA, ROBERT ALEXANDER PECK, MAGAZİNCİLER, HASAN FEHMİ GÜNEŞ, KAHRAMANMARAŞ OLAYLARI, AJAN CENNETİ ÜLKE 1980'den önce İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş'in bakanlıktan düşmesine yol açan şarkıcı Aynur Aydan, "Hafta Sonu" gazetesi ile anlaşarak Güneş'in fotoğraflarını çektirttiğini Kanal D'de yayınlanan "Teke Tek" programında itiraf etti. Güneş'le "zaten" ilişkisi varmış. Ama "bir gün", nasıl olmuşsa, gazetecilere yakalanmış. Aynur Aydan, "Agah Özgüç (Hasan Fehmi Güneş'le buluşurken) beni görmüştü. Tarık diye de bir magazinci arkadaşım vardı. Beni sıkıştırdılar. 'Nasıl olsa gördük, fotoğrafını çekeriz, gel seninle birlikte bu işi ayarlayalım' dediler." Hafta Sonu gazetesinin "ayarladığı" işin içinde, acaba, ayrıntısını bugün pek çok kimsenin bilmediği "başka bir iş" de var mıydı? "Evet" diyor Cüneyt Arcayürek, "Bu işin içinde başka bir iş vardı." ODTÜ'de Bent adında bir ABD'li öğretim üyesi ABD'nin parasal desteği ile memurlar arasında anketler yaptırırken, ABD Büyükelçiliği Siyasi İşler Görevlisi İkinci Katip Donald Robert, Siirt ve Mardin bağımsız milletvekilleriyle toplantılar düzenlerken, CIA'de çalıştığı kanıtlanan ABD'li gazeteci Shulzberg'in Doğu ve Güneydoğu'daki inceleme gezileri sırasında bölücülük propagandası yaptığı iddiaları Cumhuriyet Senatosu'na bile aksederden, Amasya Belediye Başkanı Gündüz Türen İçişleri Bakanlığı'nı arayarak ABD Büyükelçiliğinde görevli ve akreditesi Kıbrıs'ta olan Robert Alexander Peck'in Karadeniz bölgesinde diplomatlıkla bağdaşmayan kışkırtıcı ve karıştırıcı davranışlarda bulunuyordu. ABD Büyükelçiliği 1. Katibi Robert Alexander Peck'in Maraş Katliamı' ndan birkaç gün önce Maraş'a gittiği, sağ partilerin il yöneticileriyle, bazı iş adamlarıyla görüştüğü bilinmektedir. O dönemde ABD Büyükelçiliği' nde 2. Katip olan ve daha önce Endonezya'da çalışmış olan Gene Christy'nin de Maraşta bir katliamın planlamasında yer aldığı iddia edilmiştir. İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş'i telefonla arayan Amasya Belediye Başkanı CHP'li Gündüz Türem heyecanlı bir sesle şöyle diyordu: "Sayın Bakanım, Robert Alexander Peck adında bir Amerikalı dolaşıyor buralarda. Ankara'daki büyükelçilikte ikinci katipmiş. Bana da ilginç sorular soruyor. "Amasya'da Sunnilerle Alevilerin oranı nedir? Amasya'da sağcı mı solcu mu çok? Amasya'daki çatışmalar mezhepsel mi, etnik mi, yoksa ideolojik nedenlerden mi kaynaklanıyor?" gibi. Amerikalı, benzer soruları Çorum'da da sormuş? Ne yapalım?" Bakan, Amasya Valisi Aydemir Ceylan'ı arayarak durumla ilgilenmesini istedi. Esrarengiz ABD'li kibar bir biçimde gözaltına alındı. Gözaltına alınan ABD'liyi, Orman İdaresi'nin misafirhanesinde göz hapsinde tutan dönemin Amasya Valisi Aydemir Ceylan, bu onurlu tavrının ödülünü, bir daha hiçbir şehre vali yapılmayarak aldı! Emekliliğine kadar yaklaşık 20 yıl merkez valiliğinde kaldı!" (Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul'un "Bay Pipo" adlı kitabından) İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, "bazı şüpheli faaliyetlerini" izlediği Robert Alexander Peck adlı bir ABD vatandaşını Amasya'da yakalatarak sınır dışı etti. Hasan Fehmi Güneş'e göre Robert Alexander Peck bir CIA ajanıydı. Kıbrıs'ta akrediteydi ama Türkiye'de görev yapıyordu. Sadece Amasya'da değil, Çorum ve Kahramanmaraş gibi "hassas" bölgelere de bulunmuş, gezip dolaştığı her yerde "karışıklıklar" çıkarmıştı. Mahir Kaynak, gazeteci Cüneyt Arcayürek'e verdiği mülakatta, Hasan Fehmi Güneş olayının 'komplo' olduğunu, bunu da CIA'nin veya MOSSAD'ın gerçekleştirmiş olabileceğini söylüyordu. Soru: - CIA komplo düzenler mi? Cevap: - Düzenler. - Yabancı ülkelerde bakan düşürür mü? - Düşürür. - Gerektiğinde darbe yaptırır mı? - Yaptırır. Yazar Cüneyt Arcayürek'e göre, Robert Alexander Peck'i deşifre eden İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş CIA'nın hedefi haline gelmişti. Dolayısıyla, bunun bedelini ödemeliydi. "ABD'li ajan" olayının üzerinden fazla bir zaman geçmemişti. Türkiye, bir haberle çalkalandı. İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş şarkıcı bir kadınla basılmıştı. Gazetelerde baskınla ilgili boy boy fotoğraflar yayınlandı. Ve sonra: "Aynur Aydan'la basılan İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş istifa etti." İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, CIA'yla oynamanın bedelini ödemişti. CIA'nın Türkiye'deki ilişkiler ağı, magazin basınını etkileyecek kadar genişti. Hasan Fehmi Güneş, "Peck gitti, biz hükümeti bırakınca geri geldi. Geri geldi ve eski dostlarıyla içli dışlı ilişkilerini, yurtiçi gezilerini sürdürdü. Rastlantıya bakın ki, gittiği yerlerde olaylar çıkmaya devam etti. Örneğin, gezisinden bir süre sonra Çorum olaylarının patlak vermesi hayli ilginçtir..." Yalçın Küçük hoca magazin olayını bu ve bazı nedenlerle önemsemiş değerlendirmeler yapmış, kitap yazmıştı.

