31 Ekim 2009 Cumartesi


UYUYAN GÜZELLER; UYUYAN KÖPEKLER UYANDI BE ANAM
Bu akşam Ulusal Kanal’da Aydınlık Dergisinin bu sayısında 3. ses kaydının yayınlandığını duydum. Aydın Doğan’ın ipinin çekildiğinden bahsedicek muhtemelen. Henüz okumadım ama ilk fırsatta alıp okuyacağım. Talat-Erdoğan telefon konuşması ve Sayın DENKTAŞ’ı bitirme planları yayınlanmış fakat böyle önemli bir konuşmayı yandaş medya haber bile yapmamıştı. Fakat Ergenekon davasında milletin belden aşağı muhabbet kayıtlarını bile çarşaf şarşaf yayınladılar. Ama Kıbrıs’ın Kurucu Lideri Denktaş’ın bitirilmesi görüşmesi aynı basında hiç etki yaratmadı. Ve akabinde derhal İP büroları basıldı, başka kayıtlar arandı. Aklıma gelen şuydu: IP’nin bu ilk başarası değildi. Gerek kitapları, dergileriyle bir partiden çok ulusalcı bir medya görüntüsü çiziyor ve ABD ve Ab konularında bir partiden daha fazla halkını aydınlatıyordu. İnterneti tararken Karen Fogg’un e-postalarını deşifre eden kişi ile yapılan röportaja rastladım. Ben kafamdaki sorunun cevabını buldum. Buyurun okuyun ve nedenini sizde görün.

Saygılarımla.

Levent kalem

31/10/2009

Ama önce:

7000 E-POSTADAN SADECE BİR KAÇINI “UYUYAN KÖPEKLER” İÇİN BURAYA ALIYORUM:

(“Uyuyan köpek” biz oluyoruz dostlar.Böyle hitap ediyor bize şekerim Fogg.Yani Atatürkçü,Ulusalcı,Milliyetçilere.”Uyuyan güzelleride” liboş,fethoş,kürdoş,gö..toşlara diyor.Ben demiyorum.Ben uyuyan köpek olmayı tercih ederim)

Mehmet Ali Birand, Bayan Fogg `a yazıyor:

“Bizim şov`u 14`ünde yapalım Ve ML 15`inde Ankara `da. Eğer sen konuşmak istemezsen, o kabul ederse, ML ile ayarlayabilirim. .”

Bayan Fogg `dan Mehmet Ali Birand `a:

“Seni anlamıyorum şekerim. Landubru gelmiyor.

Sen her ikimizin de Türkiye `nin egosunu okşamak için bizim şeyimizi daha salı gününden yapmamızı istiyorsun...”

Mehmet Ali Birand `dan Bayan Karen Fogg `a:
“Sevgili Karen Verheugen `in şubatta kentte olacağını öğrendim. Evimde yüksek düzeyde, ya da en üst düzeyde gazetecilerle özel toplantıyı yeniden öneriyorum. Ne diyorsun? Sevgiler.”

Bayan Fogg `dan Mehmet Ali Birand `a:
“Sana ve (karısı) Cemre `ye mutlu yıllar. GV şubatta burada olacak. Kuşkusuz,

Planlandığı gibi medyadaki ağır toplarla Kıbrıs konusunda sizinle kalmasını isterim.”


Cengiz Çandar `dan Bayan Fogg `a:

“Senin bir önerini nasıl geri çevirebilirim?.. Sizin (derginizin) sayfalarınızdan geçmiş olanların oluşturduğu kuyrukta en sonda oluşum şaşırtıcı...”

Bayan Fogg `dan Cengiz Çandar `a:
“Sevgili Cengiz, bizim aylık haber bültenimizi biliyorsun.

Birinci sayfada katışıksız Türk görüşünün dışında bir şeyler yazan, her ay başka bir Türk köşe yazarının makalesi var. Nitekim Şahin Alpay , Lale S., Cüneyt C., Emine Y ., Ferai T., Mehmet Ali B ., Samy C., Semih İ., Zeynep G ., Mithat M., Mim Kemal bu yoldan geçtiler. Şimdi senin sıran. Nisanda bizim konuk köşe yazarımız olur musun? Ödeme mümkün. Bize makbuz gönder.”

