17 Ocak 2010 Pazar

UKRAYNA'DA SEÇİM VAR


Devlet başkanlığı için Moskova yandaşı Yanukoviç iddialı
Ukrayna'da bugün devlet başkanlığı seçiminin ilk turu yapılıyor.
Ülkede, Sovyetler sonrası liderlerin iktidar üzerinde egemenliğinin kırıldığı 2004 yılındaki "Turuncu Devrim"den beri ilk kez devlet başkanlığı seçimi yapılıyor.

Bugünkü seçimde, bir zamanlar Moskova yandaşı olarak bilinen eski başbakanlardan, şimdiki muhalefet lideri Viktor Yanukoviç önde görünüyor.
Ay başına kadar yapılan kamuoyu yoklamaları, zengin sanayicilerin desteklediği 59 yaşındaki Yanukoviç'i önde gösteriyordu. Yoklamalara göre, Yanukoviç'in ardından ise 49 yaşındaki Başbakan Yulia Timoşenko geliyor.

Geniş ekonomik ve siyasi reformların yapılacağı umudunu yükselten Turuncu Devrim'den 5 sene sonra, Ukrayna halkının büyük bölümü bu seçimden pek bir şey beklemiyor.

Yapılan son kamuoyu yoklaması, seçmenlerin çoğunun seçime hile karıştırılacağı görüşünde olduğunu ortaya koydu. Dürüst bir seçimin bile, yıllar süren siyasi çatışmalardan sonra ve derin ekonomik resesyondan geçen ülkede bir şeylerin daha iyi gitmesini sağlayacağı umudu pek bulunmuyor.
Seçime 18 aday katılırken, ilk turda sonuç alınması beklenmiyor. İkinci turda seçimin Yanukoviç ile Timoşenko arasında geçmesi bekleniyor.

Adı az duyulmuş adaylardan, eski merkez bankası başkanı Sergey Tigipko, kendisini yeni bir yüz olarak tanımlayarak, son kamuoyu yoklamalarında ön sıralara yükseldi. Tigipko'nu Timoşenko yerine Yanukoviç'in ikinci turdaki rakibi bile olabileceği söyleniyor.
Hayal kırıklığı içindeki seçmenlere hitap eden bir diğer adaysa eski belediye başkanlarından Vasili Gumenyuk. Ancak Gumenyuk adını resmi olarak Vasili Protivsikh'e (Herkese karşı) çevirdi.

2004'deki seçimde yaygın şekilde hile yapıldığı suçlamaları Turuncu Devrim'in kitle gösterilerine yol açmıştı.

Kayıtlı 36,6 milyon seçmenin bulunduğu Ukrayna'da, seçimi izlemek için çok sayıda yabancı gözlemci de bulunuyor.

HOCA EFENDİ ABD’DEN GELEMEZ. "O ŞİMDİ MAHKUM"