BUNLARIN VEBALİNİ HERKES ÖDEYECEK

BENDEN BİR YORUM: Kaynak malum. Saptırmada malum. Şimdi soracağım. Jandarma istihbaratının işi ne? Bilgi toplamak değil mi? Dünyadaki bütün istihbarat birimleri aynı şeyi yapmıyor mu? Burada gariplik nerede? Gariplik şurada: İstihbaratların o ve ya bu şekilde kullandığı tipler vardır. Yüksel Dilsiz denilen şahsiyette bunlardan biri olduğu anlaşılıyor. Ama burada işler değişiyor ve Cia-Mossad Türkiye’de operasyona başlıyor. Doğal olarak ilk saf değiştirenlerde o veya bu istihbarata para karşılığı çalışan bu tipler oluyor. Bir anda çalıştığı istihbaratı kötüleyen kişilere dönüşüyorlar. Burada hata varsa Ersöz’ün acemiliğidir. Ve yanında çalıştırdığı kişilere güvenmesidir; denile bilir. Al işte neidüğü belirsiz tiplere güvenirsen, devlet görevi olarak yaptığın çalışmayı terör örgütü diye gösterirler. Bu istihbarat savaşlarının tipik bir örneği ve ne yazık ki cia-mossad bizim istihbaratımıza Ergenekon (Ümraniye) davasını, terör örgütü gibi göstererek beşikten sağlam bir gol attı. Olay bu kadar basittir. Bu beklenen bir şeydi. Hele işin içinde birde Abdulkadir AKSU varsa;kaçınılmaz sondu.