Mesajlar ve karşılıklı yazışmalar bitmiyor. Karen Fogg , bu kez Sami Kohen , Ferai Tınç , Emine U., Şahin Alpay , Mehmet Altan , Cengiz Çandar , Mehmet Ali Birand ve Cüneyt Ülsever `e ortak mesaj atıyor:

“Herkese merhaba. Verheugen iptal ettiği için üzgünüm. Basın temasları için zamanı olmayacak. Ben İstanbul `da olacağım. İsterseniz pazar günü gayri resmi bir akşam yemeği için bir yerde buluşmaktan memnun olacağım. 7 30`da Kumkapı `da Kör Agop `a ne dersiniz?..”

Bayan Fogg bu kez Metin Münir `e yazıyor:
“ÇOK GİZLİ . Sana çok gizli olarak PP ile bir şey göndereceğim.

Seninle, ya da işaret edeceğin (önereceğin) biriyle konuşmak istiyorum. Yeni ihale yasası ve Kıbrıs hakkında.”

Şahin Alpay `dan Karen Fogg `a:
“Sevgili Karen , Yakında İstanbul `a geliyor musun? Bahçeşehir `deki (üniversitede) dekanım Eser Karakaş (çok saygı duyulan bir liberaldir, geçen yıl yaptığımız ziyarette kendisiyle kısaca görüşmüştünüz) bir akşam veya öğle yemeğinde seni ağırlamayı çok istiyor, seninle konuşmaya fena halde ihtiyacı olduğunu söylüyor...”

Bayan Fogg , gazeteci Şahin Alpay `a biraz ``şifreli`` yazıyor:
“Mini paket, İstanbul `daki “uyuyan güzelleri” harekete geçmek için kışkırtabilecek kadar korkunç mu? Yoksa ayaklanma korkusu H. Özkan `ın bazı uslu AK, DSP ve ANAP `lılarla tezgahladığı bir parça kontrollu protestoyla TBMM `de 312. maddenin iyileştirilmesiyle devrimi başlatacak kadar büyük mü?”

İşte röportaj:

KAREN FOGG'UN E-MAİLLERİNİ ORTAYA ÇIKARAN HACKER İLE KONUŞTUK
Olay hafızalarda hala canlı. İşçi Partisi genel başkanı Doğu Perinçek, 7 Şubat 2002 günü düzenlediği basın toplantısında, Madam Fogg'un e-postalarını ele geçirdiklerini açıkladı. Peşpeşe düzenlediği toplantılarda ortaya çıkan tablo şuydu: Madam Fogg, ele geçirilen yedi bin küsur e-postanın muhteviyatından anlaşıldığına göre, temsilcilik görevinin hudutlarını çok aşmış; Türkiye'de fiilen bir beşinci kol hareketi örgütlemeye girişmiş; bu bağlamda gazeteciler, akademisyenler, sivil toplum örgütleri ve kimi bürokratlarla bir 'şebeke' teşkil etmiş. Büyük bütçelerle oluşturulan gruplar Brüksel'e bağlanmışlar.

Madam Fogg ülkeyi terk etmeye mecbur kaldı.

E-postaların muhteviyatı bir yana, kim tarafından ve nasıl ele geçirildiği de tartışılan konular arasındaydı. Rivayet muhtelifti. Mit, Jitem, Emniyet, Ordu veya genel olarak 'derin devlet' diyenler çoğunluktaydı. Dile getirilen bir diğer ihtimale göre, bu işin arkasında AB içinde Türkiye'nin üyeliğini istemeyenler bulunuyordu. Üçüncü ihtimal ise bunun bir bilgisayar korsanlığı (hacking) olayı olduğuydu. 'Perinçek'in Teknik Ekibi' diye dalgasını geçenler de vardı bu ihtimalle.

Karen Fogg'un e-postalarını ele geçiren ve İşçi Partisine ileten bilgisayar korsanıyla, Ahmet Mehmet’le konuştuk.

********

Kendinizi bir 'hacker' olarak tanımlar mısınız?

Fiilen öyleyim aslında. Ama, bir ‘hacker’ın teorik müktesebatına sahip olduğumu söyleyemem. Bilgisayar konusundaki bilgim, sıradan kullanıcının üzerinde...