Fettullah Gülen ABD’de 137 dönüm arazi içerisinde 9 villalı çiftlikte yaşıyor. Türkiye’deki davaları AKP’nin desteği ve yurtdışı youtube videolarıyla savcılar bezdirildi ve aklandı.
Peki, neden gelmez bu hoca efendi hazretleri memleketine.
Doktorsa; burada da doktor var.
Üstelik kendi okullarından mezun başında 24 saat nöbet tutacak doktorlar var.
Bunları bilmez mi? Hoca efendi.
Bilir elbet.
Sonra 137 dönüm araziyi bir gün gezersin iki gün gezersin, biter.
İnsan 10 sene memleketini eşini dostunu özlemez mi?
Hadi eşi dostu ona geliyor diyelim, topraklarını özlemez mi?
Vaaz verdiği Camileri özlemez mi?
Sokakları özlemez mi?
Ne demiş atalarımız “kuşu altın kafese koymuşlar, illa da vatanım demiş”
Eee Fethullah hoca efendiyi çiftliye koyduklarında neden "illa da vatanım" demiyor?
Ben size gerçeği söyleyeyim.
FBI-CİA-Mossad destekli Siyonistler bırakmıyorlar.
Hoca efendi orada saltanat falan sürmüyor. Orada açık görüşlü hapis yatıyor.
Ve hiçbir zaman Türkiye’ye gelemeyecek.
Vizesi doldu, yeni vize almak için avukatlar tuttuğu falan doğrudur ama oradaki hapislik gerçeğini engellemez. 
Hadi onu da bıraktık.
Neden Avrupa’ya gidemez?
Bir Almanya’ya Fransa’ya, İngiltere’ye gidemez?
Gidemez çünkü;oralarda da bol miktarda Türk var.
Fettullah Hoca efendinin hapisliği Türklere karşı. 
Türklerin olduğu yerlere gidemez.
Ama bir nevide gönüllü  hapis bu.
Neden mi?
1941 de doğmuş ama “1938’de Deccal’ın  (şeytan) ölümüyle doğdum” diyen, Erzurum’un Korucuk Köyünden tahta bavulla yollara düşmüş, ilkokulu  dışarıdan bitirmiş bir adam için ABD gibi dünyanın kabadayısının kollarında hapis bile yatıyor olsa da bir onur olsa gerek.
Fettullah hoca efendimizde hiç zorlamaya gerek kalmadan zaten gönüllü, paşa paşa bu hapsi yatıyor. ABD/AB ve İsrail’in kendini Türkiye’de “Kutbul Aktab” ilan etmiş birini kaçırmak istememesi gayet normal. Süleyman Ateş’e göre Kutbul Aktab:  "Kalbinden geçen şey Allah tarafından yaratılan insan, anlamına geliyor. Yani ne düşünüyor, ne hissediyorsa, Allah olayları onun istediği istikamette yaratıyor."
Bu masal ve hikâye kısmını geçelim.
Şu demek bu; kendini bir nevi Mesih gibi bir şey ilan etmiş ve buna da milleti inandırmış bir şahsiyeti Siyonist katiller kaçırırlar mı?
Ölüsü dirisi para demek bu.
Ama 2010 itibariyle 69 yaşına basmış bir ihtiyar bu kadar kutsallaştırılmışken, insan içine çıkarsa bütün karizma çizilir.
İşte bu yüzden Fettullah hoca efendimizi gizliyorlar. Bir nevi hapis yatırıyorlar. Muhtemelen de kendini iyi hissedecek kadar da tedavi etmiyorlar. Çünkü artık onun sadece gizemine ve görünmeyen varlığına ihtiyaç var.
İki açıdan:

1.İstedikleri zaman onun emriymiş gibi Türkiye Cumhuriyeti iktidarına istediğini yaptıra biliyorlar.

2.Dünyanın 94 ülkesinde okul açıp Müslümanlara Türkçe öğreten ulu insana para yardımı yapılmaz mı?
Yapılır da kaçırılan bir şey var.
Bu 94 ülkenin 94 ünde de ABD üsleri var.
Bu okulların hepsinde eğitim dili İngilizce. Seçmeli ders Türkçe.
Bizim çocuklarda İngilizce dersi görüyor bir iki parça söylüyor. Ben bile İngilizce öğretmeni görmesem de, ingilizce öğretmeni yerine fen bilgisi öğretmeni de girse
“are you sleeping?
are you sleeping?
Brother John
Brother John
Morning bells are ringing?
Morning bells are ringing?
Ding dang dong”
parçasını bilirim. Özel okullarda da artık bir iki Türkçe parça bilsinler.
Kısacası arkadaşlar Fettullah hoca efendi 137 dönüm arazinin içerisine hapsedilmiş, okullarına İngilizce öğretmeni maskesiyle cia-mossad ajanları sızmış ve tamamen ele geçirilmiştir. Yapılan tüm bağışların ABD’nin Siyonist patronlarının bitini biraz daha kanlandırmakta, Müslüman ülkeler yine Müslüman ülkelerin paralarıyla ABD’nin kölesi yapılmaktadır.
Durum budur.
Bu okullarda yetişen zavallı çocuklar bir yerlere gelseler de Fettullah Hoca efendiye değil bilakis kendi toplumunun katillerine kölelik yapmaktadırlar. Çünkü; ulussuz, tarihsiz, atasız, hatta tüm bunlardan utanan bir zihniyetle küresel sermayenin taşeronu olarak yetiştiriliyorlar. Sürekli itaat etmeyi, efendinin verdiği kadar yemeyi, izni kadar konuşmayı; hatta düşünmeyi öğreniyorlar.
Ne yazık ki bu gençler kendi toplumunu yok etmek için, küresel çetelere kölelik etmek için varlar.Artık hepsi gençte değil.
Sanırım herkes bu yazdıklarımı bu günlerde çok rahat anlaya bilirler.
Ama bunlarla mücadele eden mazlum, sömürülen halkların özgürlük ışığı Kemalist gençlik her zaman olacaktır.
Saygılar.
levent kalem