Buyurun okuyun.

ERGENEKON'U İKİLİ OYNAYAN AJAN DEŞİFRE ETMİŞ

Eruygur'un alnından öptüğü Nurcular içindeki ajan, Nurcular'ı Ersöz'e anlatırken, Ergenekon'u da iktidara iletiyormuş! AKP'nin cemaatçi vekillerini ve bakanlarını yakından izleyen eski Nurcu jandarma istihbarat ajanı, ikili oynayarak aynı zamanda Ergenekon'un faaliyetleriyle ilgili bilgileri hükümete vermiş. Çift taraflı ajanı Şener Eruygur alnından öpmüş "Tuğgeneral Levent Ersöz Jandarma Genel Komutanlığı'na istihbarat komutanı olarak atandı. Bana haber gönderdi. Kendisini ziyarete gittim. Ankara'da 'Oğlum ben senin sayende istihbarat komutanı oldum. Aynı çalışmanın daha büyüğünü yapacağız. Sen eşyanı topla hemen buraya gel' dedi. Ben de Bursa'dan şahsi eşyamı alıp Ankara'ya geldim." Ergenekon davasının gizli tanıklarından Ahmet Faruk'un ifadesine göre Ergenekon'un 'en kocakulak' sanığı olarak bilinen Levent Ersöz'ün Jandarma Genel Komutanlığı'nda istihbarat komutanı olmasını sağlayan gelişmelerin başında Nur cemaatine karşı sürdürülen istihbarat faaliyetleri etkili oldu. Savcılar tarafından 'Ahmet Faruk' adıyla kodlanan Ergenekon davasının gizli tanığı, cemaatlerden edindiği bilgiler sayesinde Levent Ersöz'ün terfi etmesini sağlarken, diğer yandan da dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'ya AKP'ye karşı yürüttükleri izleme ve dinleme faaliyetleri hakkında bilgiler vererek ikili oynadı.

SAVCI TANIĞI DEŞİFRE EDİYOR Ahmet Faruk'un Ergenekon 2. iddianamesinin 145 nolu ek klasöründeki ifadesi, 2002'de Bursa'da başlayan ardından Ankara'da devam eden Nur cemaatine karşı ajanlık çalışmaları konusunda ayrıntılı bilgilerle dolu. Ergenekon savcıları pek de farkında olmadan Ahmet Faruk'un gerçek ismini de deşifre etmişler. Aynı kişinin ifadesi, bu kez gerçek kimliği ve şüpheli sıfatıyla bir kez daha alınmış. Ahmet Faruk'un anlatımlarıyla bire bir örtüşen bu ifadenin altındaki imza ise Yüksel Dilsiz'in.

ÇOCUK YAŞTA CEMAATE Faruk ve Dilsiz'in ifadelerinde anlattıkları arasında cümle değişiklikleri dışında önemli bir fark yok. Örneğin her ikisi de çocuk yaşlarda içine girdikleri Nur cemaatine karşı 2002 yılında Bursa'da Levent Ersöz'ün isteği üzerine istihbarat çalışması yapmış. Her ikisi de Levent Ersöz 2003'te Jandarma İstihbarat Dairesi'nin başına getirildikten sonra Nur cemaatine karşı istihbarat faaliyetlerinde bulunmak üzere Ankara'ya gitmiş. Her ikisi de bu faaliyetleri sırasında Mustafa Kılıç adına düzenlenen kimlik kullanmış ve çevrelerinde üsteğmen rütbesiyle tanınmışlar. İkisi de daha sonra sözde yüzbaşı rütbesine terfi etmişler. İşte, gizli tanık Ahmet Faruk ya da açık kimliği ile Yüksel Dilsiz'in Ergenekon savcılarından Ferruh Gün'e verdiği ifadelerden Nur cemaatine karşı yürütülen istihbarat faaliyetleri: 2002 yılında Bursa'da Ergenekon Örgütü yöneticisi olan Tuğgeneral Levent Ersöz Bursa Jandarma Bölge Komutanı iken onun vasıtasıyla örgütle tanıştım ve faaliyetlere başladım.