-Karen Fogg’un bilgisayarına girip yazışmalarını ele geçirdiniz ve bunu , ‘uzman’lığınız olmadan yaptığınızı söylüyorsunuz? Nasıl oluyor bu?

İki imkânımı değerlendirdim, diyebilirim. Birincisi ‘cüret’. Bu çeşit bir iş her şeyden evvel cüret gerektiriyor. İkincisi ise bir iki ecnebi lisandan anlamak. Böylece hem internette bilgisayar güvenliğiyle ilgili gelişmeleri ve dokümanları takip edebiliyordum, hem de nüfuz ettiğim sistemde karşıma çıkan birkaç dilde yazılmış evrakın manasını sökebiliyordum.

-İnternette sörf yaparak ve biraz yabancı dil bilerek, insan bir Büyükelçiliğin bilgisayar sistemine sızabiliyor mu?
Haklısınız. Biraz tuhaf. Belki şu sizi tatmin eder. Türkiye’deki Avrupa Temsilciliğinin bilgisayar sistemi çok özel koruma duvarları arkasında değildi. Niye böyleydi derseniz; sadece aptallıktan değil, derim. Asıl neden pervasızlıktı bana göre. Temel bir tutum bu onlar için. Türkiye’de pek pervasızlar. Aptallık bunun bir sonucu.
-Çok kolaydı yani?
Tam öyle değil. İşin çocuk oyuncağı veya zahmetsiz olduğu anlamına gelmez bu. Bilakis. Ama şu da doğru: Evet, internette sörf yaparak ve biraz yabancı dil, tercihen İngilizce bilerek bu işleri kıvırabilirsiniz. Çünkü internet bir çöplük ama karıştırınca çok iyi şeyler de çıkabiliyor. Bu, modern çöplüklerin genel bir özelliği değil mi zaten?
-İnternet, çöplük...?
Burada bir farklılık var tabii, hak da yemeyelim. İnternet bir paylaşım ortamı. Kuvvetli bir otoriteden de şimdilik azade. Şimdilik, diyorum, çünkü bunun çaresine bakmayı düşünüyorlar muhakkak ki. Benim Karen Fogg hadisesinde kullandığım kodu –hatırladığım kadarıyla- bir Çinli yazmıştı, mesela. Çinli bunu “C” programlama dilinde yazdığı için ben onu kullanmadım da, PC’mde daha kolay çalıştırdığım “Perl” versiyonunu kullandım. Bunu C’den Perl’e çeviren de bir İranlıydı! Görüyorsunuz, bunlar muhalif ülkelerin vatandaşları hep. İnternet böyle bir yer işte.
-Evet, güzel bir dayanışma örneği gibi görünüyor. Ama Karen Fogg’a dönersek...? Nasıl başladı bu iş?
2001 yazı başıydı. Bir Nadire Mater olayı patlak vermişti, hatırlayacaksınız. Bu hanım AB fonlarından desteklenen bir kitap yayımlamıştı. Mehmedin Kitabı, diye. Türk ordusuna hakaretler yağdıran, bir küfür kitabıydı. Ben de kendimi milliyetçi olarak tanımlarım. Ne demek milliyetçi? Bunun ilkin bir hissiyat olduğunu söyleyeyim. Fikri çerçevesi de, bu çerçeveyi doldurduğunuz ayrıntılar da başka başka olabildiği için, tafsilata girmeyeyim.

