13 Kasım 2010 Cumartesi

KOD ADI:BOZKURT

(BİR ÇILGIN TÜRK KEMAL ÇOYGUN’UN KIBRIS MÜCADELESİ.KIBRIS’IN VE MÜCADELE YILLARININ ANLAŞILMASI İÇİN MUTLAKA OKUNMASI GEREKEN DESTAN)

 Mustafa Kemal, muavini Fuat Bulca’ya “Trablusgarp’a gidiyoruz, sen de geleceksin. Enver’in planı şu: Bizler kendi arzumuzla ve hususi bir teşkilat olarak müdafaayı ele alacağız. Harbiye Nezareti de bizi istifa etmiş sayacak. Orada teşkilat yapacağız” diyordu…
Yaklaşık 200.000 İtalyan askerinin olduğu Libya’da, bir direniş başlatmak üzere 20 kadar Türk Subayı yola çıktılar. Mustafa Kemal halı tüccarı, Süleyman Askeri genç bir molla kılığına bürünmüştü. Yüzbaşı Cemil, hoca kılığındaydı. Bedevi gönüllüleri, eğitmeye başladılar. İtalyan karakollarını basıp silah aldılar, top aldılar.
Mustafa Kemal, 22 Aralıkta Tobruk Savaşı’nı kazandı. Derne’de 16/17 Ocak 1912 taarruzunda gözünden yaralandı. Bir ay hastanede tedavi görüp tekrar görevinin başına döndü. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Bey Libya’da keskin nişancılığı ile ün saldı. Pusuya yatan Nuri Paşa’nın, tek başına 100′den fazla İtalyan askerini öldürdüğü dilden dile dolaştı. Kuşçubaşı Eşref’e, “uçan şeyh” ünvanı takıldı.
Trablusgarp’tan ayrılırlarken, arkalarında işgale direnen ve özgürlüğü için canını vermesini bilen bir millet bırakıyorlardı.
Onlar tarih yazdılar ve tarih onları yazdı. Bu toprağın kahramanı bitmeyeceğine göre, daha yazılacak çok tarih ve tarihin yazacağı çok kahraman vardı.

Sessiz “sedasız” bir veda
Kıbrıs Türk Kültür Derneği’nin verdiği bir vefat ilanı ile tanıdık onu. Ertesi gün Hürriyet gazetesi manşetten, “BİR ÇILGIN TÜRK’ÜN VEDASI” başlığı ile bu vefatı Türkiye’ye duyurdu. Haberin alt başlığında ise “Barış harekatı öncesi Kıbrıs’ta, 5 yıl gizli Türk Mukavemet Teşkilatı’nı yöneten “Bozkurt” kod adlı Kenan Çoygun, Ankara’da sessiz, sedasız toprağa verildi” denilmekteydi.
Kendisini daha yakından tanıyabilmek için araştırmaya başlayınca, sessiz tanımlamasının kendisine ne kadar uyduğunu, vedasının da yaşamındaki sessizliğe paralel olarak kimselerin dikkatini çekmediğini gördük. Ama aynı süreçte “sedasız” tanımlamasının ise büyük bir haksızlık olacağı kanaatine vardık.
Kıbrıs’ın eski bakanlarından, gazeteci İsmet Kotak : “BRT Müdürü olduğum dönemde, Kenan Çoygun KKTC’ye gelince, Voswagen arabası ile ziyaretime geldi. Kapıda karşıladım. Kucaklaştık. Oturup sohbet ettik. Kameraları getirdim. İstemedi. BRT O’nun ilk eseri idi. Gezdirdim. TMT için yapmak istediklerimi anlattım. Kendisine de ileride yayınlanmak üzere “Gizli çekim” yani anılarını arşiv için filme almayı önerdim. Milli Mücadele için konuşması gerektiğini, tarihi ihmâl etmemek gerektiğini anlattım, günlerce yalvardım, başaramadım.’’İsmet, sen de bilirsin ki Mukavemetçi sırları ile ölür. Beni böyle anınız’’ dedi…”
Oğlu Gültekin Çoygun : “Gerek Kıbrıs’tan döndüğü yıllarda, gerekse sonraki yıllarda, anıları için teklif edilen tüm yüksek ücretleri geri çevirdi. Bir teşkilatın komutanının konuşmaması gerektiğini düşünürdü.”
1965-1966 döneminde Kenan Çoygun ile birlikte mücadele eden Emekli Tümgeneral Cumhur Evcil : “Kendisi görevinin icrasında son derece ketum, yapılanların konuşulmasından hoşlanmayan bir yapısı vardı. Zaman zaman kendisine “komutanım bu yaşananlar sizinle beraber yok olacak bunları kitap haline getirmek lazım” dememize rağmen buna hiçbir zaman yanaşmamıştır. Görev yaptığımız dönemlerde bile gelişen olaylar konusunda sorduğumuz soruların bir çoğu karşısında sükut ederdi. Az konuşur çok dinlerdi.”
Volkan Gazetesinde görüştüğümüz yazarlar, Aydın Akkurt ve Sebahattin İsmail, Kenan Çoygun hakkında araştırma yaptığımızı duyunca, sanki sözleşmiş gibi durumu tek cümle ile özetlediler. “İşiniz çok zor”
Siirt’te görev yaptığı dönemde Emir Subaylığını yürüten, Kenan Çoygun’un vefat ettiği tarihe kadar sevgi ve saygıyla bağlılığını sürdüren, halen O’na olan hayranlığını her vesile ile ifade eden, Emekli Tümgeneral Yaşar Karagöz, 36 senelik birlikteliğe rağmen, konuşma aralarında sürekli tekrarladığımız sorulardan biraz da bıkarak : “Bana Siirt’te görev yaptığı dönemi ve ondan sonrasını sorunuz. Bunca zaman birlikteliğimiz oldu ama bir kere geçmişte olan bitenden bahsettiği olmamıştır. Kıbrıs’tan hiç söz etmedi. Asla kendini bir kahraman olarak lanse etme gereği duymadı”
Dönemin Mücahit komutanlarından, bu gün Türk Mukavemet Derneği Başkanlığı’nı yürüten Yılmaz Bora “Kenan Çoygun’un ne yaptığını kimse tam olarak bilemezdi. TMT yer altı örgütü olarak oluşturulduğu ve ilk olarak 21 Aralık’ta yer üstüne çıktığı için, beşer kişilik gruplar halinde örgütlenmişti. Beş kişilik gruba verilen görevi diğer gruplar bilmezdi. Hatta, bu grup içerisinden birisine verilen özel görevi de diğerleri bilmezdi. Dolayısıyla Kenan paşa hakkında bir kişi bir olay bilir, diğeri başka bir olay. Kimse neler yaptığını tam olarak bilemez.”
Her derde deva, “google” bile Kenan Çoygun denince çaresiz kalıyor. Sadece vefatından sonra yazılan birkaç köşe yazısı dışında bir bilgiye ulaşılamıyor.
Görev yaptığı dönemlere ait gazete arşivlerini günlerce tarıyoruz, tozlanmış, yıpranmış sayfalar arasında, Kıbrıs’ta yazılan destana ilişkin ipuçlarına ulaşıyor, Kenan Çoygun adına rastlayamıyoruz.
İşte bu şartlar altında yola çıkarken iddiamız; şerefli bir Türk subayını anlatmak, Kenan Çoygun destanını yazmak, biyografi kaleme almak, hatırasına saygısızlık yapıp O’nu övmek değildir.
Amacımız, sadece, gök kubbede yankılanan bir hoş “seda”yı, sizlerin de duyabilmesi için, aradaki perdeyi hafifçe aralamaktır.
Her Dem Yeniden Doğarız. Kim bizden Usanası.
Kenan Çoygun’un ailesi, Kafkasya’nın Dağıstan bölgesinden, Bolşevik devrimi sonrasında ülkemize göç etmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan 1 yıl sonra, 1924 Yılında Bursa’da doğmuştur. Babasını 6 yaşında kaybetmiştir.
1930’lu yıllarda, bazı günler Bursa ulu camiden gelen çağrıyla namaza koşanlar, dikkat kesilip ezanı dinleyenler, bu güzel sesli müezzinin kim olduğunu merak ederlerdi. Ezanı okuyan bir çocuktu, ama usulüne uygunluğu ve sesi, insanları huşu içerisinde dinlemeye teşvik ederdi. Bursa Ulu camide ezan okuyan bu çocuk Kenan Çoygun’dan başkası değildi.
Aile mesleği aktarlık olmasına rağmen, bu işi yapmak istememiş, öğretmeninin de teşvikiyle, ailesinden gizli olarak Bursa Işıklar Askeri Lisesi’nin sınavlarına girerek askerlik mesleğine adımını atmıştır.
Harp Okulu’ndan 1942 yılında, dönem 5.si olarak mezun olarak göreve başlamıştır. 1948 yılında Erzurum’da iken Behice ÇOYGUN ile yaşamını birleştirmiştir.
Kurmay Binbaşı iken yazdığı “Askeri Coğrafya” isimli kitabı, yakın dönemlere kadar Harp Akademisi’nde okutulmuştur. Bu kitabı hazırlayabilmek için, izin kullanmış ve bu süre içerisinde gece gündüz çalışarak, ama daha önemlisi haritaları tek tek eliyle çizerek, ortaya ciddi bir eser koymuştur.
Resime ilgisi, güzel divan sazı çaldığı ve klasik türk müziği eserlerini dinleyenleri mest ederek okuduğu bilinir. Sesi gerçekten güzeldi. Usul ve makam bilgisi gelişmişti. Bir de etrafının hiç unutamadığı, Zeybek oynayışı vardı ki, heybeti, kollarını kartal gibi açarak oluşturduğu görüntü ile yüzyılın başlarından bir Efe bugünlere gelmiş sanırdınız.
Kenan Çoygun henüz Yarbay iken, 1962 yılında, TMT lideri olarak Kıbrıs’ta görev alıp almayacağı sorulduğunda, yaşamını tehlikeye atabilecek olan bu vatan görevini, tereddütsüz kabul etti. Kısa bir süre Genel Kurmay Başkanlığı’nda ve Dışişleri Bakanlığı’nda Kıbrıs’a ilişkin ön hazırlık yaptı. Günlerce yazılan raporları inceleyerek durum hakkında ön bilgi sahibi oldu.
Kenan Çoygun’un Kıbrıs günlerine geçmeden önce onun nasıl bir Kıbrıs’a gittiğini bilmek, Kenan Çoygun döneminde yaşananları daha anlamlı kılacaktır.
Kıbrıs’ın kısa tarihi
16. Yüzyıla kadar Kıbrıs’a hakim olan Venedikliler, Mısır, Suriye ve Anadolu’ya giden deniz yollarını denetimlerinde tutuyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu 1571 yılında stratejik önemi sebebiyle Ada’yı 70.000 şehit vererek fethetmiştir. Fetihten sonra Kıbrıs, Anadolu’dan gelen müslüman Türk göçmenlerle iskan edilmiş, nüfus çoğunluğu da Türkler’den oluşmuştur. Osmanlı Devleti 1878 yılında içinde bulunduğu şartlar sebebiyle, Ada’yı İngilizlere kiraya verir. 1914 yılında Osmanlı İmparatorluğunun İngiltere karşısında savaşa girmesini bahane eden İngiltere 5 Kasım 1914 de tek yanlı olarak adayı ilhak eder.
Jeopolitik değerlendirme
Kıbrıs Yunan ana karasına 800 km, Girit adasına 500 km, Mısır’a 370 km, Suriye’ye 105 km mesafede iken, Anadolu kıyısına uzaklığı sadece 70 kilometredir. Sadece bu yakınlık bile dikkate alındığında Kıbrıs’ın, düşman veya düşmana taşeronluk yapacak bir güç elinde Türkiye için bir tehdit oluşturacağı açıktır. Kıbrıs’ta hak iddia eden Yunanistan’ın hiçbir zaman Ada’ya sahip olmadığı, Yunanca konuşan halkının ise Yunanistan ile bir soy birliği bulunmadığı sabittir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun bir Yunan devleti olmadığı unutulmamalıdır. Ada Yunanistan coğrafyasının doğal bir parçası da değildir. Türkiye hem dünyaya açılmak, hem de varlık ve güvenliği için hayati önem taşıyan Kıbrıs’ı varlığına düşman, dostluğu güvensiz ellere bırakamazdı. Türkiye Kıbrıs Türklüğü’nün geçen yüzyılda, Mora yarımadasında, Girit’te, Atina’da yaşayan soydaşlarımızın karşılaştığı gibi bir akıbet yaşamalarına da izin veremezdi. Kıbrıs’ta Türk varlığı bir azınlık değildir. Yüzbinlerce Türk’ünün Kıbrıs’ı terke zorlandığı unutulmamalıdır. Kurtuluş savaşı sırasında Aziz Atatürk’ün taarruz emrinde ilk hedefi Akdeniz olarak belirlediği ve Kıbrıs güvende olmadan bu ilk hedefe ulaşılmış sayılamayacağı bir gerçektir.
Atatürk’ün Kıbrıs’a bakışı
Mustafa Kemal Atatürk sağlığında Kıbrıs’ı sık sık dile getirir ve Kıbrıs’ın Türkiye için stratejik önemini etrafındakilere anlatmayı ihmal etmezdi.
Atatürk’ün emriyle, Kıbrıs’la olan ilişkileri sürdürmek ve Kıbrıs Türklerinin maneviyatlarını yükseltmek amacıyla 20 Haziran 1938’de Türk Deniz Kuvvetlerine ait Hamidiye Okul Gemisi ziyaret maksadıyla Kıbrıs’a gönderilmiştir. Magosa Limanına ulaşan Hamidiye gemisini Türkler büyük bir coşku ile karşılamışlardır. 60 sene sonra gelen Türk askeri 22 Haziran günü Ada’dan ayrılmıştır.
Yine Atatürk döneminde, Kıbrıs’a eğitim, yeni harflerle yayın gibi ihtiyaçları karşılamak üzere para gönderildiği bilinmektedir.
Atatürk, Güneyde yapılan bir tatbikat sonunda subaylara “ordularımız güneyde sıkışsa ikmal yolları ne olabilir” diye sormuştu. O günün milletler arası yasal durumuna göre düşünen subaylar çeşitli ikmal yollarından bahsettiler. Ama kendisi “bu adaya çok dikkat etmelisiniz” diyerek Kıbrıs’ı işaret etmiştir.
EOKA Örgütü ve 1950’li yıllar
1948-1955 yılları arasında Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını tek taraflı halkoylaması ve BM’yi devreye sokarak gerçekleştiremeyen Rumlar, yöntem degiştirerek, bu amaçlarını silahlı mücadele yoluyla gerçeklestirmeyi kararlaştırdılar. Kıbrıs’lı Rumlar, Yunanistan’la yaptıkları ortak bir çalışma sonucu, Nisan 1955’te Yunan Subayı Grivas komutasında ve Makarios’un desteğinde, Enosisi gerçekleştirmeyi amaçlayan, EOKA adlı tedhiş örgütünü kurdular.
Örgüt, Ada’daki İngiliz yönetimine ve Türkler’e karşı terör eylemlerine başladı. Şubat 1958’de EOKA Türkler’e ve İngiliz yönetimine karşı topyekün savaş ilan etti. Özellikle Güney Kıbrıs’ta (Limasol, Baf) Türkler’e karşı yoğun saldırılar başlatıldı. 1957-58 yıllarındaki EOKA saldırılarında 100’den fazla Türk öldürüldü ve binlerce Türk yaralandı. 33 köyde Türklere ait evler yakıldı ve buralarda yaşayan Türkler zorla göç ettirildiler.
TMT’nin Kuruluşu ve İlk yıllar
EOKA tedhiş örgütünün ENOSİS saldırılarını iyice artırdığı bu dönemde siyasi kadrolarla disiplinli ve uyum içinde çalışabilecek bir yer altı örgütü kurma ihtiyacı artmıştır. Kıbrıs Türk Halkının ölüm kalım savaşı verdiği 1957 Kasım ayında, Rauf Denktaş, Kemal Tanrıseven ve Dr. Burhan Nalbantoğlu tarafından, “Volkan”, “9 Eylül Direniş Cephesi”, “Kara Çete”, “Kitem” gibi mevcut örgütlerin ve diğer adsız direniş kahramanlarının katılımıyla efsanevi “TÜRK MUKAVEMET TEŞKİLATI” nın temelleri atılmıştır.
1957’den itibaren Türk kamuoyunda Kıbrıs konusundaki duyarlılık son derece yükselmiştir. Beyazıt’ta gerçekleştirilen 7 Haziran 1958 tarihli mitingden bir gün önce, Kıbrıs’tan gelen, 54 Türk’ün öldürüldüğü haberinin de etkisiyle, meydana yaklaşık 300 bin kişi gelmiştir. Bu mitingi takiben, bir ay içinde Türkiye’nin çeşitli illerinde 43 miting gerçekleştirilmiştir.
Gerek kamuoyunda yükselen tepki, gerekse 1955 yılında Dışişleri Bakanlığı’na atanmış bulunan Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs konusundaki daha cesur ve kararlı yaklaşımı, Hükümetin beklenen kararı vermesini sağlar. 1958 Nisan’ında Başbakan Adnan Menderes’ten “örgütü kurunuz” talimatı gelir. Talimatın içeriği genel hatlarıyla şu şekildedir; “Kıbrıs’ta Türk varlığının korunması için silahlı gizli bir örgüt kurulması uygun görülmüştür. Olağan dışı koşullarda görev yapacak ve yasal olmayan bu görev için hazırladığınız projeyi uygulamaya koyabilirsiniz”.
Hazırlanan Projenin başında, Özel Harp dairesinden 1958 Temmuz ayında emekli olan General Daniş Karabelen bulunurken, uygulamaya ilişkin bütün çalışmaları Ankara merkezli olarak Binbaşı İsmail Tansu yürütmektedir. Kıbrıs için lider olarak Yarbay Rıza Vuruşkan seçilir. Yarbay Rıza Vuruşkan, Türkiye İş Bankası’nın Lefkoşa Şubesi’ni teftiş etme maske göreviyle ve Ali Conan adıyla Kıbrıs’a gönderilir.
Türk Mukavemet Teşkilatının başındaki kişilere verilen unvan Bayraktar’dır ve TMT’nin ilk Bayraktar’ı Yarbay Rıza Vuruşkan’ın Ada’ya ayak bastığı 1 Ağustos 1958 tarihinden itibaren Kıbrıs tarihinde yeni bir sayfa açılır. Türk Mukavemet Teşkilatının başına geçen Yarbay Vuruşkan büyük bir gizlilik içerisinde çalışmalarına başlar. Bu gizlilik 1963 yılı Aralık ayına kadar devam eder. Teşkilatlanma, eğitim, silahlanma gibi birçok önemli faaliyet, Rıza Vuruşkan’ın görevde olduğu 1 Ağustos 1958’den, 26 Eylül 1960’a kadar büyük bir başarı ile gerçekleştirilir.