'NURCU EVLERİ BELİRLEDİM' Levent Ersöz beni Bursa'da bulunan Nurcu cemaatlerle ilgili bilgi toplama faaliyeti ile görevlendirdi. Bu amaçla yaklaşık sekiz ay kadar bir çalışma yaptım. Bu çalışma neticesinde Nurcu cemaatlere ait olduğunu tespit ettiğim tüm ev, işyeri, okul, dershane gibi yerleri belirledim. Bunların fotoğraflarını çektim. Ayrıca bu gibi yerlerde kalan ve sık sık gelip giden şahısların görüntülerini kaydettim. (...) Balıkesir-Çanakkale ve Bilecik illerini de kapsayacak şekilde detaylı çalışma yapmam emredildi. Aynı çalışmayı belirtilen illerde ben yaptım. Daha önce Nurcuların Mustafa Sungur adlı kolunda uzun zaman kaldığım için her türlü Nurcu cemaate girmem ve onlarla yakınlık kurmam kolay oluyordu.

'ERUYGUR ALNIMDAN ÖPTÜ' (...) Orgeneral Şener Eruygur Bursa'ya geldiğinde, Levent Ersöz dosyayı kendisine takdim etti. Şener Eruygur dosyadaki çalışmayı incelediğinde, 'Bu Jandarma tarihinde yapılan ilk ve en büyük çalışmadır. Sizi tebrik ederim' dedi. Beni alnımdan öptü. Dosyayı kendisi bizzat alıp götürdü. Levent Ersöz paşanın 2003 yılında Ankara Jandarma İstihbarat Daire Başkanı olarak atanmasından sonra ben de Ankara'ya gittim. (...) Askeri istihbarat bana Nur cemaati içerisinde olduğu söylenilen o dönemin milletvekillerini takip etmemi söyledi. Bu amaçla zaman zaman kamera ile birlikte bu milletvekillerinin bulunduğu ortamda çekim yaptım, evlerini izledim ve elde ettiğimiz bilgileri rapor halinde Dursun Yüzbaşı vasıtasıyla Salih Albay'a veriyordum.

ORTALIĞI KARIŞTIRACAK FİKİR Ersöz ile çalışırken benim İslam dini konusunda ve cemaatlerin anlayış ve kültürleri hususunda derin bilgiye sahip olduğumu biliyordu. Said-i Nursi'nin İsa Peygamber olduğunu ispatlayan bir makalemi göstermiştim. (...) Bu makaleyi Levent Paşa çok beğendi. Onun isteği bu tarz makaleler ile ortalığı karıştıracak tarzda fikirler ileri sürmek, toplumun özellikle Nurcu cemaatlere yönelik ilgisini ve alakasını kesmek, dini hususlarda toplumu zayıflatmaktı. 12 personelden ibarettik. Tuğgeneral Levent Ersöz'ün emri ile gizli ve gayri resmi faaliyetleri yürütüyorduk. Ben özellikle Ankara'da ve daha sonra tüm Türkiye çapında her türlü cemaate ve dini gruplara giriyor, burada bulunan şahısların görüntülerini kaydediyordum. Ayrıca bu şahısların üst düzey polis müdürlerinin, bunlara destek veren çok zengin işadamlarının görüntülerini kaydediyor, bunların ev, işyeri adreslerini, telefon numaralarını, bildiğim başka özel durumlarını bu şekilde toplayıp dosya yapıyorduk.