AB temsilciliğiyle derdim böyle başladı. Bardağı taşıran damla bu oldu yahut. İlkin basit bir protesto mesajı yerleştirmek üzere internet sitelerine yöneldim. Bilenler bilir, sistemi incelerken siteyi kendi makinelerinde çalıştırdıklarını ve bütün ağlarının da internete açık olduğunu gördüm. Gerisi çorap söküğü gibi geldi.
-Bilgisayar sistemine girdiniz. Sonra ne oldu? Ne buldunuz?
Doğrusu bu konudaki ayrıntıları hatırlamam zor. İki sene geçti üzerinden. Şu kadarını söyleyeyim: Açık rastladığım her bilgisayar kontrolüm altındaydı. Karen Fogg’unki başta. Basitleştirerek anlatayım: Ortak bir kullanılan makine vardı. Herkese ait bir klasör bulunuyordu. İlk girdiğim de bu müşterek makine olmuştu. Burada yedek dosyalarını muhafaza ediyorlardı. Çok işe yaradı gerçekten. Bu makineyi ele geçirince, diğer bütün makinelerin de kapısı açıldı. Sistemdeki en yetkili makine buydu çünkü. Bu makineye ‘sistem’ (bilgisayardaki en yetkili merci denebilir buna) ayrıcalıklarıyla girince bütün diğer makinelerin hakimi oldum. Artık istediğim her türlü yazılımı yüklemeye, belli bir takvime göre etkinleştirmeye imkanım vardı.
-Karen Fogg’unki en önemlisiydi herhalde?
Evet. Onu günü gününe takip edebiliyordum. Pek çok şey buldum: raporlar, bilgi notları, iç yazışmalar. En ilginci de aslında bilgi işlem sorumlusunun makinesinden çıktı. Bütün sistemin mimarisi ve kullanıcı adı ile şifre listeleri! Çok gülmüştüm... Bilgisayarlarda muhafaza edilen her türlü evraka ulaştım. Fogg’un duygu yüklü bazı mektupları dahil!
-Ve tabii e-postalar?
Aslında e-postalara hemen nüfuz edemedim. Çok büyük dosya hacimleri söz konusuydu. Yüzlerce megabyatlık dosyalar! Dbx uzantılı dosyalar. Bunları indirmem gerekiyordu ama benim gibi telefon hattıyla internete bağlanan birisi için imkansız gibi bir şeydi bu! PC’im de fi tarihinden kalmış bir aletti ya, neyse.

Yani öyle teknoloji harikaları kullanarak yapmadınız bunları?

Yok canım, nerde..? Komiktir, işin en civcivli zamanında monitörüm bozuluverdi. Yeni bir monitör alacak para bile yok. Haftalarca internet kafelerden yürüttüm işi. Neyse. Bunlar acıklı tarafı işin... Bu büyük dosyaları indirmek için başka yollar bulmak gerekti. Detayına girmeden söyleyeyim. Geniş bant internet bağlantısı bularak indirdim bu dosyaları. Tersi olamazdı çünkü. Daha ufak dosyaları indirmek bile bütün bir gece sürebiliyordu... Elçilik e-posta sunucusunu da kendi ağında tutuyordu. Dolayısıyla, bütün çalışanların e-postalarını arşivlemem dahi olanaklıydı. Tek tek uğraşmaya gerek kalmadan yani. Bir kısmını aldım da ama tamamına imkan bulamadım.
-Bütün iş ne kadar sürdü. Sanki haftalarca uğraşmışsınız gibi anlatıyorsunuz?
Üstüne bastınız. Tam olarak ben bile hatırlamıyorum ama 6-7 ay sürdü bu. İlginç aylardı ama. O arada Fazilet Partisi kapatıldı, İlerleme Raporu yayımlandı, 11 Eylül geldi geçti.. Bütün bunların oradaki akislerini takip edebiliyordum. 11 Eylül en ilginciydi...

-Nasıl yani?