"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."




YILMAZ DİKBAŞ: DAVUTOĞLU’NA AÇIK (AÇIK) UYARI 

YAZARIN DİĞER MAKALELERİ İÇİN:
DIŞ İŞLERİ BAKANI’NA AÇIK UYARI!




Bay Ahmet Davutoğlu,
Dışişleri Bakanı
Ankara

Kıbrıs ve Ermenistan konularında gazetelere verdiğiniz demeçlerle, televizyon kanallarında yaptığınız konuşmalarla halkımızı aldatıyor, kandırıyor ve düpedüz yalanlar söylüyorsunuz.
Bakın, nasıl yalan söylediğinizi anlatayım.
Avrupa Birliği (AB), 6 Ekim 2004 tarihinde Türkiye’ye üç rapor verdi:
- İlerleme Raporu,
- Öneriler Raporu ve
- Etkiler Raporu.
AB bu raporlarda; Kıbrıs’ın Rumlara verileceğini, sözde Ermeni soykırımının tanınacağını, Ermenistan’la diplomatik ilişkiler kurulup sınırların açılacağını, Güneydoğu Anadolu’da bir Kürt devletinin kurulmasına giden yolun üzerindeki engellerin kaldırılacağını açıkça yazdı.
Sizin hükümetiniz bu raporların tümünü kabul etti.
Oysa siz, sanki bu gerçeği bilmiyormuşsunuz gibi 1 Eylül 2009 günü Kıbrıs’ta çözümle ilgili şöyle diyordunuz:
“Türk diplomasisi esnektir ama nerede ‘hayır’ diyeceğini bilir.”
Bay Bakan,

Siz hangi esneklikten söz ediyorsunuz?
Yukarıda sözünü ettiğim raporlardaki tüm koşulları kabul eden hükümetiniz, AB’nin öne sürdüğü hiçbir koşula ‘hayır’ dememiştir!
Devam ediyorum.
29 Ekim 2004 günü Roma’da, AB’nin 25 üyesi, AB Anayasası'nı gösterişli bir törenle imzaladılar. 
Sizin 
bugünkü cumhurbaşkanınız Abdullah Gül ve bugünkü başbakanınız Recep Tayip Erdoğan bu şatafatlı törene katılıp, ayrı bir belgeye imzalarını koyarak AB Anayasasını kabul ettiler.
Hiç bilmez olur musunuz, AB Anayasası'nı o gün imzalayan 25 üyeden biri de, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni temsil eden Rum Devlet Başkanı idi! 
Abdullah Gül ve Recep Tayip Erdoğan, işte o tarihte Kıbrıs’ın Rumlara verilmiş olduğunu kabul ettiler. 
Oysa şimdi siz tutmuş şöyle diyorsunuz:
“Yani taktik oyalamalar, zaman kazanma çabaları ve Türkiye’nin üzerinde bir AB baskısı oluşturma gayretleri iyi niyetle bağdaşmaz”
Bay Ahmet Davutoğlu,