TMT Yemini
TMT’nin, kurulduğu yıllarda faaliyet gösterdiği Lefkoşa’daki binasında, bu gün Türk Mukavemet Derneği faaliyet göstermektedir.
Türk Mukavemet Derneği Başkanı Yılmaz Bora, zor yıllarda mücahitlere komutanlık yapmış, şimdi bir sivil toplum örgütü olan Türk Mukavemet Derneğinin Başkanı olarak, Kıbrıs’ın geleceğine yönelik katkı yapma çalışmalarını sürdürmektedir.
Türk Mukavemet Derneği’nin tarihi binasında, bizi büyük bir misafirperverlik ile karşılayan Yılmaz Bora ile salona girdiğimizde ilk dikkatimizi çeken fotoğraflar oluyor. Aynı salon içerisinde iki ayrı yerde, ilk Bayraktar Rıza Vuruşkan ile üçüncü Bayraktar Kenan Çoygun’un büyük boy resimleri göze çarpıyor. Görev yapmış pek çok Bayraktar arasında aynı salonda iki farklı yerde, sadece bu iki Bayraktar’ın resimlerinin bulunması, verilen özel önemi gösterir nitelikte.
İki değerli komutanın duvardaki resimleri arasında ise çerçeve içerisinde TMT andı dikkatimizi çekiyor.
Kıbrıs Türk’ünün yaşayış ve hürriyetine, Canına,malına ve her türlü anane ve mukaddesatına, her nereden ve kimden olursa olsun, vaki olacak tecavüzlere karşı koymak için kendimi Türk Milleti’ne adadım.
Ölüm dahi olsa, verilen her vazifeyi yapacağım.
Bildiğim, gördüğüm, işittiğim ve bana emanet edilen, her şeyi canımdan aziz bilip sonuna kadar, muhafaza edeceğim.
Gördüklerimi, işittiklerimi, hissettiklerimi ve bana emanet edilenleri, hiç kimseye ifşa etmeyeceğim.
İfşaatın bir ihanet sayılacağını ve cezasının ölüm olacağını biliyorum.
Yukarıda sıralanan hususları harfiyen tatbik edeceğime, şerefim,namusum ve bütün mukaddesatım üzerine söz verir and içerim.
Yılmaz Bora’ya yemini soruyoruz.
“Bir gece kapınız çalınır, Kuran-ı Kerim, silah ve bayrak konur, yemini okuması istenir. Eğer kabul ediyorsan yemini et denir. Eğer kabul etmiyorsan da, bu iş burada kapanır, asla ifşa etmeyeceksin diye uyarılır. Tabi bu saflara katılan insanlar tesadüfen seçilmiyordu. Hazır bir kitle vardı. Çünkü o dönemde hepimiz ortalama 20 yaşındaydık. Bu ketumiyetin halen devam ettiğini söyleyebiliriz. Sadece yeminle de alakalı değil bu. 5 sene yer altında kalmış bir örgütün, 1963’ten itibaren yer üstüne intibakı da kolay değildi muhakkak” diye cevap veriyor.
Silah Sevkiyatları
Silah sevkiyatları için deniz yolunu kullanmayı planlayan Özel Harp Dairesi, konuyu Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüşür. Fatin Rüştü Zorlu bunun üzerine, Gümrük ve Tekel Bakanı Hadi Hüsman’ı telefonla arayarak “Size bir Binbaşı gönderiyorum. Adı İsmail Tansu. Bu arkadaşlar altın da kaçırsalar biz hükümet olarak göz yumacağız” der.
Bu arada ilginç bir tesadüf gerçekleşir. Kıbrıs’lı üç genç motorlu bir kayıkla, 13 Ağustos 1958 günü kaçak olarak Anamur limanına gelirler. Yapılan sorgulamalarında, Eoka’nın Türklere karşı bir katliam başlatacağını düşündüklerini, bu sebeple birer silah satın almak için Türkiye’ye geldiklerini, iltica etmek gibi bir niyetleri olmadığını söylerler.
Bunun üzerine İsmail Tansu, Daniş Paşa’dan izin alarak bu gençlerle küçük bir silah sevkiyatı denemeye karar verir. 10 makinalı tabanca ile 20 adet tabanca ve iki sandık da mermi yüklenir. Bundan sonra emirlere uygun hareket etmeleri söylenir. 28 Saat sonra Bayraktar Rıza Vuruşkan’dan silah ve cephanelerin tam olarak TMT’ye ulaştığı haberi gelir. Maalesef Arı ekibi adı verilen bu gençler 7. seferinde fırtınaya yakalanırlar. Asaf Elmas ve Hikmet Rıdvan şehit olurlar. Arı ekibi taşıdıkları silah ve cephane ile 800 mücahide yetecek malzemeyi Ada’ya ulaştırmayı başarmışlardır.
Silah sevkiyatları için Başbakan Adnan Menderes’in bizzat devreye girmesiyle Armatör Kemal Sadıkoğlu ve Muhittin Topçuoğlu ile görüşülür. Her ikisi de gemilerinde kaçak yolla silah sevk etmeye gönüllü olurlar. Ayrıca bir de balıkçı gemisi satın alınır. İngiliz donanmasının denizden, uçakların havadan devamlı kontrol altında tuttukları Kıbrıs Adasına; İngiliz polisi ve gizli istihbarat servisinin, Rumların ve Yunanlıların dikkatini çekmeden 1 yıl içerisinde 5.000 mücahidi silahlandıracak kadar malzeme gönderilir. 18 Ekim 1959 gecesi Elmas adı verilen balıkçı teknesi bir silah sevkiyatı sırasında İngiliz Savaş Gemisi’ne yakalanır. Ankara’dan verilen emir derhal tekneyi batırın olur. Teknedeki, muharebe Astsubay Başçavuş Ali Levent’in telsizden ulaşan son sözleri şunlar olur. “Emredersiniz, vatan sağolsun, TMT Varolsun”
Kıbrıs’a intikal ettirilen silah ve mühimmata Ada’da “Bereket” adı verilmekte, bu silahlar çanak adı verilen çukurlara konularak muhafaza edilmekteydi.
Eğitim Kampları
Her mücahidin anılarında Türkiye’de katıldıkları eğitimin, önemli bir yeri olduğu görülür. Bazı mücahitler bu kampa birkaç defa katılmışlardır. Büyük bir gizlilik içerisinde, Ankara’daki Zir kampında eğitim alan TMT’ciler büyük güçlüklerle bu kampa katılıyor, ayni zamanda büyük bir risk alıyorlardı.
Kıbrıs’ta Bayraktar tarafından belirlenen 20-25 kişilik gruplar büyük bir gizlilik içerisinde Ankara’ya getiriliyordu. Genelde aynı uçaktaki kişiler bir diğerinin TMT’ci olduğunu ve kampa gittiğini dahi bilmiyordu. Bilenler ise asla bunu açık etmiyordu. Ankara Ayaş Yolu üzerinde, Zir köyü yakınındaki Tarım Bakanlığı’na ait çiftlik tesisleri Özel Harp Dairesi tarafından bu amaca uygun olarak düzenlenmişti.
Zir kampında mücahitlere teorik ve pratik eğitimler veriliyordu. Ayrıca burada eğitim görenler, Kıbrıs’a döndüklerinde, Ada’daki gizli eğitim yerlerinde, silah kullanmayı ve öğrendikleri gizli harekat tekniklerini, Zir kampına katılamayan diğer mücahitlere öğretirlerdi. Eğitimlerde gizlilik kurallarına son derece önem verilirdi. Mücahitler bu gizlilik kurallarına dikkatle uydukları için 5 yıl boyunca deşifre olmamışlardır. Eğitimlere sadece erkekler değil, birçok bayan da katılmıştır.
Bu süreci Lefkara’lı Turgut Sami Sunalp şöyle anlatıyor “1959’da eğitim amacı ile bir ay köyden uzaklaşmıştım. Rumlar benim bu yokluğumdan kuşkulandı. Çünkü EOKA teşkilat üyeleri de Yunanistan’a gidip silah eğitimi görüyorlardı. Rumlar benim mali durumumun turistik geziye müsait olmadığını ve 6 çocuğum olduğunu bildikleri için, güçlü bir tahmin yapıyorlardı”
6 çocuklu Turgut Sami Sunalp, ailesini arkasında bırakıp, gerçek bir mukavemetçi olabilmek için Zir kampına giderken, Türk Mukavemet Derneği Başkanı Yılmaz Bora’da kampa gidişini, yaptığımız sohbette bize şöyle anlatıyordu.
“Ben devlet memuruydum. Daireden izin almaksızın kaçtım. Hanıma dedim ki, eğer beni ararlarsa aniden hastalandı Türkiye’ye kaldırdık dersin. Türkiye’ye gittiğimde bir sağlık raporu aldım. Bu raporu, o zaman İstanbul’da İngiliz konsolosluğu vardı oraya tasdik ettirdim. Döndüğümde daireden bana senin 45 gün iznin yok dediklerinde kendilerine raporu verdim. Her şey o kadar usulüne uygun yapılmıştı ki en küçük bir şüphe duymadılar. Bu bizim açımızdan övünülecek bir durumdur. Düşünün çalıştığınız dairede, İngilizler var Rumlar var. Rumlar son derece fanatik, Türklüğe hakaret etmek için fırsat kolluyor. Ama biz tüm bunların karşısında sabırlı, soğukkanlı, ağırbaşlı idik. Sanki Türk hiçbir şey bilmez. Benim çalıştığım dairenin Müdürü İngiliz bir bayan, Müdür Muavini de bir Rum’du. Olaylar patlak verdiğinde ve biz yer üstüne çıktığımızda inanamamışlardı. Yılmaz bunu nasıl yapabilir? Nasıl böyle biri olabilir diye konuşmuşlar hep. Tabi bu sadece benim için geçerli değildi. Bütün Türkler ayni gizlilik içerisinde hareket ediyor, eğitimlere katılıyor, hazırlıklarını yapıyor ama asla bunu kimseye fark ettirmiyordu.”
“Orada birçok sürprizle karşılaşırdık. Ansızın karşımıza ya yakın bir arkadaşımız, ya da o güne kadar hiç TMT’de olduğundan haberdar olmadığımız, hatta İngiliz veya Rum yanlısı sandığımız kişiler çıkar ve biz de şok geçirirdik.
Eğitimlerde ana unsurlar şu şekildeydi.
1. Gizli harekat tekniği
2. Gayri nizami savaş tekniği (Pusu, baskın, sabotaj, gerilla)
Söz konusu eğitimler nazari ve uygulamalı olarak yapılamaktaydı.”
27 Mayıs 1960 İhtilali
Kıbrıs’ta TMT’nin kurulması, başına Bayraktar olarak Rıza Vuruşkan gibi başarılı bir ismin getirilmesi, hükümetin destek vermesi, Özel Harp Dairesinin büyük bir başarı ile örgütlenme, silahlanma, eğitim gibi çalışmaları yürütmesi sonucunda; planlamalara uygun geçen 3 yıllık bir sürenin ardından, Türkiye’de 27 Mayıs 1960 İhtilali yaşanır.
İhtilalin ardından Milli Birlik komitesi içerisinde farklı görüşler ortaya çıkar. Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş aleyhine Menderes’çi olduklarına dair propaganda başlar. Özel Harp Dairesinin TMT’ye aktardığı kaynak ve silahlarla ilgili Menderes kendi özel ordusunu kuruyor dedikoduları ortaya atılır.
Milli Birlik Komitesi üyelerinden, Başbakanlık Müsteşarı Alparslan Türkeş ve bazı arkadaşlarının, belgelere yansıyan Kıbrıs konusundaki hassasiyetlerine rağmen, özellikle bu üyelerin tasfiye edilmesinden, Kıbrıs Büyükelçiliğine Emin Dırvana’nın atanmasından ve TMT’nin ilk Bayraktar’ı Rıza Vuruşkan’ın geri çekilmesinden sonra Kıbrıs’ta yaklaşık 2 yıl süren olumsuz bir dönem başlamıştır.
Kenan Çoygun Kıbrıs’ta
Kenan Çoygun, Türkiye Kıbrıs Büyükelçiliği İdari Ataşesi “KEMAL ÇOŞKUN” adıyla Ada’ya giriş yaptı. Asıl görevi TMT’nin liderliği yani BAYRAKTAR’lıktı. Kod adı ise BOZKURT’tu.
Geldiği günler itibariyle, 2 yıldır durumun vehametini anlatan raporlar Türkiye tarafından dikkate alınmamış, TMT’ye gönderilen silahlar “çanak” adı verilen yerlerde gömülü kalmış, bakımı yapılmamış, mücahitlere bu 2 yıl içerisinde eğitim verilmemiş, Türkler arasında bölünmeler meydana gelmişti.
Kenan Çoygun, Kıbrıs’a ilk gelişinde durumu bütün çıplaklığıyla gözlemleyebilmek için, ailesini getirmedi. Rum kesiminde bir ev tutarak yaklaşık 6 ay boyunca burada yaşadı. Bu süre içerisinde bireysel ilişkiler geliştirdi, sonraki yıllarda çok işine yarayacak irtibatlar oluşturdu. Rumlar hakkında bilgi sahibi oldu. Hatta günlerce EOKA’nın başı Grivas’ı adım adım bizzat kendisi izledi. Daha sonra eşi ve küçük Oğlu Gültekin’i Kıbrıs’a getirtti. Kıbrıs’a gelişinden itibaren 5 yıl süreyle hiç Türkiye’ye gelemedi. Büyük oğlu İskender ve kızı Lale’yi 5 yıl boyunca hiç göremedi.
Rumlarla ilk tanışması, sanki bundan sonra yaşanacak sürecin habercisi gibiydi. Nasıl başladıysa, öyle gidecekti.
O günler, Türk ve Rumların karışık olarak yaşadığı dönemlerdi. Kenan Çoygun eşiyle bir lokantaya gitmişti. Yemeklerini yedikleri sırada, Rumlar tarafından ailesine karşı saygısızlık yapıldı. Rumlar karşılarındakinin Türk ordusunun şerefli subaylarından Kenan Çoygun, TMT’nin Bayraktar’ı Bozkurt olduğundan habersizdiler. Ama bu habersizlik onlara pahalıya mal olmuştu. Hemen oracıkta, Rumlar için can yakıcı bu tanışma faslı gerçekleşti, hırpalanan Rumlar kaçarak lokantayı terk ettiler. Kenan Çoygun, Rumların arkadaşlarını da alarak geri gelebileceklerini düşünerek, önce eşini eve bıraktı. Sonra tekrar lokantaya geri döndü. Amacı buradayım mesajını vermekti. Kim olduğunu bilmedikleri bir Türk’ün, Rumlara haddini bildirdiğini duyan Türk’ler lokantaya geri dönen bu adamı yalnız bırakmak istememişlerdi. Hızla etrafa yayılan haber üzerine, birbirlerinden habersiz Türk’ler lokantaya müşteri gibi doluşmuşlar, farklı masalara oturarak, bu yiğit adama gelebilecek saldırıya karşı, destek vermek istemişlerdi.
Rumlar o gün gelemediler. 21 Aralık 1963 günü, bütün ağır silahlarıyla, Türklerden onlarca kat fazla savaşçılarıyla geldiklerinde de, tam tamına 24 saat içerisinde Ada’nın tamamını ele geçireceklerini umuyorlardı.
Denktaş’la karşılaşma
Sayın Denktaş’la Kıbrıs’taki çalışma ofisinde gerçekleştirdiğimiz görüşmede Kenan Çoygun der demez büyük bir hararetle anlatmaya başlıyor.
“Gelmeden önce, bana Harp Dairesi’nden bir Albay’ı göndererek, ‘Size en iyi komutanımızı gönderiyoruz. Bugüne kadarki raporlarınızı iyi değerlendiremediğimiz için özür dileriz ama Kenan Komutanımız bunu telafi edecektir’ dediler.
İlk temasımızda; kararlı-güçlü bir kişinin karşısında olduğumu anlamıştım. Geldiği günün ertesi günü beni davet ettiler. Ofisleri büyükelçiliğin altında, rum barikatına 50 metre mesafedeydi. Yani Rum yürüse gelecek. İçeriye girdim. Koltuğundan kalktı. Yanında bir sandalye. Sandalyenin üzerinde bir el bombası ve bir tabanca. Öpüştük, oturduk. Konuşması, kelimeleri yutarak konuşur. İlk defa konuştuğunuzda anlaşılması mümkün değildi. (Burada Sayın Denktaş mükemmel bir örnekleme yapıyor ancak bunu satırlara yansıtabilmek mümkün olmuyor. Kenan Çoygun kesin, kararlı zaman zaman sert ifadelerle ama ne dediği anlaşılmayan bir takım cümleler kuruyor) Ben dinliyorum, zaman zaman ne dersiniz dediğini anlıyor, tamam diyorum. Birşeyler istedi benden, biz hep tamam dedik. Ama hiçbirini anlamamıştım. Çıkarken beni kapıya geçiren arkadaşa hiçbir şey anlamadım ne istiyor benden diye sordum. O da esas güvendiğin arkadaşların bir listesini istiyor diye cevap verdi. Ondan sonra alıştık tabi konuşma tarzına.”
1963 Yılı
Makarios, 30 Kasım 1963′de, Türk toplumuna ve Kıbrıs’la doğrudan doğruya ilgili devletlere, 13 konuda Kıbrıs Anayasasında değişiklik yapılması gerektiğini bildirmiştir. Bu değişikliklerin kabulü halinde Türk toplumu basit bir azınlık haline düşecekti. Türkiye Makarios’un bu anayasa değişikliği tekliflerini kesinlikle reddetti.
Anayasa değişikliği çerçevesinde bu gelişmeler yaşanırken diğer yandan; 25 Ocak 1963 gecesi Rum bölgesindeki Bayraktar Camisi ikinci kez havaya uçuruldu. 3 Mart günü Maraş’taki Pertev Paşa Türbesi tahrip ediliyordu. 30 Mayıs akşamı Ömeriye Camii ikinci kez saldırıya uğruyordu. 7 Ekim 1963′de Karpaz Bölgesi EOKA’cılar Cemiyeti bir toplantı yaparak “Cumhuriyeti yıkıp ilhakı gerçekleştirmek için mücadele etmeye karar verdiğini” açıklıyordu. Cumhuriyeti koruyup kollamakla görevli Cumhurbaşkanı Makarios ise cemiyet üyelerine gönderdigi bir mesajla onlara başarılar diliyordu. 9 Aralık günü Lefkoşa Türk Lisesi Rum Polisler tarafından basılıyor, açılan ateş sonucu Türk öğrenciler yaralanıyordu.