AKP'Lİ VEKİLLE RANDEVİ Levent Ersöz'ün bizden istediği özellikle hükümette bulunan Ak Parti'nin milletvekillerinin ve bakanlarının cemaatler ve dini gruplarla ilişkilerini belgelemek ve bunların görüntülerini almak şeklinde idi. Bu amaçla Ziyaattin Akbulut ve Ali Yüksel Kavuşlu isimli milletvekilleriyle temas kurdum. Kendileri ile görüşmek için randevu aldım. T. Ziyaeddin Akbulut'u (Eski Konya Valisi) Mustafa Sungur cemaatinde iken Konya Ereğli ilçesinde sohbetlere gelip gittiğinde tanımıştım. Kendisiyle görüşme imkânımız kolay oldu. (...) Buraya jandarma görevlileri ile birlikte gittim. Onlar bizim oturacağımız yeri görüntüye almak için gerekli tertibatı aldılar. (...)

ERSÖZ SEVİNÇTEN FIRLADI Ankara Birlik Sitesine yakın Zümrüt apartmanında daha çok AKP milletvekillerinin sıkça gittikleri cemaat tarzı toplantılar yaptıkları bir yerden bahsetti. Bana 'Sen risaleleri iyi biliyorsun, mübarek bir insansın, sen orada kal, bize hocalık yaparsın' dedi. Ben de onun isteği üzerine oraya yerleştim. Bu olayı Levent Paşa'ya anlattığımda sevinçten ayağa fırladı. Gözü parladı. Beni defalarca kucaklayıp öptü.

TEMİZLİKÇİ, TAMİRCİ, TÜPÇÜ Bu yerin girişine ve daha sonra hemen tüm milletvekillerinin evlerinin girişlerine kameralar ve görüntü alma araçları yerleştirdik. Tüm AKP milletvekillerinin ve bakanlarının ev telefonlarını, bazılarının cep telefonlarını, korumalarının telefonları, eşlerinin telefonları dinleniyordu. Evlere temizlikçi, tamirci, tüpçü çağrıldığında bunların yerine istihbarat elemanları gönderiliyordu. Evde yaşayanlar da gözlenmiş oluyordu. Ben bakanlar ile ilgili çalışmalar yaparken İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ile samimiyet kurmuştum. Bir gün kendisine gidip bulunduğum konumu jandarmada yapılan çalışmaları anlattım. Rüzgâr 1 kod adlı dosyadan bahsettim. Abdülkadir Aksu bana çalışmaya devam etmemi, her konudan kendisini haberdar etmemi söyledi. Ben yaptığımız çalışmaların bir kısmının kopyasını alarak Abdülkadir Aksu'ya verdim. KAYNAK: RADİKAL

İSRAİL DENİZALTILARI HİNT OKYANUSUNDA

İSRAİL DENİZALTISI 'İRAN İÇİN' KIZILDENİZ'DE!

Bir İsrail denizaltısı daha Süveyş kanalını geçti. İsrail'in Hind Okyanusu'ndaki denizaltılarının sayısı şimdi üçe yükseliyor.

İsrail askeri kaynakları, İsrail'in bir denizaltısının geçtiğimiz günlerde bir operasyon kapsamında Süveyş kanalını geçerek Kızıldeniz'e açıldığını söyledi. Londra'da yayın yapan Şark'ül Ewsat gazetesine göre olağandışı operasyonun amacı İsrail'in İran karşısındaki stratejik gücüne dikkat çekmek. Gazetenin haberine göre Süveyş kanalındaki Mısırlı yetkililer ise kanaldan geçen askeri ekipmanların savaş durumu olmadığı sürece herhangi bir teftişe tabi tutulmadığını söyledi. Kaynaklar İsrail'in üç adet Dolphin türü denizaltıyı bölgede tuttuğunu ancak Mısırla bir sorun yaşamamak için gözlerden uzak tuttuğuna dikkat çekiyor. Gazetenin dayandığı kaynaklara göre İsrail denizaltıları büyük ihtimalle nükleer füze taşıyor ve İsrail'in stratejik vurucu gücünü temsil ediyor. Şark'ül Ewsat gazetesine göre İsrail hükümeti, önümüzdeki yıllarda dolphin tarzı iki denizaltı daha satın almayı planlıyor. İsrail bu denizaltılarla hem kendi güvenliğini sağlamayı hem de ciddi bir caydırıcılık elde etmeyi planladığı söyleniyor.