Asıl taktik oyalamalarla zaman kazanma çabaları içinde bulunan siz ve hükümetinizdir.
Amacınız ‘hazmettire hazmettire’ Kıbrıs’ın Rumlara verilmiş olduğu gerçeğini Türk halkına kabul ettirmektir.
AB belgelerinin tümünde Kıbrıs’tan ‘Republic of Cyprus’ yani Kıbrıs Cumhuriyeti olarak söz edilmekte, yönetimin de Rumlarda olduğu açıkça yazılmaktadır.
AB belgelerinin hiçbirinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) diye bir varlığın adı geçmemektedir.
Bu gerçeği çok iyi bildiğiniz halde, KKTC Dışişleri Bakanı Hüseyin Örgün ile Ankara’da göstermelik bir basın toplantısı yapıyor;
“Rumların anlaşma istediğinden emin değiliz.’ 
Diyerek gerçekleri birlikte saptırmaya çalışıyordunuz.
Bitmedi, anlatmayı sürdürüyorum.
17 Aralık 2004 tarihinde başbakanınız Recep Tayyip Erdoğan, Brüksel’de AB Başkanlar Konseyi’nin Türkiye ile ilgili aldığı bir dizi çok ağır kararı olduğu gibi kabul etti.
Kararlar o kadar ağırdır kiİsveç’i Konsey’de temsil eden İsveç Başkanı dayanamayıp şöyle demek zorunda kalmıştır:
“Türkler kalıcı kısıtlamaları kendileri kabul ettiler. Biz olsaydık kabul etmezdik. Eğer Türk tarafı karşı çıksaydı, biz de onları desteklerdik!” Kıbrıs’ın Rumlara verilmesi ve Ermenistan’ı tatmin edecek biçimde sınırların açılması bu kararların en başta gelenleriydi.
O günkü hükümetiniz bu ağır koşulları içeren kararları kabullenmekle kalmadı,kendisine bağımlı medyanın da çığırtkanlığıyla Ankara’da taraftarlarına davullu zurnalı bayram yaptırdı.

Bay Bakan,
Gazetecilerin, Türk limanlarının Kıbrıs Rum kesimine açılması ihtimaline ilişkin soru sorması üzerine, gündemde şu anda böyle bir konu olmadığını söyleyerek şöyle konuştunuz:
“Biz daha önce de bu konuyu değişik tecrübelerle yaşadık. Parça çözümlerin, parça tekliflerin nihai sonucu elde etmede çok etkili olmadığını gördük.”
Siz, hangi parça çözümlerden söz ediyorsunuz?
Hükümetiniz, Kıbrıs’ın tümünü Roma’da ve Brüksel’de Rumlara teslim etmedi mi, imzaları atmadı mı?

Bay Ahmet Davutoğlu,
Hem siz, hangi limanlarımızdan söz ediyorsunuz?
Eski Maliye Bakanı'nız Kemal Unakıtan’ın, babalar gibi, “Her şeyi satacağız… Limanları da satacağız” dediğini ne çabuk unuttunuz!
Bakın, Recep Tayyip Erdoğan 5 Şubat 2005 günü İzmir’de neler söylüyordu:
“Artık limanları devlet eliyle yürütme devri kapandı. Buraları özel sektör alsın, gerekli yatırımları yapsın ve işletsin. Biz de engelleri kaldıralım. Hamdolsun, şu ana kadar sattığımız limanlar çok modern hale geldi. Dileriz İzmir limanı da böyle modern hale gelir.”