“Kanlı Noel” Saldırıları
Kıbrıs’ta Türklerle Rumların eşit ortak olarak kurduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yürütmek yerine Türkleri ortadan kaldırarak tüm Kıbrıs’a egemen olmak için Rumlar çeşitli planlar yaptılar. Bu çerçevede Anayasa’da 13 maddelik değişiklik önerisinde bulunan Rumlar bu önerileri reddedilince önceden yaptıkları plan gereği, eğittikleri silahlı güçleri de devreye sokarak Türklere saldırı başlattılar.
Tarihe kanlı Noel olarak geçen bu saldırılar 1963 Aralık ayında başladı. 20 Aralık gecesi Lefkoşa’nın Tahtakale semtinde evlerine gitmekten olan bir grup Türk’ün otomobillerine açılan ateş sonucunda Zeki Halil ve Cemaliye Emirali adlı iki Türk şehit düştü, bir grup Türk de açılan ateş sonucunda yaralandı. 21 Aralık günü bu saldırıyı kınamak için Lefkoşa Türk Lisesi bahçesinde toplanan Türk öğrencileri EOKA çetesi mensupları tarafından kurşunlandı. Aynı gün Lefkoşa’daki Atatürk büstüne de saldırıldı.
Bir gün sonra Türkiye Büyükelçilik binası ile Denktaş’ın çalışma ofisine ateş açıldı. 1963 yılı Kanlı Noel saldırılarının hedefi Lefkoşa idi. Rumlar, merkeze hakim olmakla, bütün Kıbrıs’a hakim olacaklarını sanıyorlardı. Bunun için de kendilerine en büyük engel Lefkoşa’ya bağlı Küçük Kaymaklı kasabası idi. 1960 nüfus sayımına göre kasabada 5.126 Türk, 1.133 Rum yaşıyordu. Kasaba önemli bir Türk yerleşme merkezi durumundaydı. Kasaba çevresinde 19 Aralık’tan itibaren faaliyetleri gözlenmeye başlandı. Rum saldırısından şüphelenen Türk Mücahit Teşkilatı’na üye gençler, halkı olası bir saldırıya karşı hazırlamaya çalıştı.
Rum saldırısı 22 Aralık günü başladı. Küçük Kaymaklı’nın dış dünya ile bağlantısı tamamen kesilmişti. 23 Aralık’tan itibaren yeni takviye kuvvetleri alan Rum saldırganların başına EOKA’cı katil Nikos Sampson geçmişti.
Türk direnişçiler, 24 Aralık gününden başlayarak uygulamaya koydular. 3.000 Türk Hamitköy’e, 2.000 civarında Türk de Lefkoşa’nın emin bölgelere gönderdiler.
Rum çeteleri, kadın-erkek, genç-ihtiyar demeden Türklere karşı vahşice saldırırken; Türkler, Küçük Kaymaklı’da bulunan Rum aileleri de kendi korumaları altında Büyük Kaymaklı’ya göndermişti. Geride kalan 550 kadar yaşlı, kadın ve çocuk Türk topluluğu Rum çetecilerce esir muamelesine tabi tutuldular. Bu arada seksenlik imam Hüseyin İğneci ve 18 yaşındaki yatalak oğlu Rumlar tarafından vahşice şehit edildi.
Rum silahlı güçleri 24 Aralık günü Lefkoşa ve diğer Türk bölgelerine saldırıya devam etti. 24 Aralık günü Kumsal bölgesine saldıran Rumlar, Kıbrıs’taki Türk Alayı’nda doktor olarak görev yapmakta olan Binbaşı Nihat İlhan’ın eşi ile üç çocuğunu vahşice katlettiler.
Saldırılar sonucunda 18.667 Kıbrıs Türk’ü yaşadığı 103 köyü terk etmek zorunda kaldı.
Vatan Sağ Olsun
Kanlı Noel Saldırılarının başlamasından itibaren, Rumların Türklere yönelik katliam girişimleri bütün Kıbrıs’a yayılır. Türkler her yandan sarıldığında, Kenan Çoygun “Ölmek var, teslim olmak yok. Rumlar benim cesedimi çiğnemeden Türk kesimine giremezler. Eğer her taraftan yarılırsak, herkesin toplanacağı yer Lefkoşa’daki Atatürk Heykelinin altıdır. Son kurşunlarımızı burada atacağız. Rum çapulcular gelince, cesetlerimizi Atatürk Heykeli’nin dibinde bulacaklar” emrini verir.
Saldırılar 5 gün 5 gece sürer, Türkler inanılmaz bir direniş gösterir. 24 saatte Ada’dan bütün Türkleri atacağına inanan ve bütün planlarını buna göre yapan Rumlar şaşkınlık içerisindedir. Saldırılarını şiddetlendirerek sürdürdükleri 25 Aralık günü artık bütün cephelerde Türklerin mühimmatları tükenmek üzeredir. Rumlar Türk mahallelerinde hoparlörle “Türk kuvvetleri her taraftan sarıldılar, teslim olun” çağrısını durmadan tekrar ediyorlardı. İnsanüstü direnişe, bütün yokluklara rağmen devam eden kahramanca mücadeleye rağmen Lefkoşa’da artık düşmek üzeredir.
İşte bu şartlar altında, Kenan Çoygun Anavatan’a son bir mesaj gönderilmesine karar verir. Mesaj en yüksek ivedilik derecesi ile gönderilir ve aynen şöyledir. “Her taraftan sarıldık. Eğer yardım gelmezse, bunun haklı bir nedeni olduğunu düşüneceğiz, VATAN SAĞOLSUN”. Saat 14.00 civarında Türkiye’den mesaja cevap gelir “Milletçe sizlerle beraberiz. Dayanın. Jetlerimiz Yoldadır”. Biraz sonra Girne kapısı tarafından iki Türk savaş uçağı, evlerin çatılarını yalarcasına, bir Mızrak gibi Lefkoşa semalarında görünür. Bu Türk savaş uçakları tek mermi atmadan kanlı noel saldırılarını durdurmaya yetmiştir.
Kenan Çoygun inanç, karar ve cesaret ile en şiddetli saldırılara yardım gelene kadar karşı koymayı başarabilmesinin yanında, en zorlu anlarda bile kararlılığını yitirmemesi kadar, Türkiye’ye çektiği mesajdaki onurlu duruşu da dikkate değerdir.

Şanlı Direniş
Nikos Sampson, kendisiyle yapılan röportajda “Kaç yüzyıl birlikte yaşadık. Artık Yetti! Geldikleri gibi geri dönüp, Kızılelma’ya (Orta Asya’yı kastediyor) gitsinler. Bu ada bizim. Onu kimseyle paylaşmayız. Paylaşmak isteyen kendi kanımızdan kişiler çıkarsa, onları da haklarız. Bu iş, bu kadar!” diyordu.
21 Aralık’ta başlayan Rum saldırılarının amacını özetler nitelikteki bu sözlerin fiiliyattaki karşılığı, 24 saat içerisinde bütün Ada’dan Türklerin temizleneceğine dair yapılan planlardı. Bu planın ayrıntıları, 21 Nisan 1966 tarihinde Patris gazetesinde yayınlanmıştır. Plana verilen isim Akritas’tır. Planın amacı Türk halkının ani bir saldırı ile yok edilerek, Ada’nın Yunanistan’a bağlanmasıdır. Planın detayları içerisinde, her bölgede ne kadar kuvvet bulundurulacağı, silah miktarı, bölge sorumluları, saldırı planları, ayrıntılı olarak şemalar üzerinde gösterilmiştir.
En ince detayına kadar yapılan katliam planında hesap edilmeyen tek bir şey vardı. Dünya kamuoyu ve Türkiye’den bir tepki gelişmeden Türkleri imha edebileceklerini veya sindirebileceklerini düşünen Rumların bu stratejik planlamasında ihmal ettikleri tek bir husus vardı.
Kendilerinden sayıca kat kat üstün Rumlara, silah ve cephane olarak kıyas götürmeyecek şartlara, Yunan birliklerinin ve ağır silahlarının müdahil olmasına ve benzeri bütün güç dengesizliklerine rağmen, Türkün inancı, Türkün kahramanlığı ve zor şartlarda Lider çıkarıp, mutlak mağlubiyetleri zafere dönüştürebilme kabiliyeti hesaplara dahil edilmemişti.
Lefkoşa’da, Küçük Kaymaklı’da, Arpalık’ta, Yenişehir Bölgesi’nde, Erenköy’de, Baf’ta, Beşparmak dağlarında yazılan destanlar, mücahitlerin kahramanlıkları, Kenan Çoygun’un savaş dehası, bizzat katıldığı çatışmalarda gösterdiği kahramanlıklar bu çalışmanın kapsamını aşacak niteliktedir. Bilinmesi gereken, o gün o direniş gösterilmemiş olsa idi, bu gün Kıbrıs’tan, en fazla Girit kadar söz edebileceğimiz gerçeğidir.
Denktaş’ın anlatımıyla Kanlı Noel Saldırıları ve Kenan Çoygun
“Olaylar başladığında Sayın Kenan Çoygun 6-7 aydır buradadır. Etrafı bilmiyor, arkadaşlarını henüz tanımamış bir durumda. Bütün buna rağmen direnişin yıkılmaz direği oluyor. Arkadaşlarıyla, kardeşleriyle beraber. Büyük işler yapıyorlar.
Psikolojik savaş konusunda da büyük işler yapıyorlar. Nasıl yapıyor? Örneğin her gece Rumlar Lefkoşa’nın etrafından devamlı suretle ateş açarlar, Ertesi günde abluka altındayız. Bizim belirli insanlarımıza izin verilir gitsin erzak alsın diye. O tarafa geçenler eğitilmiş kişilerdir. Rum soruyor;
-          Akşam yine bizimkiler ne yaptılar yahu size. Çok korktuk biz bu tarafta, çok üzüldük.
-          Ne yaptılar ki? Bizim haberimiz yok. Hayırdır bir şey mi oldu?
-          Nasıl haberiniz yok?
-          Valla biz balodaydık. Hiçbir şey duymadık.
Geliştirdiği bir başka psikolojik savaş tekniği örneği ise şu şekildeydi. Köylerde, bir köy Rumdan günde 100 ekmek alıyorsa, birden bire 200-250 almaya başlıyor. Rum meraklanıyor ve soruyor.
-          Ya ne yapacaksınız bu kadar ekmeği? Köylü cevap veriyor.
-          Valla benden duyduğunu sakın kimseye söyleme. Geceleyin bazı insanlar çıkıverir köyden, ekmekleri alırlar giderler dağlara.
Rum bunları değerlendirir. Türk askeri var der. Dağlarda çok sayıda Türk askerinin barındığını düşünür. Yoksa köylerdeki savunmanın 10 kişilik 20 kişilik Mücahit gruplarından oluştuğunu bilseler yıkarlar geçerlerdi bizi. Bu taktiklerle, büyük bir ustalıkla idare edildi işler.
İnisiyatif kullanmaktan çekinmezdi. Yetkisi vardı. Bu yetkinin limiti neydi, hangi durumlarda Ankara’dan talimat alırdı bilemiyorum ama burada günlük ateş vardı. Derhal karar verilmesi gerekiyordu. O kararı verir ve arkasında dururdu. Bu yüzden de bazen büyükelçilikle, sık sık sivil idareyle ters düştüğü olurdu.”
İnisiyatif Kullanma
Denktaş’ın inisiyatif kullanımına ilişkin sözlerini teyit eden bir başka örnek, dönemin TMT komutanlarından Mehmet Ali Tremeşeli’nin anılarında şu şekilde yer almaktadır.
“23 Aralık 1963 Pazar akşamı Aspava olayı gerçekleşmişti. Şimdiki Merkez komutanlığı binası o zaman Lefkoşa’nın Jandarma karakoluydu. Saat 20.00 sularında bir grup Rum polisi tarafından kontrol önünden geçen Türk arabalarına yaylım ateşi açılarak bir Türk öldürülmüştü (çok sayıda yaralı vardır)…Ancak tam bu sırada Türk polislerinden oluşan cesur, yürekli üç TMT mensubu silahlarını Rum polisine çevirip birkaçını da vurarak onları bölgeden uzaklaştırmışlar, Türklerin katliamını önlemişlerdir.
Bu olay Türk toplumu arasında çok büyük bir infial yaratmıştı. Biz ise olayları yakından izlerken, bir yandan sorumluluk bölgemizin savunmasını örgütlüyor, öte yandan da gerekli silah takviyesini bekliyorduk. Ancak Bayraktar’da silahların çıkarılıp gerekli yerlere dağıtılması için Ankara’dan izin bekliyordu. Ne yazık ki bu beklenen izin hiçbir zaman gelmeyecekti. Yine de şanslıydık; başımızda Kenan ÇOYGUN gibi cesur dirayetli bir komutan vardı. Pazartesi, Divan-ı Harp dahil her şeyi göze alarak, kendi inisiyatifini kullanmış ve silahları gömülü oldukları yerlerden çıkarma emrini vermişti. Bu tarihi bir karardı. O geceyi Ankara’dan emir bekleyerek geçirseydik çok geç olacaktı. Kenan Çoygun’a çok şeyler borçluyuz.”
İkna Kabiliyeti
O günlerde silahların bir kısmı, el bombalarının tamamına yakına Türk Alayının bulunduğu kampta saklanmaktaydı. Rumlar Lefkoşa’nın Türk kesimini kuşatma altına almışlar; önlerine gelen her Türk’ü öldürüyorlardı. Türk alayı ile irtibat kesilmişti. Yunan alayı ile Rum birlikleri Türk alayının üç tarafını çevirmişlerdi. Sadece Gönyeli istikameti açıktı.
Bayraktar Kenan Çoygun çok elzem olan silah ve cephaneyi Mücahitlere aktarabilmek için Türk alayına ulaşmaya çalışıyor ancak bu mümkün olamıyordu. Tek çare kalmıştı. Tüm yetkisini aşarak Türk büyükelçisini, resmi elçilik arabasıyla Türk alayına göndermek, teması sağlamak, cephaneyi arabaya yükleyip getirmek.
Bozkurt bu teklifi büyükelçiye nezaketle yapmış ancak Büyükelçi’nin çok sert tepkisi ile karşılaşmıştı. Kenan Çoygun’un hayatında pes etmek diye bir şey kesinlikle söz konusu değildi. İkinci kez elçiye isteğinin rica olmadığını, emir olduğunu ima edecek sözler söyler. Elçinin tepkisi bu defa daha sert olur. Artık büyükelçi ile diyaloğun çözüm olmayacağını anlayan Bayraktar, son çare olarak silahını çeker, büyükelçinin kafasına silahı dayar ve sorar, “gidiyor musun, gitmiyor musun?” Gitmemesi halinde o anda kurşunu yiyeceğini anlayan Büyükelçi, 3 kilometrelik rum barikatlarıyla dolu yoldan geçip Türk alayından silah getirmeyi hem daha risksiz hem de daha şerefli görerek gitmeyi kabul eder. Resmi arabasına T.C. bayrağı çekerek saat 19.00 sularında Türk Alayı’nın yolunu tutar. Yolda silahlı rum gruplarının engeli ile karşılaşır. Kıbrıslı Türk olan ve çok iyi Rumca konuşan şoförü sayesinde zor da olsa Türk alayına ulaşmayı başarır. Cephane ve silahı cadillac arabanın büyük bagajına doldurarak geri dönerler.
Adadaki Türk Alayı
Yapılan 1959 anlaşması gereğince 1960 yılında Kıbrıs’a 650 kişilik bir Türk birliği gönderilmişti. 1963 yılında olaylar başladığında Türk birliği müdahale etmek için ısrarla Ankara’dan izin istemesine rağmen bir türlü bu izin gelmemişti. Alay komutanı son derece nazik ama bir o kadar disiplinli bir komutandı. Hiyerarşiye ve emir komuta zincirine titizlikle bağlıydı. Bu sebeple çok istemesine rağmen Ankara’dan gerekli izin verilmediği müddetçe, askeri savaş pozisyonuna sokmayacağı açıktı. Ancak her geçen saat Türklerin aleyhine işliyordu. Türk askeri mücahide gerekli desteği vermezse sonuçları çok ağır olabilirdi. Buna karşılık Türk askeri, Yunan askeri ile karşı karşıya gelirse bu iki ülkeyi savaşa sokmak anlamına gelebilirdi.
Kenan Çoygun yalnız gözü pek değil, ayni zamanda birçok üstün özelliğe sahip bir komutandı. En büyük özelliklerinden biri de keskin zekasını kullanarak o ümitsiz şartlar altında olabilecek en uygun çözümü bulmayı başarmasıydı. Türk alayının en seçkin askerleri bir üsteğmen komutasında, Birleşmiş Milletler askerlerine fark ettirmeden geceleri mücahitlere katılıyor, şafak sökmeden birliklerine geri dönüyorlardı. Mehmetçikle omuz omuza çarpışan Mücahitler daha bir şevkle Rum saldırılarını püskürtmeye başlamışlardı.
Beşparmak Dağları Geçilmez