İlk şoku atlattıktan sonra Karen Fogg da 11 eylül şakalarına kaptırmıştı kendisini. Daha ikinci veya üçüncü gündü, o bildik e-posta esprileri gelmeye başladı ona da. Dün gibi aklımda olan bir tane var. Hani New York’un ortasına Aya Sofya’yı yerleştiren bir resim vardı... Avrupalılar eğleniyorlardı doğrusu.
-E-postaları ve diğer evrakları ele geçirdiniz. Bir yandan da okuyordunuz...
Yo, doğruyu söylemek gerekirse her şeyi okuma imkanım yoktu. Zamanım yoktu bir defa. Başka meşgalelerim de vardı haliyle. Bir de zaten bütün bunları elde etmek için harcadığım zaman çok fazlaydı. Elemek zorundaydım okurken. Hızla ve kabasından okuyordum.. Bazı şeylerin vahametini görmeye yetecek bir dikkatle aynı zamanda...
-Mesela?
Mesela bir Volkan Vural olayı vardı. Bu, basına tam yansımayan bir husustu... Neden böyle kaldı, bilemiyorum... Belki Aydınlık yayımlamıştır bunla ilgili bir şeyler.. Ama birkaç sayısını alabilmiştim sadece.. Neyse, olay şu. Ulusal Program denen vaat listesi hazırlanırken Vural ile Fogg sıkı diyalog halindeler. Malum, Vural AB’ye uyum işlerine bakan tepe bürokratımızdı o zaman. Fogg, kimi siyasi vaatlerin programda açık bir biçimde yer bulmamasından şikayet ediyor Vural’a. Vural’ın verdiği yanıt dehşete düşürdü beni: Merak etmeyin, diyordu, ben onları satır aralarına yerleştirdim.. Bizim siyasetçiler (hükümeti kastediyor tabii ki) böyle belgeleri dikkatli okumazlar, bunları görmeyip imzayı atacaklardır! Bir diğeri ise 2002 ilerleme raporu meselesiydi. Volkan Vural, rapor ilan edilmeden evvel almak ve basına sunulmadan önce biraz makyajlamak istiyordu. Karen Fogg’u memnun eden bir talep tabii. Mealen, aklımda kaldığı kadarıyla aktarıyorum tabii ama dehşet verici değil mi? Devletin en üst düzeyinde bulunan bir diplomatımız, bir ecnebi meslektaşına neler söylüyor! Kim kimin için çalışıyor belli değil. Takip etmedim ama sanıyorum Volkan Vural’ın yeri artık o kadar sağlam değil. Nerde? Siz biliyor musunuz?
-Bu niye gündeme gelmedi dersiniz?
Kim bilir? Belki de ben okuduklarımı yanlış tefsir ediyorumdur. Sonuçta diplomat filan değilim.
-Başka?
Bir başka örnek daha verebilirim... AB elemanları DPT’yle görüşmeler yürütüyorlar. Proje bazında fon verecekler. Malum, DPT o dönemde MHP’ye bağlı. Elçiliğin iç yazışmasında şunlar söyleniyordu: Destek verdiğimiz projelerin Güneydoğuda ve Van gibi doğu Anadolu şehirlerinde yoğunlaşması MHP’yi kuşkulandırıyor, orta Anadolu’da birkaç projeyi destekler görünmek lehimize olur!
-Peki bunlar İşçi Partisinin, Doğu Perinçek’in eline nasıl geçti?
Ben verdim. Ama ilk tercihim değildi aslında. Dedim ya, kendimi milliyetçi olarak tanımlarım. Her vatansever gibi memleketin içinden geçtiği durumdan bunalmış durumdaydım. Hala da öyle ya, neyse. Perinçek ilk tercihim değildi ama ona verdiğime pişman da değilim. Sağolsun, gayet güzel kullandı bunları.
-İlk tercih kimdi o zaman?
Polise, milli istihbarata, hatta genel kurmaya vermek geçti içimden. Ama bunu nasıl yapabileceğimi bilmiyordum. Nasıl karşılanacaktı? Kaldı ki bunlar içinde en çok güvendiğim de askerdi. Polis de, MİT de siyasetin daha fazla kontrolü gibi gelmiştir bana. Bu işleri bildiğimden değil tabii, sadece hissiyat bu. Siyaset düşmanı da değilimdir, yanlış anlaşılmasın ama halimiz de ortada değil mi? Hele o günlerde bu kurum da Mesut Yılmaz’ın ANAP’ına bağlı durumda. Malum, Mesut Yılmaz Avrupa Birliği davasının önde giden bir heveskarı, neferi konumda. Adının karışmadığı yolsuzluk, uğursuzluk da kalmamış biri. Kişisel olarak da hiç hazzetmediğim bir adam sonra. ANAP zaten başımıza bütün bu Küresel çorapları ören odak olmuş. Askere ise nasıl ulaşabilirim, hiçbir fikrim yok. Basın yayın organlarına verilebilir ama onun da riski büyük... Ama ‘tarihi’ bir fırsat var elimde. Kaçırmamam lazım. Kim kullanabilir bütün bu belgeleri diye düşünmeye başladım...

Ve?