Bay Bakan,
AKP hükümetleri, devletimizin, yani halkımızın neyi varsa nerdeyse hepsini özelleştirme adı altında satıp bitirdi.
Bakın başbakanınız söylüyor, devletin elinde liman kalmadı! Limanlarımızın yabancıların eline geçmesini sağlamak için hükümetiniz, tüm engelleri kaldırdı!
Bir daha soruyorum, siz hangi limanlarımızdan söz ediyorsunuz?
Bakın limanlarımız nasıl birer birer elimizden çıktı:

Ege Denizi’ndeki Limanlarımız:
İzmir Limanı: 1 milyar 275 milyon dolara, Hong Kong merkezli Hutchison Whampoa şirketine satıldı.
Türkiye’nin en büyük konteynır ihracat limanı olan İzmir Alsancak Limanı’ndan, yılda ortalama 30–35 milyon TL net gelir elde ediliyordu.
Kuşadası Limanı: 02.07.2003 tarihinde, 24 milyon 300 bin dolara, Siyonist Sami Ofer’e verildi. 

Dikili Limanı: 20.11.2003 tarihinde, 4 milyon 250 bin dolara, Dikili Liman ve Turizm İşletmeleri A.Ş.’ye satıldı.
Marmaris Limanı: 26.01.2001 tarihinde, 14.900.000 dolara, Marmara liman İşletme A.Ş.’ye devredildi.

Akdeniz’deki Limanlarımız:
Antalya Limanı: 31.08.1998 tarihinde, 29 milyon dolara, Siyonist Ofer’in eline geçti.
Alanya Limanı: 28.11.2000 tarihinde, 1 milyon 600 bin dolara, Alanya Liman İşletmesi Den Tur A.Ş.’ye satıldı.
İskenderun Limanı: 09.09.2005 tarihinde, PSA-Tekfen ortaklığına satıldı ancak satış sonradan iptal edildi.
O günden bugüne limanda hiçbir yatırım yapılmadı, çürümeye terk edildi. Amaç, sotada bekleyen sansarlara çok ucuza devretmek!
Mersin Limanı: 04.08.2005 tarihinde, Singapur PSA’ya satıldı. Limanın adı, ‘Mersin International Port’ olarak değiştirildi.
Eylül 2005’de satış iptal edildi.
Akbabalar takipte.
Karadeniz’deki Limanlarımız:

Sinop Limanı: 30.06.1997 tarihinde, 800 bin 944 dolara, Çakıroğlu A.Ş’ye devredildi.
Ordu Limanı: 30.06.1997 tarihinde, 1.607.887 dolara, Çakıroğlu A.Ş’ye satıldı.
Giresun Limanı: 30.06.1997 tarihinde, 3.203.774 dolara, Çakıroğlu A.Ş’ye verildi.
Rize Limanı: 06.08.1997 tarihinde, 5.606.605 dolara, Asım Çillioğlu O.G.G’ye satıldı.
Hopa Limanı: 17.06.1997 tarihinde, 4.004.718 dolara, Park denizcilik ve Hopa Liman İşletmesi A.Ş’ye devredildi.
Trabzon Limanı: 20.11.2003 tarihinde, 20.160.000 dolarla ihaleye çıktı.
Samsun Limanı: 12.06.2006 tarihinde, 5 milyon dolarla ihaleye çıktı.
Burada bir açıklama yapmam gerekiyor.
Büyük çaplı özelleştirmelerde, başta Siyonistler olmak üzere Amerikalılar ve Yunanlılar bazı Türk şirketlerini paravan olarak kullanmışlardır. 
Tıpkı Siyonist İsrail devleti kurulmadan önce, Filistin’de toprak alımı yapan terörist Siyonistlerin bazı Arapları paravan olarak kullanmış olduğu gibi…
Bazı limanlarımızın özelleştirilmesinde Hayyam Garipoğlu ve Alaaddin Çakıcı gibi isimlerin ortaya çıkmış olması bunun en açık kanıtıdır. 

Marmara Denizi’ndeki Limanlarımız:
Zeytinburnu Limanı: Paravan şirketler aracılığıyla Siyonist Sami Ofer’e satıldı.
Tekirdağ Limanı: 104.923.599 dolara, Akkök Şirketler grubu’na devredildi.
Bandırma Limanı: 175 milyon dolara, Çelebi OGG’ye teslim edildi.