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 4 Mart 1964 tarihinde toplanarak, 186 sayılı kararı ile Ada’ya Birleşmiş Milletler askeri gönderilmesi kararını alır. Bu günlerde Rumlar Ozanköy’ü muhasara altına almışlardır. Bunun üzerine Bayraktar Kenan Çoygun Lefkoşa Sancaktarlığındaki bütün mücahitleri, Gönyeli sinemasında toplar. Onlara hararetli bir konuşma yapar. Gece saat 23.00’te hepsini Beşparmak dağlarına intikal ettirir. Amaç, Beylerbeyi’ne baskın tarzında bir hareketle, Ozanköyü muhasara altında tutan düşman birliklerine misilleme yapılarak, Ozanköy’ün muhasaradan ve katliamdan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak bir ihtimal bu arada yapılan bazı girişimlerle, başka bir ihtimal ise Rumların bu baskını haber almaları sebebiyle Ozanköy muhasarası kaldırılır. Bunun Üzerine Bayraktar baskın planını iptal ederek, Ozanköy’deki mücahitlerin sağ salim çıkışlarını sağlar.
27 Mart 1964 tarihinden itibaren adada 7.000 Barış Gücü askeri göreve başlar. O günleri Türk Mukavemet Derneği Başkanı Yılmaz Bora şöyle anlatıyor.
“BM askerlerinin Beşparmak dağlarına girmesine günlerce müsaade etmedik. Bizim dağlarda 60-70 kişilik bir kuvvetimiz vardı. Ama öyle bir taktik kullanıldı ki, sanki dağlarda çok sayıda Türk askeri var psikolojisi oluşturduk. Güvenlik Konseyinin kararının uygulanması için bu defa siyasi otorite bize baskı yapmaya başladı. Ankara kanalıyla uzun süren bu baskı sonucunda Kenan Paşa’da peki tamam açalım dedi. Birleşmiş Milletler askerlerinin geçişine izin verildi. İngiliz askerleriydi başta. Sonra diğer ülkelerin askerleri de geldi. Güvenlik için her tarafı gezeceklerdi. Bu iznin verilmesinden 15 gün sonra gavur geldi arkamızdan vurdu. Mevzilerimiz güçlerimiz tespit edilmişti.
1964’te 23 Nisan Kurban bayramına denk gelmişti. Hem 23 Nisan bayramı hem kurban bayramını bir arada kutluyorduk. Maalesef böyle bir günde, planlı olarak Rumlar Beşparmak dağlarında bir baskın gerçekleştirdi. Teğmen Eybil Çetin, Aytekin Zekai şehit düştüler. Ayias İlias kilisesinde nöbet tutmakta olan Özkan Şahin, çoban Ahmet Hasan şehit edildiler. Bir geri çekilme başladı. Orantısız bir güç karşısında dağılma tehlikesi baş gösterdi. Haber Bayraktarlığa ulaşır ulaşmaz, Kenan Paşa kaptığı gibi silahını dağa koştu. Bizzat kendisi vazgeçirmeye çalıştı herkesi. Yok dedi. Dağa vardığında, mücahit Bayraktarını yanında görünce cepheyi tuttu. Birden büyük moral ve cesaret geldi. O dar boğaz bu sayede elimizde kaldı. Kenan Paşa bizzat kendisi mücahitlerinin başında savaşarak Beşparmak dağlarının elimizde kalmasını sağlamıştır. ”
Şanlı direnişin, kahraman yiğitleri o günden, 1974 Barış Harekatı’na kadar bu bölgeyi Çanakkale savunma hattına dönüştürerek, Beşparmak dağlarının en yüksek tepelerine diktikleri şanlı Türk Bayrağı’nı, o gün verilen 9 şehidin ruhlarını şad ederek dalgalandırmışlardır.
Şair Gözüyle O Yıllar
Kıbrıs’ın en tanınmış edebiyatçılarından Harid Fedai, yaşananları ve Kenan Çoygun’u şu dizelerle anlatır.
“Bir avuç halktık darboğazlarda,
Ve de ölüm kalım arasındaki fark bıçak sırtıydı
Öne düşüp bir Bozkurt gibi yol gösterdiniz,
Karanlıklar aydınlığa düştü…”
Silah ve Mühimmat temini
TMT’nin ihtiyacı olan silah ve mühimmat 1960 yılına kadar Türkiye’nin çeşitli organizasyonları ile temin edilmişti. Daha sonra yaşanan aksamanın ardından Kenan Çoygun’un adaya gelişi ile birlikte bu konudaki eksiklik görülmüş, fakat Kanlı Noel saldırılarına kadar giderilememiştir.
21 Aralık 1963’te başlayan olaylarla birlikte TMT için cephane en önemli ihtiyaç halini almıştır. Bu dönemde “TMT’nin silah ve tahrip maddeleri ihtiyaçları çeşitli yollardan temin ediliyordu. İngilizlerden çalınan ve satın alınan, Türkiye’den getirilen, ayrıca Yavru Kırıkkale silah fabrikasında (Türk sanayi çarşısı) imal edilen silah, mühimmat ve malzeme mevcuttu. Türkiye’den getirilen ve Erenköy sancağı üzerinden adaya gizlice sokulan silah ve mühimmata “Bereket” denilmekteydi.
Türkiye’den getirilen silah ve mühimmat ihtiyacı tam olarak karşılayamıyordu. Ayrıca Makarios “stratejik maddeler” yasağı koymakla Türk bölgelerine malzeme ve hatta yiyecek sevkiyatını bile önlemişti.
İşte Türk Sanayi Çarşısı (Yavru Kırıkkale Fabrikası) bu nedenle çok önem kazanmıştır. Üst tarafı Türk Sanayi Çarşısı adındaki bu yer altı imalathanesinde, güneşin asla girmediği bu mahzende, 11.43 mm çapında Tomson makinalı tabanca, her birinin kapak takımında, kim bilir kaçıncı TMT seri numarası yazılı binlerce silah, A-4 makinalı Tüfek, yüzlerce MG-3 makinalı tüfek, Tomson makinalı tabanca için susturucular, çeşitli çap ve ebatta mermiler ve daha bir çok malzemeler tam bir gizlilik içerisinde senelerce imal edilmiştir. Ayrıca Sancaktarlar da kendi çapında imalata yönelmişlerdi”
Kenan Çoygun’dan bir mücahideye mektup
“Bozkurt’tan Lale’ye gönderilen 30 Nisan 1964 tarihli emir şöyledir;
Sayın Lale,
Hizmet aşkıyla dolu kalbinizin, asil damarlarınıza yayılan kanın verdiği heyecanla azim ve irade ile evvelce cepheden cepheye koşmak arzunuzun tatbikatı için şimdi yerine getirilecek bir fırsat çıkmıştır. Asil Türk kadınının yeri her zaman Türk erkeğinin yanındadır. Her zaman omuz omuza ve kalp kalbedir. Ağırdağ ve Bozdağ bölgelerinde Mücahitler anundane şekilde savaşmaya devam ediyor. Siz ve kendiniz seçeceğiniz sizin gibi enerji dolu iki arkadaşınızdan müteşekkil 3 kişilik bir ekiple dağa çıkacak ve mücahitlerin saflarında çarpışacaksınız. Her birinize birer cellabiye, birer iğne ve birer raptiye verilecektir.
Arkadaşlarınızı bulunduğunuz daireye saat 15.00’te getiriniz. Kırmızı Gül parolası ile yaklaşacak olan Mücahit, emin bir eve götürerek sizleri giydirecek ve raptiye kullanışını gösterecek, Ağırdağ’a götürüp idarecilere teslim edecektir. Bu gece dağda kalacak, yarın gündüz Ağırdağ idare merkezimizde istirahat edeceksiniz. Ertesi gün tekrar dağa çıkacak ve müteakip gün Lefkoşa’ya döneceksiniz. Sizin intibalarınızı bizzat dinleyeceğim. Müteakiben başkanlığınızda hususi bir ekip teşkili cihetine gitmeyi tasarlıyorum.
Ulu Tanrıdan başarılar diler, üzerinize düşen vazifeyi bihakkın yerine getirmek için verilen saatlerde hazır bulunmanızı rica ederim.
BOZKURT
Emirde sözü geçen iğne ve raptiye TMT sözlüğünde sten ve tabancadır.”
Eşi Behice Çoygun
Kıbrıs gibi küçük bir yerde, yer altı örgütünün, öne çıkmış Liderinin eşi olarak yaşamakta zordu. Silahların gölgesinde, nereden geleceği belirsiz bir saldırının ilk hedeflerinden olduğunu bilerek hayatını sürdürmek, bu şartlar altında çocuklarına anne, her gün farklı sıkıntılarla boğuşan lidere eş, Kıbrıs’taki Türk halkının dertleriyle derlenen bir Türk kadını olmak zordu o günlerde.
Kenan Çoygun, ölüm-kalım arasındaki çizginin bıçak sırtı kadar ince olduğu mücadele yıllarında, eşine, “arzu ederse Türkiye’ye dönebileceğini, çocukların hem babasız hem de annesiz kalmamasını” söylemiş, Behice ÇOYGUN ise yanından ayrılmayarak “iyi günde kötü günde” andına sonuna kadar sadık kalmıştır.
Aylarca, eşinin çalışma ofisinde, tek bir odada yaşamak pahasına eşini yalnız bırakmayan Behice Çoygun; kızı Lale’yi de Türkiye’ye göndermek zorunda kalmasının ardından, tam 5 yıl, kesintisiz ne büyük oğlu İskender’i ne de kızını görememiş, sadece mektuplarla hasret giderebilmiştir.
Kenan Çoygun’u tanıyanların genelde söyledikleri, çok mutlu bir insan olduğudur. Bu mutluluğun sebebi ise büyük ölçüde eşinden kaynaklanmaktadır. Behice Çoygun, her gittiği yerde Kenan Çoygun’la birlikte olmuştur. Sürekli Kenan Çoygun’a yüksek moral verip, onu desteklemiş, yüreklendirmiş, her şart altında, birlikte çok mutlu olmuşlardır.
Baba Bozkurt
Daha 2 yaşındayken anne ve babası ile birlikte Kıbrıs’ta yaşamaya başlayan Gültekin Çoygun, dışarıya çıkıp arkadaşlarıyla oynamaya başladığı dönemlerde eve ağlayarak dönerdi. Kahramanlıklarını dinlediği, evlerinin penceresinden eğitim yaparlarken izlediği, dışarıda silahlarıyla geçişlerini gururla gördüğü Mücahitlere bakar ve ağlayarak annesine “babam niye mücahit değil” diye sorardı. Bir gün koşarak ve mutlulukla haykırarak eve döndü. “anne, anne babam mücahit olmuş” diyordu. TMT’nin efsanevi lideri, Kenan Çoygun’un ilk defa Mücahit üniforması giydiği gündü o gün.
Büyük oğlu İskender ve kızı Lale ise devam eden tahsil hayatları sebebiyle Türkiye’de kalmışlardı. Soranlara anne ve babalarının Almanya’da olduğunu söylüyorlardı. O günlerin imkansızlıkları sebebiyle, ailenin tek iletişim aracı 20 günde bir gidip gelen mektuplardı. Mektuplar geciktiğinde İskender merak ve endişe ile irtbat kurması gereken kişilere koşar, sağlık haberlerini aldıktan sonra, anneannesi ve kardeşi ile birlikte sürdürdükleri hayata geri dönerdi.
Hasret dolu günler kesintisiz 5 yıl sürmüştü. İskender ergenliğin o değişimlerle geçen günlerini anne ve babasız atlatmak zorundaydı. Bu boşluk bir dönem derslerine yansıdı. Başarı ile geçen eski yıllara nazaran bir perfomans düşüklüğü gözlemleniyordu. İşte o günlerde Kıbrıs’tan yeni bir mektup geldi. Mektubu Kenan Çoygun sadece İskender’e yazmıştı. Ömrü boyunca çocuklarına tek fiske dahi vurmayan baba, oluşturduğu sevgi ve saygı ortamında, mutlak bir otoriteydi. Bu otorite bu defa satırlara dökülmüştü.
Kenan Çoygun’un Türkiye’deki silah arkadaşları, ailesini sahipsiz bırakmamışlardı. Gizliden gizliye takip etmişler, gerekli durumlarda bazı sıkıntıları kendileri çözerken, bazen de durumu Kenan Çoygun’a aktarmışlardı. İşte bu arkadaşları İskender Çoygun’un derslerini de ayni titizlikle takip etmiş ve yaşanan düşüşü kendisine bildirmişlerdi. Bunun üzerine, oğluna tavsiyelerini bir mektupla ileten Kenan Çoygun, ses ve mimikleriyle olmasa bile kağıda dökülen kelimeleriyle oğlunu etkilemeyi başarmıştı. Gerek tahsil, gerekse iş hayatında, bu tarihten sonra, hep başarılı bir grafik sergileyen İskender Çoygun’un hayatında bu mektubun büyük bir belirleyici olduğuna kuşku yoktur.