SUS KIZIM.SANA İŞ VEREYİM

İZMİR'e, yengesi Şadan Satoğlu'nun vefatı nedeniyle, dayısı Nazif Satoğlu'na taziye ziyaretine gelen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, eve girmeden önce sokakta tepki gösterildi.

Yanına gelen üniversite mezunu Sinem Örsçek, “Bu ülkedede neler oluyor? Bilmek istiyorum. Bu insanlar sizi neden alkışlıyor, anlamıyorum” dedi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, yengesi Şadan Satoğlu'nun, geçtiğimiz 9 Haziran'daki vefatının ardından İzmir'de yaşayan dayısı Nazif Satoğlu'na taziye ziyareti için dün saat 20.30 sıralarında, ‘Ana’ uçağıyla İzmir Adnan Menderes Havalimanı'na geldi.

İzmir Valisi Cahit Kıraç'ın karşıladığı Gül, havalinanında herhangi bir açıklama yapmadan sivil plakalı, Mercedes marka bir otomobile binerek ayrıldı. Havalimanı çıkışında konvoyda bulunan basın araçları, trafik polisleri ve koruma araçları tarafından ablukaya alındı, takip etmelerine izin verilmedi. Bu abluka Gaziemir Akçay Caddesi, Uzundere Çevre Yolu'nun Limontepe girişine kadar devam etti.

KORUMALAR UZAKLAŞTIRDI Cumhurbaşkanı Gül, dayısının evinin bulunduğu Yeşilyurt semtindeki sokakta, yaklaşık 100 kişi tarafından alkışlarla karşılandı. Sokakta toplananlardan 32 yaşındaki Sinem Örsçek, hızlıca Gül'e doğru gelerek, “Bu ülkedede neler oluyor? Bilmek istiyorum. Bu insanlar sizi neden alkışlıyor, anlamıyorum” dedi. Örsçek, korumalar tarafından ağzı elle örtülerek uzaklaştırılırken, kendisine sevgi gösterisinde bulunan vatandaşlarla kısa süre sohbet eden Gül, ardından dayısının evine girdi.

Korumalarının uzaklaştırmanının ardından aynı sokaktaki kendi apartmanlarına giren Sinem Örsçek bir süre sonra dışarı çıktı. Basın mensuplarına açıklama yapan Örsçek, Hacettepe Üniversitesi İstatistik bölümünden mezun olduğunu, endüstriyel asarım mesteri yaptığını anlattı. Örsçek, bugüne kadar birçok ekonomik kriz yaşandığını, başarılı bir öğrenim hayatı geçirmesinde, okuduğu okullarda her zaman birinci olmasına rağmen iş bulamadığını, tepkisinin buna olduğunu söyledi. Cumhurbaşkanı Gül'ün korumaları Örsçek'e iş bulma konusunda yardımcı olacakları sözünü verdi. Örsçek daha sonra Gül'ün dayısının evinin tam karşısındaki apartmanda bulunan dairelerine girdi.

Sinem'e Cumhurbaşkanı en ufak ters bir tepki vermedi. Cumhurbaşkanı Gül, dayısının evine girdi, Sinem'i çağırttı, gerginlik tatlıya bağlandı.

Sinem Örsçek, bir süre sonra korumalar tarafından Gül'ün dayısının evine çağrıldı. Burada Cumhurbaşkanı Gül ile görüşen Sinem Örsçek, daha sonra taziye evinden ayrıldı.

Gül daha sonra çevredeki vatandaşlara el sallayarak geceyi geçireceği otele yerleşti

HEP AYNI YALANLAR

Hep aynı yöntem.