Bay Bakan,
Şimdi size soruyorum.
Siz, hangi limanlardan söz ediyorsunuz?
Hem devletin limanlarını birer birer satıyor hem de dönüp, limanlarımıza Kıbrıs Rum bandıralı gemileri sokmamaktan söz ediyorsunuz!
Acaba doğduğunuz kentin limanına mı Rum bayraklı gemileri sokmamakta direniyorsunuz, ama ne yazık ki Konya’nın da limanı yok!
Bay Ahmet Davutoğlu,

Bir televizyon programında yaptığınız konuşmada, hükümetinizin bölgede ciddi biraktör’ olduğunu, önemli bir ‘rol’ oynadığını söyleyip durdunuz.
Aktör, rol ve oyun; çok yüce bir sanat dalı olan tiyatroya özgü sözcüklerdir.
Tiyatronun dışında kullanıldığında bu sözcükler ‘sahtecilik’, ‘aldatmacalık’ ve‘yalancılık’ içerirler.
Sizin partiniz iktidar olmadan önce diplomasi dilinde ‘devlet adamı’ ve ‘onurlu ve şerefli tavır’ kavramları vardı.
Artık devlet adamı yok, aktör var!
Onurlu ve şerefli duruş yok, rol var!
Bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkelerini savunma yok, oyun var!

Aslında bu durum pek de yadırganamaz.
Çünkü ABD’nin buyruğunda AB Mandasını kabul etmiş yöneticiler elbette ‘devlet adamı’ olamazlar, onlar senaryosunu emperyalistlerin yazdığı oyunlarda rol alıp sadecesıradan ‘aktör’ olabilirler.

Bay Bakan,
Türk halkının çok küçük bir azınlığını sonsuza dek uyutabilir, yarısına yakınını da en çok on yıl süreyle kandırabilirsiniz.
Ama Türk halkının ezici çoğunluğunu sonsuza dek aldatamazsınız!

Bay Ahmet Davutoğlu,
Çok hayranı olduğunuz AB ülkelerinde; aldatarak, kandırarak, yalanla dolanla işler çevirenlere ‘Con Man’ denilir.
Sizi, açıkça uyarıyorum.
Başta Kıbrıs ve Ermenistan olmak üzere, AB ile ilgili tüm konularda halkımızı aldatmaya ve kandırmaya yönelik yalanlar söylemeyi sürdürürseniz; sizi, Türkiye siyasetindeki ‘Con Man’ olarak ilan edeceğim!

Yılmaz Dikbaş
Araştırmacı Yazar
6 Ekim 2009



"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."

İNGİLİZ GİZLİ BELGELERİNDE "ATATÜRK"

G İ Z L İ
 Telgraf No: 608
İngiltere Büyükelçiliği
Ankara, 25 Kasım 1938

Aziz Lordum,

1.Size Mösyö Kemal Atatürk'ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum. 

2. Bu belgeye ek olarak, Büyükelçiliğimiz Müsteşarı tarafından hazırlanan ve Kemal Atatürk'ün geçmişteki kariyerini içeren belgeyi sizlere sunma onuru yanında, bu yazımda, Atatürk'ün yaptığı işleri övmekten çok, O’nun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği Konusuna değinmeye çalışacağım.

Hiç şüphesiz Toplumbilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların çok azı, Atatürk'ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır. 

3. Bu bilginin toplanmasında, ben belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Her ne kadar, rahmetli Cumhurbaşkanı ile çok nadir karşılaşmış olsam da bu görüşmeler diğer diplomatik temsilciliklerinkine nazaran daha sık ve daha uzun olmuştur. Bütün bunlar bir yana, görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır.

Galiba onun yeteneklerini ortaya çıkartan becerikli yaklaşımlarım vardı, bu yüzden olsa gerek görüştüğümüz konu hakkındaki fikirlerine ya da o konuyla ilgili sunduğu sonuca karşı çıktığımda benim bu tavrıma direnmezdi.
Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum. 

4. Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen Kabine'deki bazı Bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu.