“Haydi Efeler”
Yılmaz Bora sanki o günleri yaşar gibi büyük bir coşkuyla, büyük bir sevgiyle anlatıyor;
“Kenan Paşa en zorlu günlerin komutanıydı. Sürekli yeni bir olay oluyor, bir mevzide çatışma çıkıyor, bir yerlere asker desteği, cephane desteği gönderilmesi gerekiyordu. Bunların dışında göç edenlerin ihtiyaçlarının karşılanması, devlet fonksiyonlarının işletilmesi, sosyal hayatın sürdürülmesi gibi pek çok işe de yetişmek zorunda kalıyordu. O günlerde Kenan Çoygun’a ulaşmak, yanına gitmek çok zordu.
Biz kendisine gidemezdik ama o bir haber gönderirdi. Bu akşam falan bölükte toplanın diye. Biz hepimiz Kenan Paşamızı göreceğimiz için o gece talimat verilen yerde hazır bulunur, heyecanla onu beklemeye başlardık. O içeri elinde sazıyla girerdi. İnanamazsınız. Herkes şaşardı, kimse bir anlam veremezdi önceleri.
Girdikten sonra, “Evlatlarım söyleyin bakalım” derdi. Ayrı ayrı bütün cepheleri dinler, gelişmeleri istişare eder, nerede neler olup bittiğini, sıkıntıları iyice anlardı. Sonra birden yüksek sesle “Haydi Efeler” diye bağırırdı. Alır sazını, mendilini boynuna koyar, çalar söylerdi. Sonra bir de döne döne öyle bir zeybek oynardı ki, hepimizi coştururdu.
Müzik faslı bittikten sonra, yine bütün arkadaşları okşar, sırtlarını sıvazlar, hepsiyle tek tek ilgilenirdi. “Merak etmeyin aslanlarım. Hiç merak etmeyin. Özgürlüğü biz kazanacağız. Çünkü biz haklıyız, çünkü biz inançlıyız. O yüzden hiç endişe etmeyin” derdi. Verdiği moral müthişti.”
Genel Komitenin Kurulması
Rumların 21 Aralık 1963 Kanlı Noel saldırılarından sonra Türk yetkililer bütün devlet kurumlarından, resmi dairelerden ve bakanlıklardan silah zoru ile dışlanmışlar ve bütçenin mali imkanlarından mahrum edilmişlerdi. Günlük hayatın sürdürülebilmesi, çeşitli ihtiyaçların karşılanabilmesi, yönetsel işlerin yerine getirilebilmesi için 1964 yılının ilk aylarında Dr. Fazıl Küçük’ün başkanlığında bir Genel Komite kurulmuş, imkansızlıklar içinde bir devlet gibi bütün fonksiyonlar yerine getirilmeye çalışılmıştır.
Kenan Çoygun bir asker ve TMT gibi bir direniş örgütünün Lideriydi. Ancak bir mücadelenin, sadece askeri yöntemlerle yürütülemeyeceğini bilecek zekaya ve kabiliyete sahipti. Askeri yöntemler cephede önemliydi, ancak göç eden onlarca köy vardı, şehitlerin yakınları vardı, insanların giyinme ihtiyaçları vardı, yiyecek sıkıntısı yaşanmaktaydı, moral değerler çok önemliydi, bir radyo bile yoktu, gençlerin eğitimi devam etmeliydi, iç asayiş sağlanmalıydı, bir hukuk işlemeliydi, bütün bunları gören Kenan Çoygun oluşturulan Genel Komite aracılığı ile bir devlete ilişkin bütün fonksiyonları o zor şartlarda işler hale getirmiştir.
Milletle Birlikte, Millet İçin
Halka rağmen, halk için mücadele edilemeyeceğinin farkında olan Kenan Çoygun, halka bütünleşmeyi başarmıştır. Kıbrıs davasını sadece silahlı bir TMT mücadelesi olmaktan çıkarıp, halkın tümünün destek verdiği, topyekün bir mücadeleye dönüştürmüştür.
Yılmaz Bora bunu şu şekilde anlatıyor.
“İlginç olan TMT yer üstüne çıktıktan sonra hiç kimse biz bu otoriteyi tanımıyoruz demedi. Halkımız hep bizi destekledi hep arkamızdan geldi. Genci ihtiyarı kadını erkeği hep cephelere koştular. Bütün ihtiyaçlarımız karşılandı geceli gündüzlü. Vatandaş elinde ne varsa, ne yapabiliyorsa, gücü neye yetiyorsa, kabiliyeti hangi konudaysa onu ortaya koydu. Bu birleşmeyi sağlayan Kenan Paşa’ydı.”
Kıbrıs Türk’ünü böylesine birbirine kenetleyen Kenan Çoygun’un bu başarısının ardındaki sır aslında onun bütün doğallıyla, kişiliğinin buna uygun olmasıydı. Gazeteci-Yazar Aydın Akkurt’ta onun bu birleştirici özelliğine vurgu yaparak şunları söylüyor.
“O sıkıntılı dönemde, öyle bir şekle, öyle bir sisteme soktu ki, haksızlık, çalma, çırpma bunun sözü bile edilemez hale geldi. Herkesin Kenan Paşa’ya bu konuda güveni tamdı. Bu hususun birlik, beraberliğe çok önemli bir katkı yaptığı açıktır. Ayrıca ilginçtir, bir kadının kocası yanlış yollara sapsa, örneğin kumara alışsa, kadın da bu durumu Kenan Çoygun’a intikal ettirmişse mutlaka buna bile bir çözüm bulmaya çalışırdı. Yani ailevi sorunlara kadar, kendisine intikal eden her soruna sahip çıkar, elinden geleni yapardı.”
Onu bir komutandan öteye taşıyan, Kıbrıs’ın efsanevi lideri haline getiren işte böylesine halkın dertleriyle, dertlenen, gücünün yettiği her meseleyi çözmeye çalışan, adil, dürüst, gayretli kişiliğidir.
Maaşların Eşitlenmesi
Ulusal gelir günden güne düşerken, Türk Halkı sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin gönderdiği yardımlarla ayakta durabilmekteydi. Yıllarca her Kıbrıslı Türk kamu görevlisine 30 KL. maaş eşit olarak verildi. Doktora, mühendise, avukata her eve eşit miktarda para girerdi. Bu para Anavatan Türkiye’nin gönderdiği maddi yardımdan sağlanmaktaydı.
Gazeteci-Yazar Aydın AKKURT ve Sebahattin İSMAİL, Kenan Çoygun tarafından başlatılan eşit maaş gibi bir uygulamanın önemine sıkça vurgu yapmaktadırlar. Tek hedef etrafında kenetlenen bir millet, bu çileli günleri eşit şartlarda paylaşmıştır.
Bayrak Radyosu
Mücadele sadece mevzilerde değildi. Moral motivasyonun, psikolojik savaşın önemini bilen Kenan Çoygun bu yöndeki tedbirleri de hayata geçiriyordu. Bunlardan belki de en önemlisi Bayrak radyosunun yayına başlamasıydı.
21 Aralık 1963’te başlayan Rum saldırıları neticesinde, Türkler’le Rumlar’ın ortaklaşa çalıştırdıkları Kıbrıs Radyo Yayın Korporasyonu Lefkoşa’nın Rum kesiminde kalmıştı. Kıbrıs Radyo Yayın Korporasyonu’nda çalışan Türkler işlerine gidemiyorlardı. Bunun üzerine Kıbrıs Radyo Yayın Korporasyonu’nda çalışan ve Türkçe bilen Rumlar kendi yorumlarına göre Türkçe haber ve programlar yayınlamaya başlamışlardı.
Bu durum Kıbrıs Türk Halkı’nın moralini çok bozuyordu. İşte bu günlerde, Orhan Şefket Ambarları’nda, İngiliz askerlerinden kalma hurda eşyalar arasında bir verici bulundu. Önce büyük ve gizli bir operasyonla bu cihazlar Türk kesiminde emniyetli bir bölgeye nakledildi. Geceli gündüzlü çalışmalardan sonra verici çalışır hale getirildi. Evleri gezilerek, yüzlerce araba aküsü Kıbrıs Türk halkının büyük gayret ve fedakarlığıyla toplandı. Telefon alıcılarından mikrofon yapıldı. İlk etapta 4 tane mikrofon yapılmıştı. Artık radyo istasyonu kurulabilir hale gelmişti.
Bayrak Radyosu, 25 Aralık 1963 sabahı, Kemal Tunç’un: “Bayrak, bayrak, bayrak burası, Kıbrıs Türk Mücahidi’nin Sesi. Bu toprakları Yunan çizmeleri altında ezdirmemeye yemin etmiş insanların sesidir.” sözleri ile yayına başladı.
Ama bir saat geçmeden anlaşıldı ki: bu sesleri ancak Sarayönü civarındaki radyolar alabiliyordu. Kullanılan mikrofonların her biri ile ancak iki dakika yayın yapılabiliyordu. İki dakika sonra, yayın kısa bir süre kesilir ve diğer mikrofonla devam edilirdi. Daha sonra yapılan çalışmalarla Bayrak Radyosu’nun yayın alanı genişletildi. Araç gereci ise yenilenip güçlendirildi.
Bayrak radyosunun esas amacı; doğru haberin yanında halka moral vermekti. Bunu da hazırladıkları skeçlerle ( Alikko ile Caher), piyeslerle, Mücahit’in Saati programları ile gerçekleştirdiler.
“Mücahit’in Saati” programında spiker, Lefkoşa’daki mevzilere gider, Mücahitler’le sohbet eder ve onların istedikleri şarkıları sorardı. Daha sonra bunlar banttan yayınlanırdı.
Yardımlar
Bu dönemde, bir taraftan her şeylerini geride bırakarak göç etmiş olan binlerce Türk’ün sıkıntıları, diğer yandan düşmana karşı hürriyet mücadelesini yürüten kahraman Mücahitlerin ihtiyaçları olan kum torbası, battaniye, kullanılmış elbise gibi eksiklikler ev ev dolaşılarak nispeten karşılanmıştır.
Hamitköy’e göç etmiş olan ve Aralık ayının en soğuk günlerinde açıkta kalan 4.500 felaketzedeye yine ev ev dolaşılarak giyecek ve battaniye toplanmıştır. Göçe mecbur kalan bu Türk’ler, 18 kişi bir çadırda kalmaktaydı. Sonraki günlerde Kızılay yardımlarının ulaşmasıyla sıkıntılar bir nebze hafiflemiştir.
Mücahitler için halktan derlenen battaniye, şilte, tabak, çatal, su bardağı gibi malzemeler ile istirahat saatlerinde biraz olsun dinlenebilmelerine çaba sarf edilmiştir. Şilte ihtiyacı için tüccarların teberru ettikleri kumaşlar evlerde dikildikten sonra, pamuk olmadığı için fabrikaların kırpıntı kumaşları doldurularak her mevziye en az bir şilte yapılması sağlanmıştır.
23 Nisan 1964’te Beş Parmak dağlarında başlayan şiddetli çatışmalarda, yarı aç yarı tok vaziyette görev yapan mücahitler için halkın düzenli olarak pişmiş kuru yemekler ve tatlılar hazırlanması sağlanmış, bunlar her gün kamyonlarla ulaştırılmıştır.
Gönüllü kadınlar; yemek yapmak, bulaşık yıkamak, halktan şilte, battaniye gibi malzemeler temin etmek, çamaşır yıkamak, yaralıların bakımını yapmak, sökük dikmek, yama yapmak gibi pek çok görevi yerine getirmiştir. Yine gönüllü hanımlar soğuk havalar için yüzlerce kazak, başlık, eldiven ve çorap örerek bunu Mücahitlere ulaştırmıştır.
Gerek tüccarların yaptığı kumaş bağışları, gerekse Türkiye’den gönderilen kumaşlarla bu dönemde Mücahitlere üniforma dikilmeye başlanmıştır. Dikiş işlemleri evlerde ve oluşturulan atölyelerde büyük bir süratle yapılmıştır.
Ayrıca bu yıllarda binlerce bayrak Türk kadınları tarafından dikilerek her yere asılmış, bando için gösterişli kıyafetler hazırlanmıştır. Aile geçimsizliklerinden, yaşlı ve yatalakların bakımına, öğrencilerin eğitimlerini devam ettirebilmelerini sağlamaktan, göç etmek zorunda kalanların morallerini yüksek tutabilmek için çadırlara yapılan günlük ziyaretlere kadar pek çok sosyal fonksiyon, büyük fedakarlıklarla, gönüllülerin insan üstü çabalarıyla yürütülmüştür.

Türk Kadını
Bu fedakarlıklara ilişkin bir örneği Hatice Tahsin’in ağzından burada aktarmak, Türk kadının bu mücadeledeki saygıdeğer yerini anlamak için faydalı olacaktır.
1963 yılında çatışmaların yeni başladığı günlerde, mücahitlerin korunaklı birer mevzisi dahi bulunmamaktadır. Bayraktar hemen evlerden boş çuvalların toplanarak içlerine kum doldurulması talimatını verir. Gönüllüler tarafından çuvallar binbir güçlükle toplanır. İçlerine kum doldurularak bir kamyonla mevzilere dağıtılmaya başlanır. Hatice Tahsin mücahitlere su ve bulgur pilavı götürdüğü bir mevzideyken kum çuvalı taşıyan kamyonun yanaştığını görür. Bu sırada mevzide büyük bir çatışma devam etmektedir. Bu sebeple Hatice Tahsin çuvalları taşımak için kendisi kamyona yanaşır. “Şoför ilk torbayı arkama yüklediği an, yere diz çökecek gibi dizlerim büküldü. Buna rağmen son bir gayretle ilk torbayı evin sündürmesine kadar taşıdım. Taşıdığım her torbanın , bir mücahidin hayatını kurtaracağını düşünmek bana güç veriyordu. Ben daha büyük bir azimle görevimi tamamlamak üzere uğraşırken,…mermilerden korunmak için başlarını geriye çeken üç kadın gördüm. Bana “Hatice hanım, yardıma gelelim mi?” diye bağırdılar. Elimle, geliniz işareti yaptım. Üçü de vurulma tehlikesini hiçe sayarak yola atıldılar. Daha rahat koşabilmek için, ayakkabılarını çıkarmışlardı. Yalın ayak olarak yanıma geldiler. Toprakla dolu olan torbaların taşınması için bana yardımcı oldular. Kadınlardan bir tanesi hamileydi. “Sen taşıma kızım” dedim. Ömrümce unutamayacağım, ateş fışkıran gözlerle bakarak bana şöyle dedi; “Doğacak olan yavrum, Rumun elinde esir yaşayacağına, hiç doğmasın, hiç büyümesin.”
 Kıbrıs Türk Tiyatroları Perdelerini açıyor
Hayatın her alanına dair yapılacak işler vardı. Sadece devam eden savaş etrafında insanları bir arada tutmak, onların sosyal ihtiyaçlarını görmezden gelmek mümkün değildi. İşte bunu çok iyi bilen Kenan Çoygun’un aldığı bir başka tedbir, o zor şartlarda Kıbrıs Türk Tiyatrolarını hayata geçirmesidir.
“Halkın sesi gazetesinin bitişiğinde, kuru kahve satan bir dükkan vardı. Meşhur Con kahvesi satılırdı bu dükkanda. İlk önceleri, yani 50’li yılların sonunda, yakın dostum Üner Ulutuğ çalıştırırdı bu dükkanı. Üner o dönemde hem bu dükkanı çalıştırıp, hem de Güzel Sanatlar Derneği’nde tiyatro çalışmaları yaptırıyordu. Ondan sonra Ankara Devlet Konservatuarı’nda tiyatro tahsili yapmış, dönüşünde ise Kemal Tunç’la birlikte “İlk Sahne” isimli tiyatroyu kurmuştu. Tunç’la, Ulutuğ 1965 yılında sivil idarenin karşı çıkmasına rağmen, zamanın askeri liderinin emriyle “İlk Sahne”ye resmi hüviyet kazandırmayı başarmışlar, adını da “Kıbrıs Türk Tiyatroları” koymuşlardı.”
19 Mayıs Bayramı Kutlamaları
Rum-Yunan sürülerinin 21 Aralık 1963 Kanlı Noel saldırılarından sonra, 1964 yılında 19 Mayıs Gençlik ve Spor bayramı kutlanamamış, bunun acısı Kıbrıs Türk’ünün yüreğini yakıp kavurmuştu. TMT Komutanı Bozkurt, 1965 yılında ne pahasına olursa olsun bayramın yeniden kutlanmaya başlanabilmesi için emir verir. Kıbrıs Türk Mücahidi, her türlü yokluklar içerisinde hazırlıklarını yürütür ve 19 Mayıs 1965 günü, Lefkoşa’da Yusuf Kaptan Stadında yerini alarak, bayramı Atatürk’e ve Türk Milletine yaraşır şekilde kutlar.
Bu 19 Mayıs kutlamaları sıradan bir bayram kutlaması değildir. Binbir güçlük içinde savaş veren mücahitlerin, binbir güçlük içerisinde Türk kadınlarının diktiği üniformaları giyerek, binbir güçlük içinde temin edilen silahlarıyla yaptıkları geçit töreni, dostlara bize inanın bize güvenin mesajı, düşmanlara, asla ve asla amaçlarınıza ulaşamayacaksınız, son Türk şehit olmadan, son damla kan bu toprakları sulamadan Enosise ulaşamayacaksınız mesajıdır. Bu bayram, bu inanç ve kararlılığın dosta ve düşmana gösterildiği bir bayramdır.

Nikos Sampson’un Anıları
Kıbrıs Rum ortodoks başpiskoposu Makarios’un desteği ile Albay Georgios Grivas tarafından 1955 yılında kurulan EOKA örgütünün kurucuları arasında Nikos Sapmson’da yer almaktadır. Nikos Sampson yaşı kadar Türk öldürmekle övünür. 15 Temmuz 1974 tarihinde, Nikos Sampson Makarios’u Yunan’lı subayların desteği ile darbe yaparak devirdi. Devlet Başkanı oldu. Ada’nın Yunanistan’a bağlanmasını amaçlıyordu. Bu darbe sırasında çok sayıda Rum’u da öldürmekten çekinmedi.
Nikos Sampson anılarında o yıllara ilişkin şunları söylüyor;
“Türklerle savaş ne zaman başladı?
N.S.; Türkleri işin başından beri hırpalıyorduk. Ama bunlar küçük cinayetlerdi, küçük harekatlardı. İlk ciddi savaşlar 1963’te başladı. Bir anda karşımıza organize olmuş bir örgüt olarak dikiliverdiler. Biz uyurken onlar TMT diye direnişçi bir örgüt kurmuşlar. Adaya gizliden, silah ve cephane sokmuşlar. Köylere kadar yayılmışlar.
TMT pençesini gösterdiği andan itibaren kimse Türkleri yenemedi. Bu gizli örgüt ile erkekçe dövüştük, onlar da erkekçe dövüştüler. Aynen bizim yöntemlerimizi uyguluyorlardı. Ama savunma taktikleri uyguladıkları için fazla adam kaybetme riskleri yoktu. Biz ise hep saldırdık. Bir tek ben yendim onları. Küçük Kaymaklı, Kuzey Lefkoşa savaşlarında Türkleri yenen tek Rum olmaktan hep gurur duyarım.”

Kenan Çoygun’un Kıbrıs’tan ayrılışı
1967 yılının başında Türk Hükümeti tarafından Kenan Çoygun’un adadan geri çekilmesi kararı alındı. O günü Kıbrıs’lı gazeteci-yazar İsmet Kotak şöyle anlatıyor.
“Türkün yaşadığı her karış toprağı korumuştu. Hatta Rum çetelerinin bölgelerinde olan stratejik hedeflere bombalı saldırılar düzenlemeyi başarmıştı. İşte TMT Komutanı Kenan Paşa’nın suçu, Lefkoşa kuşatma altında iken bile Lârnaka’daki emperyalizmin kalesi olan Petrol depolarını bombalarla havaya uçurması idi…
Lefkoşa’da kıyametin koptuğu günlerden biri idi. Günlerce yazıp başkaldırmıştık adeta ama sonuçta emperyalist güçler galip gelmişlerdi. TMT’nin efsane komutanı Kenan Paşa (Bu rütbeyi ona Kıbrıs Türkü vermişti), geri çekiliyordu. Haber etrafta bomba etkisi yaptı. TMT Komutanları adeta isyân ediyorlardı.’’Yeraltı Örgütü Komutanı nasıl geri çekilir’’ diye…
ZAFER gazetesinden arkadaşlar gelip,gittiler. İkinci baskı yapmak ve TMT Komutanının resmini basarak dağıtma kararı alındığını söylediler. ZAFER bir yerde Kenan Coygun Paşa sayesinde basılıyordu ama üstünde bizim isimlerimiz vardı. Resmini basacaktık. Oysa TMT yer altı örgütü olarak yer üstüne çıkmış da olsa ‘’Komutan’’ her zaman gizli kalırdı. ZAFER gazetesi sorumluları olarak herkes boynunu alta koymuştu. Resim basılacak ve TMT’nin efsane Komutanına karşı son görev yerine getirilecekti…
ZAFER yayınlanıp dağıtıldı ve çakmak çakmak gözleri, tarihin içinden çıkıp gelen Komutanların bir eşi olan Kenan Paşa, bir anda farkedilen bıyıkları, çatık kaşları ile Kıbrıs Türk Halkının karşısına çıktı…ZAFER kapışıldı. Kenan Paşasına veda eden halk büyük üzüntü duydu… “
19 Şubat 1967 tarihli Hürriyet gazetesi bu olayı manşetinden şu şekilde duyuruyordu. “TÜRK MÜCAİHTLERİNİN LİDERİ BOZKURT KIBRIS ADASINDAN GERİ ÇEKİLİYOR Hükümet’in kararı Kıbrıs’ta Protesto edildi – Binlerce Türk Mücahidi dün Lefkoşa’daki Bayraktarlık binası önünde bir yürüyüş yaparak Liderleri Kemal Coşkun’un Türk Hükümeti tarafından geri çekilmesini protesto etmişlerdir.”
Gerçekten Ada’da bir infial yaşanıyordu. Zaman zaman anlaşmazlığa düştüğü siyasi otorite de dahil, kadınıyla erkeğiyle bütün Kıbrıs Türk halkı ve tabii ki Mukavemetçiler, adaletli, sevgi dolu, kahraman Liderlerinin geri çekilmesinden dolayı büyük üzüntü duyuyor ve tepki gösteriyorlardı. Hatta bir heyet oluşturarak gitmemesi için kendisine ricada bulundular, aralarında para toplayacaklarını, her ihtiyacını karşılayacaklarını ifade ettiler. Kenan Çoygun iyi bir askerdi ve nihayetinde Kıbrıs’taki mücadele Türkiye’nin desteğiyle yürütülüyordu. Dönüş kaçınılmazdı.
Sayın Denktaş Kenan Çoygun’un geri çekilmesini, şöyle anlatır.
“Son döneminde güya anlaşma olacak, görüşmeler devam ediyor. Türk hükümeti bu iş sertlikle olmaz düşüncesindeydi. O yüzden kendisini geri alma kararı aldılar.”
Emekli Tümgeneral Cumhur Evcil Kenan Çoygun’un Kıbrıs’tan ayrılışını anlatıyor;
“Adadan ayrılırken Birleşmiş Milletler Barış Gücü, Kıbrıs Rum kesiminde bulunan Lefkoşa Hava Alanına kadar silahsız seyahat etmesini istediğinde, Kenan ÇOYGUN; “Bir Türk subayı silahını asla vermez. Rum polis veya askerleri herhangi bir barikatta beni durdurup yoklamaya kalkışırsa, hiç tereddüt etmem, çeker vururum” diye bu talebi reddetmiştir. O’nun bu kararlı tutumu karşısında BM Barış Gücü; Kenan ÇOYGUN’u Rumlarla muhatap etmeden havaalanında uçağa kadar götürmüştür.”
Aynı zamanda Kenan Çoygun Rumlara da el altından haber gönderdi. Havaalanından çıkacak ve en ufak bir terbiyesizlikte ortalığı dağıtacaktı. Sözünü tuttuğunu karşı taraf iyi biliyordu. O gece, O’nun başına ödül bile koymuş olan Rum Ulusal Muhafız Ordusu’nun, O’nu korumakla görevlendirilmiş olması, ibret alınacak bir olaydır.
Kenan Çoygun Kıbrıs’tan havalandıktan sonra, eşi Behice Çoygun ve oğlu Gültekin ile birlikte Beyrut’a geldi. Bir gece Beyrut’ta kaldıktan sonra ertesi gün Türkiye’ye geçti. Büyük bir mücadelenin ardından, 5 yıldır görmediği vatanına, dostlarına ve çok özlediği oğlu İskender ile kızı Lale’sine kavuşmuştu.
Eve girdiğinde önce paltosunun her iki cebinden el bombalarını ve belinden tabancalarını çıkartır. Her günü ölümle burun buruna geçen 5 yılın ardından, yol boyunca yanından ayırmadığı silah ve bombaları bir kenara bırakarak hasret gidermeye başlayabilecektir.
Türkiye Yılları
1967 yılında Türkiye’ye döndükten sonra, 1969 yılına kadar İzmit’te, 15. Kolordu Kurmay Başkanı olarak görev yaptı.