ABD’nin ileri karakolu önem verdiği bölgelere ziyaretlere başladı. Bu ziyarette öne çıkan Kazakistan ve Azerbaycan. Yıllardır görülmezden gelinen bu ülkeler şu anda dünyanın kalbinin attığı yerler. Gerçek hedef el deymemiş orta Asya enerji kaynakları,yani Kazakistan.Azerbaycan’da bu bölgeye ulaşmanın kilit noktası.Türkiye Cumhuriyetine “büyük ağabey” diyen bu iki ülkeyi emperyalistler ve emperyalistlerin coğrafyamızdaki karakolu İsrail fark etti ve diplomatik girişimler bir yandan,renkli devrimler diğer yandan,Afganistan ,Pakistan ve Irak’ta ki katliamlarıyla da askeri olarak; farklı biryandan girişimlerine başladılar.Tüm bu girişimlerin hepsinin aynı merkezden ve aynı politika çerçevesinde yürütüldüğü artık bilinmelidir.Yöntem aynı.Aynı kişiler farklı kişilermiş gibi gösterilerek bir grup dostane gezi düzenleyip yatırım taleplerinde bulunurken,bir diğer kol gençleri sivil toplum örgütleri adı altında devşirmeye çalışıyor,diğer bir grupla da silahlı istila yapıyor.

Bakınız 1ay içerisinde aynı coğrafyada Kazakistan’a ulaşmak uğruna katledilen insanlar:

2 Haziran: Pakistan Svat vadisindeki operasyonda 52 asker öldü 23 asker yaralandı 3 Haziran: Afganistan’da ortak operasyonunda 248 muhalif öldürüldü.100 kişi de yaralandı 4 Haziran: Kandahar’da bombalı saldırıda 6 sivil öldürüldü 10 polis de yaralandı 5 Haziran: Afganistan Kapisa’daki ortak operasyonda 2 asker öldü 2 asker de yaralandı 6 Haziran: Peşaver’de bir camiye bombalı saldırı düzenlendi 40 kişi öldü 50 kişi de yaralandı 7 Haziran: İslamabad’da polis binasına düzenlenen intihar saldırısında 2 polis öldü.12 kişi yaralandı 8 Haziran: Afganistan’ın güneyinde ve kuzeyindeki operasyonlarda 27 kişi öldü, 4 asker de yaralandı 10 Haziran: Kunar ve Ghor kentinde 3 ayrı çatışmada, toplam 24 kişi intihar saldırılarında öldürüldü 11 Haziran: Pakistan’ın Candola, Spilitoy ve Bannu bölgesindeki operasyonda 100 kişi öldürüldü 13 Haziran: Baglan kentinde NATO askerleri ilye muhalifler çatıştı 3 kişi öldü 40 kişi de yaralandı 15 Haziran: İslamabad’da cuma namazında düzenlenen kanlı intihar saldırısında da 40 kişi öldürüldü 16 Haziran: Lahor’da camiye ve türbeye düzenlenen iki saldırıda, 4 kişi öldü, 38 kişi yaralandı 17 Haziran: Pakistan’ın Mekin köyü sakinlerine savaş uçaklarından açılan ateş sonucu 4 sivil öldürüldü 19 Haziran: Pakistan’ın güneyinde operasyon, 8 ölü 20 Haziran: ABD uçakları ve topçuların desteklediği Güney Veziristan’da çatışmalarda 50 asker öldü. 21 Haziran: Pakistan’ın Razmak bölgesindeki hava saldırısında, 3’ü kadın 3 ü çocuk 21 sivil öldü 23 Haziran: Kandahar’da otoyoldaki köprüde arama yapan 5 polis bombalı saldırıda öldürüldü 25 Haziran: Jowzjan bölgesindeki saldırıda BM çalışanları hedef alındı, çatışmada 3 sivil öldürüldü 26 Haziran: Leşkergah’taki yola bomba, 4 ölü 4 yaralı 27 Haziran: Güney Veziristan’daki çatışmada 10 kişi ölürken 12 kişi de yaralandı 28 Haziran: Afganistan, Veziristan’da 13 sivil vuruldu 29 Haziran: Kurram’da çatışma,33 ölü 65 yaralı 30 Haziran: Pakistan Dera’da bomba, 2 ölü 3 yaralı 1 Temmuz: Pakistan’da Peşaver’de 2 polis öldürüldü

Dünya halkları bu katillerle toplu olarak mücadele etmediği sürece bu yılan herkese dokunacak.