5. Atatürk'ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım. 

6. Sanırım bunu temelde "çift karakterlilik" olarak açıklayabiliriz. Bu ülkede nefret uyandıran ve yasaklanan H.C.Armstrong'un Grey Wolf (Bozkurt) adlı kitabını okuyan çoğu insan, çok yetenekli; inatçı bir enerjiye sahip ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlak dışı ihtirasları olan; dahası, dostluğu tanımayan bir adamın portresiyle karşılaşmaktadır.

Bu tespiti doğrular görünecek kanıtları toplamak hiç de zor olmayacaktır ancak şahsen ben, bir insanın bu şekilde tanıtılmasını tamamıyla yanıltıcı buluyorum. Gözle görülen bir dizi kural dışılığı sadece ayrı karakterlilikle anlatabileceğime inanıyorum. Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil yüzyıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek, sadece artık kölelik çekilmemesi gerektiğine inandığı için çok sayıda kuvveti harekete geçirip -bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir- on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan birçok iyi şey yapmıştır. Gerisi ayrıntıdan ibarettir; sadece dedikoducu zihniyetin üzerinde duracağı ancak bir tarihçinin gerektiği kadarını vereceği ayrıntılar. 

7. Atatürk'ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok. Bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türk ırkının tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da Atatürk'ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi, faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi. 

8. Atatürk'ün bütün kişiliğinde veya en azından mevcut şeklinde, bazı çelişkilerle karşılaşılmaktadır. İddia edilen acımasızlığı, onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi, vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır.

Tensel günahlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevklere karşın toplumda kadının rolü kavramı, halk devrimlerinde en çarpıcı savunmayı ortaya koyduğu kadın hakları ve önemiyle bağdaşmamaktadır. Zira bir iki sene içinde çok eşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açık olduğunu ortaya koymuştur. (Kimi zaman toplum içinde de olsa) Özel hayatını tanımlayan ve göz ardı edilmiş resmiyeti, giyiminin kusursuzluğu, olağanüstü tavırları ve resmi görevlerdeki asaleti ile garip bir çelişki yaratmaktadır. Sadece birkaç büyük Adam daha rahat ve daha güvenli hissetmenizi sağlayabilir; sanırım yok denecek kadar azı da gerektiğinde sizi bu Kadar rahatsız hissettirebilir. 

9. Atatürk, Batı'da "yes-men" ve uzun süredir Türkiye'de "evet efendimci" olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor, bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, 
onlar için düşünüp onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa görevlerini yerine getiremedikleri kanısına varıyordu. 

10. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum.

Ancak Hitler Ve Mussolini'nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi. Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve bütün devlet meselelerinde onun isteklerinin hakim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru ancak daha çok o konudan Sorumlu kişilerin onayının hakimiyeti şeklinde karşımıza çıkıyordu.

Olayların gidişi, Atatürk'ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil. Ancak onu Mussolini, Hitler veya Primo de Rivera gibi diktatörlerden ayıran belki de en büyük özellik, başından beri isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya çalışmasıdır. Atatürk'ten sonraki Cumhurbaşkanı seçiminin sessizce hallolması ve ölümünden sonra kurduğu rejimin sakince sürmesi bir kriterse evet başarılı olmuştur. 

11. Atatürk'ün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinçaltının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dimdikliğinin bir başka parçasıydı. 

12. Müslüman olarak doğmuş, ancak yobazlık karşıtı bir kişi olmuştu, doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti; işini iyi bilen, istidak sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı. Türkiye'nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet'in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur. Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkelerarası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır. 

13. Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlardaölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı. O, Türk Milleti'ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır. İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de bütün bunlardan daha önemlisi bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır.

Lordum, en derin saygılarımla, sizin en sadık ve en mütevazı hizmetkarınız olduğumu bildirmekten şeref duyarım.


Percy Loraine

BİRDE ŞÖYLE BAKIN
Vatan gazetesinin anketi




"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."