Siyah Montlu Adamın Sırrı
Ocak 1964’te Londra Konferansına katılmak ve BM’de konuşma yapmak üzere Kıbrıs’tan ayrılan Denktaş’a, Mart 1964’ten sonra Adaya giriş yasağı konulmuştur. Londra’ya, New York’a, Güvenlik Konseyi’ne gider ama bir türlü Kıbrıs’a dönüşü için gerekli onayı alamaz. Türk hükümetine birçok defalar başvurarak, Kıbrıs’a gönderilmesini, bunun için bir yol gösterilmesini talep eder. Ancak hükümet “sen burada otur Kıbrıs’a gitmen gerekmez” cevabını verir. Hatta Kıbrıs sorunu ile ilgilenmekten vazgeçmesi tavsiyesinde bulunur.
Rauf Denktaş, 1967 yılının, Ekim ayının son haftasında, Nejat Konuk ve Erol İbrahim ile birlikte, bir balıkçı gemisine binerek Türkiye’den ayrılır. Kıbrıs karasularına girdikten sonra balıkçı gemisinin yedeğindeki sürat motoruna geçen Denktaş ve arkadaşları, 30 Ekim günü Karpas bölgesinde karaya çıkarlar. Ancak bir süre sonra Karpas Çayırova’da yakalanırlar. Birleşmiş Milletler nezdinde yapılan girişimler ve Türk Hükümetinin çabalarıyla Türkiye’ye iade edilirler.
1967 yılında yaşanan bu Ada’ya kaçak girme teşebbüsü bilinen bir husustur. Bilinmeyen ise bu organizasyonun nasıl yapıldığıdır. O günlerde konuşulan ve yazılan, siyah montlu bir adam tarafından bu organizasyonun yapıldığı, Denktaş ve arkadaşlarının bu siyah montlu, gizemli kişi tarafından yolcu edildiğidir. Biz ulaştığımız bilgilere dayanarak çok açık bir şekilde Sayın Denktaş’a soruyoruz, O da hiç tereddütsüz bütün açıklığıyla cevaplıyor.
Kıbrıs’a kaçak giriş organizasyonunuzu Sayın Kenan Çoygun mu yapmıştı?
“1967 Ekim’inde, Larnaka’daki arkadaşı olan Sancaktar’la temas halinde planladı herşeyi. Suçu hükümete duyurmadı. Biz de duyurmadık. Gizli kaçtık. Bütün her şeyi planlayan kendisiydi. Balıkçı teknesi ayarlayan, sürat motorunu satın alan bütün organizasyonu yapan bizzat Kenan Çoygun’du.”
Şubat ayında Türkiye’ye dönerek, göreve başlayan, İzmit’te görevli, Albay Kenan Çoygun, Ekim ayında Denktaş’ın Kıbrıs’a kaçak girişini planlamakla meşguldü.
Sayın Denktaş’ın anlatımıyla 1968 Yılında Kıbrıs
“Kaçak giriş deneyiminden sonra 1968 yılında resmi yollardan Kıbrıs’a geldim. Artık görüşmeler başlayacaktı. Kıbrıs’a geldiğimde Lefkoşa’da görüşmeler yaptım ayrıca, bütün köyleri gezdim. Lefkoşa’daki hava aman ne anlaşma olursa olsun yap. Anladık artık Türkiye gelemez, canımızı kurtaralım. Lefkoşa’da üst kademede yapacağımızı yapalım sonra Ada’dan kaçalım havası hakimdi. Ayakta duran mücahitlerdi. Mücahitlerdeki bu direncin sebebi Kenan Çoygun’un otoritesinin etkileriydi.
Köylere gittiğimde, köylerde Bozkurt’un emriyle kurulmuş müdafaa teşkilatı TMT, köylüyü ayakta tutuyor, canlı tutuyordu. Kenan Çoygun döneminde başlatılan uygulamalar devam ediyor, maaşlar veriliyor, Kızılay yardımları evvela onlara gidiyor, direnişten başka çare yoktur anlayışı sürekli işleniyordu. Yani köylerdeki hava, üst seviyelere nazaran çok iyi durumdaydı ve bu tamamen Kenan Çoygun’un eseriydi.
Ben bu seyahatin ardından, geri dönüp Çağlayangil’e (Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı) 1 aylık raporumu verdim. Mukavemet devam edebilir, yeter ki şu tedbirleri alalım dedim.
Sendikalar çalışamıyordu, sendikaları serbest bırakalım dedim. Bu sayede biriken stres boşalabilecekti. Çağlayangil güvenebilirmisin diye sordu. Güvenirim diye tereddütsüz cevap verdim. Aslında güvenimin büyük bölümü Kenan Çoygun Bey’in varlığından kaynaklanıyordu. Kimseye maskaralık yaptırmazdı.
Meclis çalışmalı dedim. Liseyi bitiren gençlerimiz Üniversiteye gidemiyorlardı, madem artık görüşmeler başlıyor, bunlar terhis edilerek tahsillerine devam imkanı sağlansın dedim. Maaşlar artırılsın dedim. Allah rahmet eylesin Çağlayangil tarafından bu tekliflerimizin tamamı kabul gördü. Gerçekten bu tedbirlerin ardından 2. bir direniş sayfası açıldı ve 1974’e kadar sürdü.
Bu tedbirlerin tamamı üzerinde Kenan Bey’le anlaşmıştık.
İzmit’te görev yapan, 15. Kolordu’nun Kurmay Başkanı, Kurmay Albay Kenan Çoygun, Kıbrıs’taki resmi görevini tamamlayıp yurda dönmüştü. Ancak anlaşılan o ki, Kıbrıs’lı Türkler hür, bağımsız ve insanca bir yaşama kavuşana kadar, görev, yetki, rütbe, mevzuat gibi ayrıntılara takılmadan o Kıbrıs davasından vazgeçmeyecekti.
Sonraki Yıllar
(Bu dönem yayınlanması planlanan kitapçıkta, muhteşem hatıralarla, teferruatlı bir şekilde yer alacaktır)
Generallik süresi geldiğinde, ilk yıl terfi almadı. 1969 yılında General oldu. 1969-1972 yıllarında Siirt’te 70.Tugay Komutanlığı görevinde bulundu.
1972-1973 yılları arasında da, KKK Okullar Daire Başkanlığı’nı yürüttü. Eğitim müfredatında, inisiyatif alabilmeyi bilen subaylar yetiştirilmesine öncelik verdi. Zor dönemlerde, örneğin bir savaş sırasında, iletişimin kopma ihtimalini düşünerek, birliğini sağlıklı ve isabetli kararlar alarak yönetebilecek ve bu amaçla inisiyatif kullanabilecek subaylar olması gerektiğine inanırdı.
1973 yılında Tuğgeneral rütbesindeyken emekli oldu.
Türkiye’nin 1974 Temmuzunda Kıbrıs’a yaptığı müdahalenin ardından, 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti Kurulmuş, 1976 yılında TMT yerini Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’na bırakmıştır. Ziyaret ettiğimiz Komutanlığın, daha bina kapısının girişinde Kenan Çoygun’un özgeçmişi ile karşılaşıyor, şeref salonunda bütün Bayraktarlar ile Güvenlik Kuvvetleri Komutanlarının resimlerini görüyoruz. Elbette Kenan Çoygun’un resmi hemen gözümüze çarpıyor.
Tarihi Türkiye’den gizlice sokulan, bin bir güçlükle Kıbrıs’ta imal edilen silahlarla, kaçak olarak gidilen eğitimlerle başlayan, şanlı bir mücadeleyle devam eden TMT’nin yerini alan Kıbrıs Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı, bu gün dosta güven ve inanç verecek, düşmanı ise caydıracak imkanlara, düzenli birliklere, çok değerli komutanlara sahip. Ve Türk’ün vefasının en güzel örneğini temsil eden bir Kışla’ya…

Çılgın Türk
Kenan Çoygun’un Kıbrıs’ta gizli bir görev yürüttüğü tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Bu görevin ifasında, inisiyatif aldığı, mevzuata göre görevin ötesinde risklere girerek, kahramanlıklar gösterdiği de bir o kadar açıktır.
Sadece askeri fonksiyonları yerine getirmediği, açıkta kalanlara yatacak yer, aç kalanlara aş temini için didindiği, yokluklar içinde, bir nizam tesis ettiği bilinen hususlardır.
Öte yandan, komutanlık yaptığı her yerde, askerlerini kendine emanet olarak görmüş, onlara her zaman evlat, oğul diye sevgiyle hitap etmiş ve buna uygun davranmıştır. Kıbrıs’ın o en zor günlerinde tiyatro açılmasına öncülük yapacak kadar sanat dostudur. Saz çalan, resim yapan, Türk sanat müziği eserlerini usulüyle icra eden, zeybek oynayan sanatçı ruhlu bir kişidir. Çocuklarına iyi bir baba, karısına iyi bir eş olmuştur.
Ömrü boyunca, kendisini kahraman olarak sunma gereğini hissetmemiş, medyatik olma gayretine girmemiştir. Gazete ve televizyonlarda görünmemiş, anılarını yazmamış, hatta anlatmamıştır. Yaptıklarından rant elde etme peşine düşmemiş, asla maddiyata değer vermemiş, ihtiyaç sahipleri için harcama yapmaktan hiç çekinmemiştir. Kıbrıs yıllarında kendine emanet edilmiş örtülü yardımları adaletle sarf etmiş, ömrü boyunca çalışarak biriktirdiği 30.000 liranın üzerine, Ordu Yardımlaşma Kurumundan 50.000 lira kredi çekerek, 80.000 liraya, giriş katta bir apartman dairesine sahip olabilmiştir.
Bu sanatçı ruhlu, sevgi dolu, asil insan, Kıbrıs’ta yaptıklarını, Doktor Binbaşı İlhan’ın banyoya sığınan karısı ile çocukları Murat (6), Kudsi (4), henüz 6 aylık olan Hakan’ın makineli tüfeklerle delik deşik edilerek öldürülmüş, cansız bedenlerinin intikamını almak için yapmamıştır. Ayvasıl’da daha 13’ündeyken elleri dizinin arkasından bağlanıp, tecavüz edilen sonra da tabancayla başının arkasından vurulan çocuğun, Gırtlağı kesilen Türklerin, Irzına tecavüz edilen kadınların, acımasızca katledilen Küçük Kaymaklı’daki imam ve 18 yaşındaki yatalak oğlunun intikamını almak için de yapmamıştır. Anlatılan veya anlatılmayan neleri yaptıysa, inandığı bir dava uğruna, yüz binlerce Türk’ün onurlu bir gelecek sahibi olabilmesi uğruna, şerefli bir Türk subayına yakışanları yapmıştır. O kendisine emanet edilen bayrağı yere düşürmemiş, Mustafa Kemal’in Trablusgarp’ta taşıdığı meşaleyi söndürmeyerek, Çılgın Türk’lerin asla bitmeyeceğini göstermiştir.
CÜNEYT ÖZTÜRK

NUR İÇİNDE UYU KOMUTANIM.


"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."
BATI ( AVRUPA ) HUN İMPARATORLUĞU

Batı Hunları ile ilgili kaynaklar ve yorumlar çok çeşitlidir. Bazı kaynaklar Batı Hun İmparatorluğu ile Avrupa Hun İmparatorluğu'nu ayırmakta ve bunları iki ayrı devlet olarak kabul etmekte, bazıları ise Batı ve Avrupa Hun İmparatorluklarını birbirlerinin devamı sayarak tek devlet kabul etmektedir. Batı Hunlarının geldikleri yer konusunda da değişik görüşler ileri sürülmesine karşın, son yapılan araştırmalar bu Hunların Büyük Hun İmparatorluğu'nun dağılmasından sonra Orta Asya'dan göç eden kavimler olduğunu kesinleştirmiştir. Batı Hunlarının Asya kökenli ve Büyük Hun Devleti'ni kuran kavimlerin torunları olduklarına artık kesin bir gözle bakılmaktadır. Bu konuda tarihsel, kültürel ve toplumsal bilgiler kanıtlanmıştır.


Hunlar Batı steplerine göç etmeden önce buralarda İskitler yaşıyordu. Daha sonraları İran'dan gelen Sarmallar İskit İmparatorluğu'nun yıkılmasında önemli rol oynadılar ve İran kökenli kavimler Batı steplerine yayıldılar. Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra Orta Asya'da kurulması denenen bazı Hun devletleri uzun ömürlü olamadı ve Hunlar yavaş yavaş Batı'ya doğru göç etmeye başladılar. Öncelikle Aral Gölü civarında görülen Hunlar, sonraları Don ve Volga ırmakları kıyılarında görüldüler. Bu tarihlerde Karadeniz'in bazı kısımları Gotların işgali altında bulunuyordu. Don-Dinyeper ırmakları arasında Ostrogotlar, onların batısında da Vizigotlar yerleşmişti. Daha Batı'da ise Vandallar oturuyordu. Bu bölgelerde ayrıca bazı Germen kavimleri ile İran boyları karışık biçimlerde yaşıyorlardı. Hun başbuğu Balamir'in yönetimindeki ilk saldırılar önce Doğu Gotları olan Ostrogot devletini yıktı, sonra da Batı Gotları olan Vizigotlar tarih sahnesinden silindiler. Gotlar bu yenilgiler üzerine kalabalık gruplar halinde Batı Avrupa'ya kaçtılar. Bu dönemde birçok kavim Hunların zorlamasıyla Karadeniz'in kuzeyinden Avrupa'ya doğru göç etti. Hunlar Roma İmparatorluğu'nun kuzey kesimlerini de altüst ederek İspanya'ya kadar büyük bir kavimler göçüne neden oldular. Yendikleri kavimlerden aldıkları esirler ile ordularını genişleterek Avrupa'nın içine doğru saldırılarını yoğunlaştırdılar. Kısa zamanda yoğun bir Hun saldırısı ile karşı karşıya kalan Avrupa'nın dengesi altüst oldu. Tüm Avrupalılar Hunlara barbar gözü ile bakıyor ve onlardan çok korkuyorlardı. Hunlar ilk kez 378 yılında Tuna nehrini geçtiler ve Roma İmparatorluğu'ndan herhangi bir direniş görmeden Trakya'ya kadar indiler. Daha sonraları da Macaristan'ın iç kısımlarına uzanan bir büyük sefer düzenlediler. Bu bölgelerde yaşayan kavimler korkularından Roma İmparatorluğu'nun sınırları içine giriyorlar ve Romalıların askeri gücüne sığınıyorlardı.

Roma İmparatoru I.Theodosius'un 395'te ölmesi üzerine Hunlar yeniden harekete geçtiler, iki cepheden hareket eden Hunlar'ın bir kısmı Balkanlar'dan Trakya'nın içlerine inerken bir kısmı da Kafkasya'dan geçerek Anadolu'nun iç kısımlarına giriyorlardı. Hunların doğu kanadı tarafından düzenlenen bu akınları Basık ve Kursık adlı başbuğlar yönetiyordu. Hunlar Anadolu'ya indikten sonra burada kalmamışlar, iç kısımlara doğru ilerlemişler, Çukurova'yı ve Suriye'yi işgal etmişlerdir. Kudüs'e kadar inen Hunlar daha sonra kuzeye dönerek Orta Anadolu'ya yürüdüler ve daha sonra da Azerbaycan yolu ile kendi merkezleri olan Kuzey Karadeniz'e döndüler. İskitlerden sonra Türklerin ikinci kez Anadolu'ya gelişleri Hunlar döneminde olmuştur. Hunlar bir süre sonra Doğu Roma İmparatorluğu'nu çökertmeye yönelik saldırılarını artırdılar. Ancak dış politika olarak Doğu Roma'yı ortadan kaldırmayı ana ilke olarak benimserken, buna karşı Batı Roma ile dostluk ilişkilerini geliştirmişlerdi. Avrupa'da ortalığı karıştıran bazı barbar kavimlerin hem Romalıların hem de Hunların düşmanı olması Hun devletini böyle bir dış politikaya yöneltmişti. 400 yılından sonra ise Hunlar Batı Roma'nın sınır eyaletlerine girmeye başladılar. Hun korkusu ile yerlerini terk eden Vandallar, Saksonlar, Burgonlar Avrupa'yı birbirine katıyorlardı. Hem Romalılar hem de Hunlar bu barbar kavimlerin üzerine giderek bunları sindirdiler. Hunların zaferlerinden sonra bu kavimler daha da Batı'ya yöneldiler ve Galya'ya gittiler. Böylece Batı'ya doğru Hunların yolu üzerindeki engeller kalkmış oluyordu.

Sınırları Asya'da Balkaş Gölü yakınlarına kadar uzanan Hun İmparatorluğu'nun batı kanadı hükümdarı olan Uldız, 405 ve 409 yıllarında Tuna'yı geçerek Bizans'a Hun tehdidinin sürdüğünü göstermişti. Uldız'dan sonra Hun İmparatorluğu'nun başına Karaton geçti. Karaton daha çok doğu yöresiyle uğraştı ve Bizanslılar ile ilişki kurdu. Bizans devletinin ortadan kaldırılması için de bir yandan hazırlıklarını sürdürdü.

Tuna havzasını ele geçirip bölgedeki kavimleri Batı'ya süren Hunlar, yavaş yavaş Tuna nehrinin kıyılarına yerleştiler, imparatorluğun merkezi de Tuna kıyılarında kuruldu. Ne var ki, Batı Hunlarının büyük bir bölümü gene de Don ırmağının doğusunda uzanan steplerde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Batı Hun İmparatorluğu'nun ilk merkezi bu steplerdeydi, sonraları Tuna kıyılarına geçilmiştir. 400 yılı sıralarında Avrupa'ya yerleşmeyi tamamlayan Hunlar, bundan sonra hep Roma İmparatorluğu ile ilgilenmişlerdir. Hunlar Tuna havzasında yerleştikten sonra göçebelikten vazgeçmişler ve diğer bölgelerin fethedilmesi için, daha önce kendilerine bağladıkları kavimleri kullanmışlardır.