PERES’DEN AZERBAYCAN VE KAZAKİSTAN’A TARİHİ ZİYARET

İsrail Devlet Başkanı Peres, Orta Asya’nın iki Müslüman ülkesi, Azerbaycan ve Kazakistan’a resmi ziyaret düzenledi. İkili ilişkileri geliştirmek amacıyla gerçekleşen geziye, kalabalık bir işadamı heyeti de eşlik etti

İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres, Azerbaycan ve Kazakistan’ı kapsayan “tarihi ziyaretlerine” Pazar günü başladı. Azerbaycan ziyareti bu ülkeye İsrail’den yapılan ilk resmi ziyaret olması bakımından önem taşıyor.

Peres’in Müslüman iki ülkeyi kapsayan bu ziyareti çeşitli kesimler tarafından protesto edildi. Bazı internet sitelerinde yer alan haberlere göre Azerbaycan İslam Partisi’nin Üst Kurulu üyeleri ziyaretten rahatsızlık duyduklarını dile getirdi. İslami bir grup ise Peres’in Bakü ziyareti ile ilgili olarak “Suçlu Siyonist rejimin liderinin ziyaretine karşıyız ve ona tepkimizi dile getiriyoruz. Azeri liderler ziyareti iptal etmelerini istiyoruz” açıklamasını yaptı.

Aynı grup açıklamalarına şöyle devam etti: “İsrail’in Bakü’ye yaptığı ziyaret Azerbaycan’ın Müslüman bir ülke olarak uluslararası itibarını zedeleyebileceği gibi aynı zamanda İslam Dünyası’na bir hakarettir. Hükümetin bu geziyi iptal ettirerek İslam dinine saygı göstermesini talep ediyoruz.”

İsrail Devlet Başkanlığı ziyaretin amacını ‘Rusya, Çin ve İran’ın kesiştiği bölgede yer alan iki Müslüman ülke ile stratejik, ekonomik ve diplomatik alanda ilişkileri geliştirmek.’ olarak açıkladı. Peres, ziyaretleri ile 2. Dünya Savaşı sırasında ülkelerindeki Yahudilere iyi davranan ve başka Yahudilere kapılarını açan iki ülkeyle olan ilişkileri geliştirmeyi amaçlıyor.

Peres ziyaretinde kendisine Sanayi Ticaret ve Çalışma Bakanı Binyamin Ben-Eliezer, Ulusal Yapılanma Bakanı Uzi Landau, Bilim ve Teknoloji Bakanı Daniel Herschkowitz, Savunma Bakanlığı yetkilisi Pinhas Buhris ile beraber İsrail savunma sanayiden yöneticiler ve yaklaşık 60 işadamı eşlik ediyor.

Kazakistan’da ise Peres, 3. Dünya Liderleri ve Geleneksel Dinler Kongresi’ne onur konuğu olarak katılıyor. Kazakistan lideri Nazarbayev ile bir araya gelmesi beklenen Peres’in ayrıca burada bir sinagog açılışı da gerçekleştireceği belirtildi.

Azerbaycan’ın İsrail ile öncelikli olarak işbirliği yapmak istediği alanlar arasında tarım, su kaynaklarının yönetimi, tıbbi eğitim ve ileri teknoloji alanları yer alıyor.

Azerbaycan’la yüzlerce milyon dolarlık silah satışı anlaşması bulunan İsrail, Kazakistan’la da ziyaret çerçevesinde çeşitli silah satış anlaşmaları imzalayacak. Ben Eliezer, gezi ile ilgili yaptığı değerlendirmede, “Enerji ve petrol alanında işbirliklerini geliştirmek istiyoruz. Doğalgaz alımı da önceliklerimiz arasında.” ifadelerini kullandı.