Tuna ve Tisa havzalarının işgalini sürdürebilmek için Hunların Çek ve Moravya ovalarından geri dönmeleri gerekiyordu. Transilvanya'nın her parçasının işgaline ancak sıra geliyordu. Önemli gördükleri yerlere kendileri gidiyorlar, önemsiz yerlere de kendilerine bağımlı kavimleri gönderiyorlardı. Özellikle Pontus bölgesinde egemenlikleri altına aldıkları Doğu Gotları Hunlar adına çok kan dökmüşlerdi. Daha sonraları Hunlar hem Burgondların, hem de Frankların bölgelerine akınlar düzenleyerek bu bölgeleri de kendi egemenlik alanı içine aldılar. Böylece Hunlar Kuzey Denizi'ne kadar geldiler. Bu step kavimi Kuzey Denizi'nin rutubetli ve tuzlu havası karşısında yenilgiye uğradı. Buralara yerleşemeyeceklerini anladılar ama, gene de bu bölgeyi gelecekteki akınları için kendi denetimleri altında tutmak istiyorlardı, Roma İmparatorluğu'na bağlı olan Batı bölgelerinde gözleri vardı. Bu bölgelere yapacakları akınlarda Kuzey Denizi kıyılarını üs olarak kullanmayı düşünüyorlardı. Hunlar kuzeydeki kavimlerin yalnızca bağlılıklarıyla yetindiler ve onlardan fazla bir şey beklemediler.

Yeni Bir Kavim

Hun devletinin yükselme dönemi olan 400 yıllarında Asya steplerinde yeni bir kavim beliriyor ve zamanla bir göçebe imparatorluğu kuruyordu. Bunlar Avarlardı. Balkaş ve Aral gölleri civarında artık egemenliği ele geçiriyorlardı. Hunlar doğu bölgelerinde meydana gelen bu değişikliğe karşı çıkmamış ve imparatorluğun sınırlarını, savunma hatlarını Aral Gölü'nün civarına çekmişlerdi. Ancak, Doğu kapısını ellerinde tutarak Asya'nın çeşitli bölgeleri ile ilişkileri sürdürüyorlardı. Avar tehlikesinden dolayı diğer Asya ulusları ile daha yakından ilişkiler kuruyor ve zaman zaman Romalılar ile anlaşarak çeşitli kavimleri kendi egemenlikleri altına alıyorlardı. Bu durum iki imparatorluğun da yararına oluyordu. Hunların barbarları dizginlemesi Roma İmparatorluğu'nu da barbar saldırılarından kurtarmış oluyordu. Buna karşılık Hunlar da Pontus'dan Kuzey Denizi'ne kadar uzayan geniş alanda Romalıların hiçbir isteği olmayacağından emin yaşıyorlardı. Barbar kavimlerin istilasına ve iç karışıklıklara karşın Roma ve Hun İmparatorlukları arasındaki anlaşma o dönemde önem kazanıyordu. Hunlardan sonra barbar dünyasına egemen olan Avarlar ve Göktürkler de Bizansa karşı benzer bir politika izlemişler ve tıpkı Hunlar gibi başlangıçta Bizans İmparatorluğu'nun dostluğunu aramışlar, sonraları ise saldırıya geçmişlerdi.

İran ile anlaşan Hunlar, ancak bundan sonra Gotlar ve benzeri barbar kavimlerin egemenliklerine son vermişlerdir. Hunlar ile Batı Roma İmparatorluğu arasındaki sıcak ilişkiler Hun İmparatoru Uldin zamanında başlamıştır. Hunlar saldırılardan sonra toparlanınca Uldin artık Bizans'tan bir şey beklememeye başladı. Sonraları da Bizans'a saldırılarını artırdı. Roma İmparatorluğunun elinde ise Hun anlaşması büyük bir koz olarak bulunuyordu. Kendisine bağlı Cermen kavimleri ne zaman başkaldırırsa Hunların bunları ezmelerine izin veriyordu. Hun ve Roma anlaşması Germenlere en ağır darbeyi Ren nehri boylarında indirdi. Hunlar Burgond krallığını ortadan kaldırarak Galya'ya doğru ilerlediler. Bundan sonra zaman zaman Hun ve Roma ortak birlikleri civardaki diğer kavimler üzerine saldırılar düzenlediler. Hunların Bizans ile dostluğu çok kısa sürdü ama Batı Roma İmparatorluğu ile dostlukları karşılıklı çıkarlar nedeniyle uzun süreli oldu. Batı Roma İmparatorluğunun bir çöküş dönemine girmesi de bu dostluğu zorlayan ve uzun ömürlü kılan ana nedenlerdi. Batı Roma zayıfladığından düzenli orduları kalmamış ve savaşlara kendilerine bağlı kavimlerden oluşturdukları ordularla gidiyorlardı. Ayrıca barbarlardan bir kısmını ücretli asker olarak işe almışlar ve bunlardan Roma ordusunu kurmuşlardır. Roma devleti zayıfladıkça Hunların saldırıları ve yağmaları bu imparatorluğun topraklarında göze çarpıyordu.

Batı Hunları tarihinde 422 yılının özel bir önemi vardır. Bu tarihte Hun hükümdar ailesinden gelen dört kardeş olan Rua, Muncuk, Aybars ve *****'dan Rua, imparatorluk makamını işgal etti. Muncuk erken öldüğü için diğer iki kardeş kanat kralları durumunda bulunuyorlardı. Politikada Uldız'ın izinden yürüyen Rua, Bizans'ın Hun ordusunu ayaklanmaya kışkırtmak ve uyruk altındaki kavimleri Hunlar'dan ayırmak amacıyla Hun topraklarında çalıştırdığı casusluk örgütü ile propagandacıları ileri sürerek düzenlediği Balkan seferinde hiç direnme göstermeyen Bizans devletini yıllık vergiye bağladı. Vergi karşılığı olarak alınan 350 libre altın o dönem için önemli bir vergiydi. Batı Roma Devleti de iç karışıklıklar içinde bunalıyordu. O sıralarda güç durumda kalan Roma komutanları Hunlara kaçarak imparator Rua'nın yardımına sığınıyorlardı. Rua'nın güçlü kişiliği Hun Imparatorluğu'nu her iki Roma devletinde de etkin bir duruma getirmişti. Rua'dan barışı yıllık vergi ile sağlayan Bizanslılar bir yandan da Hunlara bağlı bulunan kavimleri kışkırtmaktan geri kalmıyorlardı. Bunun üzerine Rua Bizanslı tüccarların Hun topraklarında ticaret yapmaları ile Bizans devletinin Hun ülkesinden ücretli asker toplama iznini yasakladı. Bu arada Rua, karşılık olarak Hun İmparatorluğu'ndan kaçan eski bazı devlet adamı ve komutanların geri verilmesini istedi. Ne var ki, tam bu sırada 434 yılında İmparator Rua ölünce Bizanslılar çok sevindiler. Hun İmparatorluğu'nun başına yeni bir hükümdar geçince Bizanslıların sevinci kursaklarında kaldı. Amcası Rua ölünce onun yerine yeğeni Attila geçmişti.

Attila Dönemi

Hunların başına geçtiği zaman 40 yaşında olan Attila babası Muncuk erken öldüğü için amcası Rua'nın yanında yetişmiş, onunla birlikte tüm askeri seferlere katılmış, çeşitli kavimleri yakından tanımak şansına sahip olmuştu. İyi bir imparator olan amcası Rua'nın yanında devlet yönetimini, askerliği ve politikanın ilkelerini öğrenmişti. Attila yalnız değildi. Koca ülkeyi kardeşi Bleda ile yönetiyordu. Eğlenceden hoşlanan, enerjisi, gücü sınırlı olan Bleda, imparatorluğun yönetimini kardeşine bırakmayı daha baştan benimsemişti. Ordu, devlet ve politika tüm yönleri ile Atilla'nın elinde toplanmıştı. Doğu kanadının kralı amcaları Aybars ile gene amcaları olan Batı kanadı kralı ***** yerlerini koruyorlardı. Bu nedenle Hun İmparatorluğu içinde herhangi bir iktidar savaşı söz konusu değildi. Attila'nın koruması ile yönetimde11yıl kalan Bleda daha sonra 445 yılında öldü.



Attila'nın başa geçişinden sonra gelen Bizans elçilerine yeni hükümdar sınırda bir karşılama düzenledi ve barış anlaşmasının ilkelerini onlara dikte ettirdi. Buna göre Bizans artık Hunlara bağlı kavimlerle kesinlikle ilişki kuramayacaktı. Ayrıca Bizans, kendine sığınan Hunları geri verecekti. Bizansın vergisi her yıl iki misli alınacak ve ticaret ancak sınır kasabalarında yapılabilecekti. Hunlara hemen geri verilen kaçakları Attila daha sınır kapısında astırdı. Bu olay, Attila'nın adının bütün Avrupa'da dehşetle anılmasına neden oldu. Bundan sonra Attila aylar süren uzun bir sefere çıkarak İmparatorluğun tüm sınırlarını dolaştı ve ayaklanan kavimlerin üzerine yürüdü. Batı kanadının merkezi Tuna kıyısında, Doğu kanadının merkezi de Dinyeper havzasında kurulmuştu. 430 yıllarında Hun egemenliği altında şu kavimler yaşıyorlardı.

1- Germenler; Gotlar, Suebler, Gedipler

2- Islavlar; Antlar, Venedalar, Sklavenler

3- İranlılar; Alanlar, Sarmallar, Neurlar, Baştarnalar

4- Finler; Ugorlar, Çudlar, Estler, Vidivariler

5-Türkler; Üçogur, Beşogur, Altıogur, Onogurlar, Saraogurlar, Agaçeriler, Sabarlar

Yaklaşık olarak sayıları elliye yaklaşan bu kadar çok kavim eski Türk devlet sistemine göre bir siyasal birlik oluşturmakta, yabancı kavim ve zümreler ancak reisleri, şefleri ve kralları aracılığıyla imparatorluğa bağlı bulunmaktaydı. Agaçerilerin ayaklanması dışında tüm kavimler Hun egemenliği altında barış ve düzen içinde yaşıyorlardı. Agaçeriler ayaklanması da Attila'nın büyük oğlu İlek tarafından bastırıldı. Zaman zaman ortaya çıkan kavimler göçü nedeniyle yerli halk bazen bunalıyordu. Yeni gelen kavimlerin yerli halkın elindeki ürünlere el koymak istemesi de bazı karışıklıklara yol açıyordu. Romalılar ise denetleyemedikleri köylü ayaklanması nedeniyle gene Hunların yardımını istiyorlardı. Hunlar sürekli olarak denetimleri altında yaşayan kavimleri izliyorlardı. En küçük bir sorun çıktığında Hun birlikleri orada oluyordu.

440 yılından sonra Attila Bizans devletine karşı baskıyı artırdı. Bizans Kralı'nın Hun kaçaklarına hoşgörülü davranması Attila'yı kızdırıyordu. Ticaret ilişkilerinde Yunan tüccarları Hunları aldatıyordu. Ayrıca Agaçeriler ayaklanmasında Bizans devletinin kışkırtıcı rol oynaması da Hunların baskılarını artırmalarına neden olmuştu. Kuzey Afrika'daki Vandal Kralı'nın Atilla'dan Bizans'a karşı yardım istemesi de Hunların tutumunu değiştirmişti. Attila Trakya üzerine yürümüşken Batı Roma devletinin aracı olması üzerine Hun orduları hızını kesti. Bir köylü çobanın savaş tanrısı Ares' in kılıcını bularak getirip Attila'ya teslim etmesi, Hunlar arasında dünyanın fethinin yakın olduğu biçiminde yorumlandı. Bununla beraber Bizans'ın kaçakları geri vermekte ağır davranması, yıllık vergi ödemede isteksizliği İkinci Balkan Seferi'nin başlamasına neden oldu. Attila'nın yönetimindeki Hun orduları yavaş yavaş iki koldan ilerleyerek tüm Trakya'yı işgal ettiler ve Büyükçekmece önlerine kadar geldiler. Attila buraya gelen Bizans elçilerini kabul etti. Yapılan anlaşmaya göre yıllık vergi üç katına çıktı ve Bizans 6000 libre savaş tazminatı ödemeyi yükümlendi. Bizans için en ağır koşul yıllık vergiydi. Her yıl bu kadar altının toplanması imparatorluğun gücünü aşıyordu. Bizans İmparatoru bu zor durumdan kurtulmak için Attila'ya bir suikast düzenledi. Ancak Attila bu durumu ortaya çıkardı ve Bizans İmparatoruna ağır bir mektup göndermekle yetindi. Çünkü bu sıralarda artık Attila Batı Roma İmparatorluğu'nun üzerine yürümeye hazırlanıyor ve haraca bağladığı Bizans devletini ciddiye almıyordu. Hun dış politikası da ağır ağır değişiyordu.

Batı Roma İmparatorluğuna en son destek 439 yılında yapılmış ve bu tarihten sonra ilişkiler kesilmişti. Batı Roma Başkomutanı Hunların değişen politikalarını izliyor ve bir Hun saldırısına hazırlanıyordu. Aetius bunun için tüm barbar kavimlerle anlaşmaya varmıştı. Attila da yeniden çıkan köylü ayaklanmasıyla ilgileniyor, Roma'ya karşı Vandallarla işbirliği olanaklarını araştırıyordu. Roma İmparatorluğu ile birlikte tüm barbarlar da savaşacağı için bu durumda çok iyi hazırlanmak gerekiyordu, iki yıl içinde Attila hazırlıklarını tamamlayınca önce Roma'ya politik bir saldırı düzenledi. Roma Prensesi Honaria'yı zevceliğe kabul ettiğini ve bunun karşılığında imparatorluğun yarısının yönetim hakkını istedi. Romalılar önceleri durumu oyaladılar, ama sonra olumsuz tutumları belirlenince Hunlar Roma seferine çıktılar. 451 yılında Orta Macaristan'dan Batı'ya doğru yola çıkan ikiyüz bin kişilik Hun ordusunun yarısı Türk, diğer yarısı da bağlı kavimlerin askerlerinden meydana geliyordu. Geçtikleri yerleri zaptederek ilerleyen Hun orduları Paris yakınlarında Orleans'a vardıklarında Roma orduları ile Aetius da buraya gelmişti, iki ordunun karşılaşması Attila'nın manevrası nedeniyle Champagne ovasında oldu. Tam bir gün süren ve her iki tarafın da ağır zarar gördüğü bu savaşta kimin kazançlı çıktığı belirlenemedi.

Batılı tarihçilerin zamanımıza kadar Hun ordusunun bu savaştan sonra geri çekildiğini ileri sürmelerine karşın, son araştırmalar savaş günü akşama doğru Roma ordusunun dağıldığını ve başkomutan Aetius'un bile Hun ordusu içine düştüğünü belgelemektedir. Gotlar ve Franklar da hemen savaştan çekilmişlerdi. Attila, Galya içlerine yürüyerek Roma ile Galya'nın bağlantısını da kesmişti. Roma ordusunun dağılmasına karşın Attila, orduları ile düzenli biçimde bir aya yakın bir sürede imparatorluğun merkezine döndü. Roma komutanının gözden düşmesi de yenilgilerinin bir göstergesiydi. Nitekim bir yıl sonra Hunlar yeniden Roma saldırısına geçtiklerinde Romalıların ortaya çıkaracak bir ordusu kalmamıştı. Attila 452'de Alpleri geçerek yüz bin kişilik ordusu ile Venedik bölgesine indi. Roma Sarayı çok endişelendi, hemen barış kararı alarak elçi heyeti gönderdi. Papa araya girerek Türk başbuğundan tüm Hıristiyanlık dünyası adına Roma'yı bağışlamasını istedi. Roma'yı yıkmaktan çekinen Attila, anlaşma sonrasında ülkesine dönerken Doğu Roma gibi Batı Roma İmparatorluğunu da kendi devletine bağladığına inanıyordu. Şimdi sıra Sasani devletine gelmişti. Bu devletin de Hun İmparatorluğu'nun koruması altına alınması ile artık Hunlar dünya egemenliğini gerçekleştirebileceklerdi. Ne var ki, Attila 453 yılında öldüğü için bu seferi gerçekleştiremedi.

Attila'nın ölümünden sonra karısı Arıkan'dan doğan üç oğlu, sırasıyla llek, Dengizek ve Irnek babalarının yerini tutamadılar, imparator olan llek ayaklanan Cermen kavimleri ile savaşırken yaşamını yitirdi. Çok cesur ama kafası çalışmayan Dengizek yeniden imparatorluk birliği için savaşırken bir Bizanslının kılıcı ile öldü. Irnek ise bu savaşlara katılmamış, kardeşlerinin ölümünden sonra artık Ona Asya'da tutunmanın zorluğunu anlamış ve savaşlarda yorgun düşen Hunların büyük kısmı ile Karadeniz'in batı kıyılarına dönmüştü. Irnek, yönetiminde Hunların önce Güney Rusya düzlüklerinde görünen, sonra Balkanlarda ve Orta Avrupa'da birer devlet kuran Bulgarlar ile Macarların oluşumunda büyük rol oynadıkları anlaşılmaktadır. 4. yüzyılda Hunlara Volga'dan Batı'ya doğru rehberlik eden sihirli geyik efsanesinde Hunlarla Macarlar kardeş gösterilmiştir. Ayrıca Doğu Macaristan'da yaşamış olan Sekellerin Hunların çocukları olduğu hakkında ciddi sayılabilecek kanıtlar vardır. Attila'nın ölümü Avrupa'da bir bakıma Hunların da gerilemesini başlatmıştır. Bağlı kavimler yavaş yavaş ayaklanmışlar ve Hunlara karşı yeni birlikler meydana getirmişlerdir. Bu büyük Türk İmparatorunun yitirilişi bir anlamda imparatorluğun çöküşünü de başlatmıştır.

Attila için Hunlar çok büyük bir cenaze töreni düzenlediler ve savaş oyunları ile başlayan bu tören günlerce sürdü. Attila'nın seferleri, savaşları ve yaşamı bir efsane yaratmıştır. Attila doğaüstü sayılabilecek kadar güçlü bir insandı. Dünya tarihinin en büyük ordu komutanı ve devlet kurucularındandı. Halkı arasında tanrısal bir güce sahipti. Oğulları bile babalarının gözlerine bakamazdı. Hunlar üstün nitelikli imparatorlarını tanrı gibi taparcasına seviyorlardı. Attila'nın güç ve başarıdan ileri gelen ünü tüm Avrupa'yı titretmişti. Attila çok hassas bir insandı. En küçük bir şeye kızdığında hemen savaş ile tehdit ederdi. Böylece birçok yeri ve istediklerini savaşsız alabilmişti. Diğer kavimlere ve onların başındaki yöneticilere karşı tutumu sert ve kabaydı. Savaşı çok sevmekle beraber gene de aklını kullanır ve bu akılcı tutumuyla istediklerini elde ederdi.

Attila kültür ve sanata da çok önem vermişti. Okumuş insanlara büyük saygı gösterir ve bunları önemli makamlara getirirdi. Kentleri, sanat eserlerini yakıp yıkmaktan kaçınırdı. Gotlar ve Vandallar gibi Roma'yı yıkmaktan çekinmiş, bu kentin çok yakınına geldiği halde anlaşmayı yeğlemiş ve geri dönmüştü. Büyük törenlere sahne olan sarayı çok ihtişamlı döşenmişti. Bu parlak çevrede bile Attila sadeliği severdi. Giyimi de sade ve temizdi. Hunların geleneksel süslerinden hoşlanmazdı. Fazla eğlenceyi sevmez ve gülmezdi. En büyük eğlencesi avlanmaktı. Ne yazık ki, falcılara çok inanırdı. Onların söylediklerinin etkisi ile küçük oğluna büyüklerden daha fazla önem vermekteydi. Ama onun bu tutumu ölümünden sonra kargaşalıkların çıkmasına ve imparatorluğun sarsılmasına yol açtı. Fallara ve hurafelere inandığı için Attila zaman zaman zayıf davranırdı. Falcıların etkisiyle, yanına kadar geldiği Roma'yı ve İstanbul'u almaktan çekindi. Roma'yı ele geçirdikten az sonra ölen Alarik'in sonunu düşünerek Roma' nın işgalinden kaçınmıştı.

Batı Hun İmparatorluğu'nun tarihi sürekli savaşlar ve efsanelerle geçtiğinden ve bu bölgede birçok barbar kavim yaşadığından kalıcı kültür ve sanat eserleri pek verilememiştir. Orta Avrupa'da yapılan kazılarda bazı toprak eşyalar çıkmıştır. Hunların bu eserleri günümüzde Avrupa müzelerinde görülebilir. Hunlarda, genel çizgileri ile Orta Asya'dan ve Büyük Hun İmparatorluğundan kalma step kültürü egemendir. Batı Hunlarında da Doğu Hunlarına benzer sosyal ve kültürel bir yaşam söz konusudur. Bozkır kültürü Hun kültürünün çekirdeğini oluşturmaktadır. Batı Hun İmparatorluğu'nun ekonomik yaşamı da kendinden önceki göçebe devletlerinki gibidir. Hayvancılık ana uğraştır. Ganimet sağlanması, tarım, avcılık, balıkçılık da diğer ekonomik uğraşlardır. Hunlar'a ait arkeolojik buluntuların çoğu Macaristan'da ortaya çıkarılmıştır. Bunun nedeni de Batı Hun İmparatorluğu'nun Tuna bölgesinde kendisine merkez kurmasıdır. Güney Rusya'da kurulan imparatorluk daha sonraları Macaristan'da üslenmiştir.

Segedin civarında bulunan Hun mezarları imparatorluğun kültürel yaşamı hakkında genel bir kanı vermektedir. Bu kazılarda altına dayanan süslemeciliğin çeşitli örneklerine rastlanmıştır. Huni biçiminde ayaklı kurban kazanları Hun kültüründe önemli bir yer tutar. Bu tür kazanları minyatür biçimlerde yaparak ölülerle beraber mezarlara gömmüşlerdir. Mezarlarda bulunan altın kazanlar da kurban kazanlarıdır ve Batı Hun kültürünün Orta Asya kültürü ile yakın bağlantısını göstermektedir. Hunların süsleme sanatında o dönemde İran'da egemen olan Sasani işçiliğinin geniş etkileri vardır. Hunlar ayrıca Avrupa'da ilişkiye girdikleri kavimlerden de kültür açısından etkilenmişlerdir.

Hunlarla ilgili kazılarda, kurban kazanlarının yanı sıra irili ufaklı gümüş kayışlar, keramik eserler, altın ve gümüşten süs eşyaları, çeşitli tokalar, altın taçlar bulunmuştur. Buluntulara göre Batı Hun İmparatorluğu'nda altın ve gümüş işçiliğinin ileri düzeyde olduğu Orta Asya'da görülen toprak ve keramik işçiliğinin sürdürüldüğü anlaşılmaktadır. Ancak Hunların kültür ve sanat yaşamlarının diğer yönleri pek açıklığa kavuşmamıştır.

Büyük Hun İmparatorluğunun dilini tarihçiler Türkçe olarak kabul etmektedirler. Bu dilde bazı Çin ve Moğol etkileri de vardır. Batı Hunları ise göçebe bir devlet kurduklarından ve yerleşik bir yaşam düzenine sahip olmadıklarından dilleri biraz karışıktır. Ne var ki temel olarak onların dilinin de Büyük Hun İmparatorluğundan geldiği söylenebilir. Batı Hun İmparatorluğunun egemenliğine giren kavimler değişik yerlerden gelmişlerdi ve kendi dillerini koruyorlardı. Bu durumda kavimlerin dilleri ile, Orta Asya'dan gelen Hun dili karışmaya başladı. Batı Hun İmparatorluğunun devlet ve yönetici kademesi ise kesinlikle Büyük Hun İmparatorluğunun dilini kullanmıştır. Hun halkı ise yaşadığı bölgeye göre oranın kavimleri ile etkileşim içinde farklı farklı lehçeleri kullanıyordu. Devletin üst kademesinin geleneksel Hun dilini koruyabilmesine karşılık, Hun halkı giderek bu dilden uzaklaşmıştır. Avrupa gibi yeni bir kıta Hunların yaşam biçimlerini, geleneklerini etkilemiş, zamanla da değiştirmiştir.

Asya'dan Avrupa'nın içlerine kadar gelerek büyük bir imparatorluk kurmuş olan Hunlar göçebelikten vazgeçmedikleri için birkaç yüzyıl sonra geldikleri gibi geri dönmüşler ve Avrupa'da yerleşik bir kültür oluşturamamışlardır. Bu nedenle de günümüzde yapılan kazılarda çok sayıda Hun eserine rastlanmamaktadır. Batı Hun kültürünü anlamak için, Büyük Hun imparatorluğunun sosyal ve kültürel yaşamını incelemek zorunludur.

Kaynakça:
Tarihte Türk Devletleri Milliyet Yayını
Doç.Dr. Anıl Çeçen




ERMENİSTAN ŞOKTA: “HOCALI SOYKIRIMI” MACARİSTAN PARLAMENTOSUNDA
Macaristan’da, Milliyetçi Parti JOBBİK ve onun genç ve karizmatik Başkanı Vona Gabor, Türklerden sevgiyle bahsetmekte, atalarımızın bir olduğunu ve “hepimizin Attila’nın torunlarıyız” demekte.
JOBBİK bunun yanı sıra “Hocalı Soykırımını” Macaristan Parlamentosu’na taşıyarak, Ermenileri kazdıkları kuyuya düşürdü.
Dünya genelinde 1915 olaylarının 'soykırım' olarak tanınması için propaganda yürüten Ermenilerin bu arzularının aksine Macaristan sürpriz bir hamle ile “Hocali Katliamını” parlamentosuna taşındı. Sözde Ermeni soykırımı iddialarıyla dünya parlamentolarında Türkiye’yi her fırsatta köşeye sıkıştırmaya çalışan Ermenistan, bu kez kendi oyununa düştü. Ermenistan dünya genelinde 1915 olaylarının 'soykırım' olarak tanınması için lobilerini yürütürken Macaristan'dan çok ilginç bir tepkiyle karşılaştı. Macaristan Parlamentosu, “Ermenilerin Dağlık Karabağ’da Azerbaycanlılara karşı toplu katliam gerçekleştirdiğini” tanıyan bir karar tasarısını gündeme aldı.
İddiaya göre, Macaristan muhalefetinin teklif ettiği tasarı yakın bir zamanda oylanacak. Tasarı Ermeni cephesinde şok etkisine neden oldu. Ermenistan hükümeti tasarıya tepki göstererek, kabul edilmesi halinde ‘Macaristan’ın uluslararası imajının sarsılacağını’ savundu.
Öte yandan Macaristan’ın attığı bu oulumlu adımı Türkiye’de ve birçok uluslararası medya organında yer aldı ve memnuniyetle karşılandı. Dağlık Karabağ’da 26 Şubat 1992’de Ermeniler tarafından gerçekleştirilen Hocalı katliamında 613 çocuk, kadın ve erkek hunharca öldürülmüştü.
Tasarıyı gündeme getiren Jobbik’i tanıyalım
Son zamanlarda Orta Avrupa’dan, Macaristan’dan bir dost sesi yükseldi. Macar Milliyetçi Partisi olan JOBBIC Başkanı Vona Gabor, Türkler ile Macar’ların aynı kökenden geldiğini ileri sürdü. Macaristan’da son seçimlerde yüzde 17 oy alarak ülkenin 3’üncü büyük partisi olan Jobbik’in lideri Gabor Vona, “Türkiye ile yakınlaşmalıyız” deyince Avrupa’daki ırkçıların hedefi oldu. Macar lider, kendisini eleştirenlere “hepimizin Attila’nın torunlarıyız” sözleriyle yanıt verdi.
2002’de sağ eğilimli öğrenciler tarafından kurulan Macar Jobbik (Daha iyiye) Partisi, katıldığı ilk seçimlerde yüzde 2 gibi düşük bir oy almasına rağmen, 2010’daki son seçimlerde adeta patlama yaparak yüzde 17 ile ülkenin 3’üncü büyük partisi haline geldi. Meclise 47 vekil sokan partinin genç lideri Gabor Vona da durum böyle olunca Avrupa’nın en gözde politikacılarından biri oldu. Mitinglerinde Nazi Partisi benzeri görüntüler veren, taraftarları tek tip üniforma ve kol bandı takan Jobbik, faşist olduğu konusundaki eleştirilere, “Biz sağcı bir parti bile değiliz. Sadece vatanseveriz” diye yanıt verirken seçim sloganı olarak da kendine, “Macaristan Macarlarındır” sözlerini seçmişti.
Avrupa’daki diğer aşırı sağcı partilerle AP seçimlerinde işbirliği yapan parti, Türkiye karşıtlığını seçim malzemesi yapan diğer partilerden bu konuda ayrıldı. Başkan Vona, “Biz Türkiye ile yakınlaşmanın Avrupa’nın yararına olduğunu düşünüyoruz. Diğer partilerin Türk ve İslam karşıtı politikalarına katılmıyoruz. Türkiye bize yeni fırsatlar sunuyor” açıklamasını yapınca Avrupalı aşırı sağcıların hedefi haline geldi. Ancak Vona bu eleştirileri, “Türklerle Macarların kökeni birdir. Hunlar’dır. Biz Türklere karşı çıkarsak kendi kökenimize de karşı çıkıyor oluruz. Türkler bizim kardeşimiz” yanıtı vermişti.
Macarların 4’ü Türk 9 farklı boyun bir araya gelmesiyle oluşan bir ulus olduğu biliniyor. Macarca’da Türkçe ile ortak (Balta, arpa, tarla, sakal...) gibi birçok kelimenin de bulunması dillerin birbirine olan yakınlığını ve böyle bir kültür bağı ise Başkan Vona’nın dediklerini haklı çıkarıyor.
‘KKTC bir an önce tanınarak AB'ye katılmalıdır’
Avrupa Birliği Dönem Başkanı Macaristan'ın üçüncü büyük partisi Jobbik’in Macar-Türk Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Eşbaşkanı Tamas Hegedüs ise, “AB Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne karşı açıkça haksızlık yaptı. KKTC’nin bir an önce tanınarak AB'ye katılması gerekir” demişti ve Kıbrıs Türk halkına uluslararası alanda yapılan haksız uygulamalarda, başı çeken Avrupa Birliği’nden farklı sesler yükselmeye başlamıştı.
Avrupa Birliği'nin bir "Hristiyan kulübü" olmadığını kanıtlaması gerektiğini belirten Hegedüs, "Avrupa'nın Türkiye'ye ihtiyacı var. Türkiyesiz Avrupa Birliği olamaz" dedi. Hegedüs, Avrupa Birliği'nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne karşı da "açıkça haksızlık" yaptığını, KKTC'nin bir an önce tanınarak AB'ye katılması gerektiğini belirtti.
Macaristan'ın bu yılın ilk yarısında, Türkiye'nin AB üyelik sürecinin hızlandırılması için partisinin gerekli desteği vereceği taahhüdünde bulunan Hegedüs, AB'nin Türkiye'ye çifte standart uygulayarak haksızlık yaptığı görüşünü dile getirdi.
Ayrıca Macaristan Parlamentosunun üçüncü büyük partisi konumunda bulunan muhalefet partisi Jobbik'in Genel Başkanı Gabor Vona, “Hocalı Soykırımının” parlamentoya taşınması konusunda yaptığı basın toplantısında, Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarına silah zoruyla girerek binlerce masum sivili katlettiğini, Ermenistan'ın istila ettiği topraklardan halen çıkmadığını ve konunun AB Dönem Başkanı Macaristan tarafından da uluslararası platformlarda gündeme getirilmesini istediklerini açıkladı. Gabor Vona, "Ermenistan'ın Dağlık Karabağ ve Azerbaycan'a ait olan 7 bölgeden çıkmamasının kabul edilemez olduğunu, Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarının yüzde 20'ni istila ederek 20 bin Azerliyi katlettiğini, Ermenistan'ın yaptığının soykırım olduğunu, bunun tüm dünya tarafından tanınması gerekildiğini" kaydetti.
Ermeniler birçok platformda sürekli uluslararası örgütlere veya büyük devletlere Türklerin kendilerine yaptıkları ‘sözde soykırımı’ parlamentolarına taşıyıp tanımalarını istemesi yönündeki oyununu hep sürdürdü. Fakat son olarak Ermenilerin bu oyununu bozan Macaristan, adaletli bir karar alarak, ‘sözde Ermeni soykırımı’ yerine Ermenilerin, Azerbaycan halkına yaptığı ‘Hocalı Soykırımını’ parlamentosuna taşıdı. Bu da bir kez daha Ermenilere, oynadıkları oyunlardan vazgeçmelerini ve haklı tarafın kim olduğunu göstermiş oldu.
Dr. Abil İBRAHİMOV
.......................................................................................................
Vona Gabor ismi son zamanlarda Türk medyasında sıkça duyulur oldu. Yaptığı açıklamalarla ilgi çeken Gabor, özellikle Türkiye ile yakınlaşmalıyız deyince Avrupa'nın tepkisini çekmişti. Bu tepkiler üzerine tekrar açıklama yapan Gabor ,Türkler ile biz aynı kökendeniz, Attilanın torunlarıyız. Türklere karşı gelmek kökenimize karşı gelmektir dedi. Gabor Turancı olduğunun sinyallerini veriyordu. 1978 doğumlu olan ve Psikoloji eğitimi alan Vona Gabor , kurduğu Jöbbik adlı parti ile son seçimlerde yüzde 17 oy almıştı.  Vona Gabor'un bu hali bize 100 yıl öncesinin Macaristan'ını hatırlattı. Yani 1910 Turan derneğini ve Macar Turancılarını....
Turan Cemiyeti 1910 yılında Budapeşte’de kurulmuştur.Türkiyede ise  ilk Turancı cemiyet olan Turan neşr i Maarif cemiyeti’nin kuruluşu 1911 dir. Kurucuları Tarık Demirkan’ın araştırmalarına göre       Kont Pal Teleki,Cholnoky Jenö, Gyula pekar, Bela Vikar,Aladar Ban  ve  Önemli tarihçilerden Sandor Marki , Ünlü şair Arpad zempleny gibi edebiyatçılardır.Cemiyetin amacı ise şöyledir: Turan Cemiyeti’nin amacı; Asya ve bizle akraba Avrupa halklarının bilim,sanat ve ekonomilerini incelemek, onları yurt içinde ve yurt dışında tanıtmak,geliştirmeye yardımcı olmaktır.Yine,bu kardeş halkların çıkarlarını Macaristanla bütünleştirmeye çalışmakta amaçlarımız arasındadır.Cemiyetimiz çıkarcı değildir.Siyaset ,din ve mezhep sorunlarının ve kişisel problemlerin faaliyet alanımıza girmesine kesinlikle izin verilmeyecektir.Öncelikle bilimsel olan çalışmalarımızda ,ticari ilişkileri asla yer yoktur.Turan cemiyetinin entellektüellerini ise en çok etkileyen kişi  A.Vamberydir. Macar Turkolog Vambery , Macarlar ile Türklerin kardeş halklar olduğunu bilimsel olarak ispatlamaya çalışmıştır. Hatta  1870 yılında üniversitede Turkoloji kürsüsünü kurmuştur. 1910 yılında kurulan Turan cemiyetinin onursal başkanıdır.Peki Turan Cemiyetini kuran Kont Pal Teleki kimdir. Kont pal teleki genç yaşta Macar bilimler akademisi üyesi olabilecek kadar yetenekli ve çalışkan bir bilimadamıdır. Macaristanın tanınmış aristokrat ailelerinden gelen Telekilerdendir.1879 yılında doğdu.1903 te üniversitede doktorasını tamamladı.Bundan sonra kendisi Coğrafya ve Harita bilim alanında yegane uzmandı.1910 yılında kurulan Turan cemiyetinin aktif kurucu üyelerindendi.Sonrada başkanlığını  yapmıştı.Macar Turancıları dernek kurmakla ve bilimsel faaliyetlere girişmekle kalmadılar. Birde bilimsel bir dergi çıkardılar. 1913 te kurulan bu bilimsel derginin adı Turan dergisi idi.Bu dergi entellektuel yönü çok yüksek olan kişilerce çıkarılmaktaydı.İçinde Macarca,Türkçe ,Almanca ve Fransızca makaleler yer almaktaydı.