Ve Büyük Birlik Partisi geldi aklıma. Muhsin Yazıcıoğlu şahsen bana itimat telkin eden biridir. Ne kadar basit düşünüyorum, değil mi? Bir e-posta yollayıp durumu izah ettim. Birkaç örnek de yolladım. Genel Başkan yardımcılarından birinden cevap geldi. Adını tam hatırlamıyorum ama Bilgehan veya Kutluhan gibi bir şeydi. İlgisini çekmişti yolladıklarım. Bana kim olduğumu soruyordu. Siz bir hacker mısınız? Diyordu. Doğrusu, buna bir anlam veremedim. Durumu kabaca izah eden bir e-posta daha attım. Bu defa daha büyük bir dosyayı nasıl alacaklarını da tarif ettim.

-Nasıl yani, onlar mı alacak dosyayı?

Evet. O günlerde dosyaları hazırlayıp AB temsilciliğinin internet sitesine yerleştiriyordum. Böylece dikkat çekmeden alınabiliyorlardı. Ayrıca, kapalı olma ihtimali yok denece kadar az olan makine oydu. BBP’den bir daha haber alamadım. Doğrusu hayal kırıklığına uğramıştım.
-Neden ilgilenmediler dersiniz?
Kimbilir. Belki onu da siz sorarsınız kendilerine. Ben de merak ediyorum çünkü...
-Sonra?
Sonra MHP’yi denedim. MHP içinde genel başkana kadar ulaşabilecek bir bağlantıyla önce basılı bazı evrakı ilettim. Ardından bir CD halinde e-postalar gitti. Hiçbir cevap alamadım oradan da...
-Bu arada takibi sürdürüyordunuz ama?
Günü gününe takip ediyordum Karen Fogg’u. Malzeme biriktikçe birikiyordu elimde. E-postaların sayısı 7-8 bine ulaşmıştı.
-Hiç kuşkulanmadılar mı dersiniz?
Çok pervasızdılar bence. Ama komik şeyler de olmuyor değildi hani. Dosyaların hacmi gitgide büyüdüğünden, indirmek zor oluyordu. Fogg’un makinesindeki e-postaları silmek zorunda kaldım. Riskliydi tabii. Uyanabilirlerdi. Kadın şoke oldu. Yazışmalardan gördüğüm kadarıyla bilgi işlemci de şaşırmıştı. Microsoft Türkiye’yi aramışlar. Onlar da, olur böyle aksilikler dert etmeyin mealinde bir şeyler demiş!
-Peki Perinçek’e nasıl ulaştınız?
Perinçek son bir teşebbüs olacaktı. Ümidim iyice kırılmıştı doğrusu. Elimdekilerin kıymetsizliğine hükmetmek üzereydim. Doğu bey hakkında benim de birçok kuşkum vardı doğrusu. Benim de diyorum, çünkü bilirsiniz Perinçek’in seveni azdır... Haksız da değiller belki. Çok tutarlı bir çizgisi yok sonuçta. Ama insanların değişebileceğine inanmak lazım. Kaldı ki, bütünüyle kuşkusuz kim var ki! Hem sonra, güvendiklerimden bir cevap bile alamamışım. Perinçek’i de takip ediyorum bir müddettir. Bir de Hasan Yalçın var tabii, rahmetli. 11 eylül sonrası performansları harika. Samimi veya değil, onu kimse bilemez. Neyse, Perinçek’e birkaç örnek yolladım. Hemen cevap geldi. Çok önemli şeyler var elinizde, bunların devamı var mı, diye bizzat yazdı. Tamam dedim, işte aradığım adam!
-Sonra?
Sonra birkaç örnek daha yolladım e-postayla. Devamını vermeyi de vaat ettim. Bir CD’ye kayıt yapmanın yollarını arıyorum. Bu da kolay bir iş değil çünkü. Bahçeliye yollarken göbeğim çatlamış zaten. Ben bunları düşünüp dururken, 7 Şubat günü ne göreyim: Doğu Perinçek basın toplantısı yapıyor! Doğrusu bu defa biraz korktum.
-Niye korktunuz?
Çünkü Elçiliğin makinelerinde henüz temizlik yapmamışım. İzlerimi bütünüyle yok etmem lazım. Bu bir. İkincisi daha da önemli belki. Elçilik bir süredir hazırlık yapıyor. Brüksel’e doğrudan bağlanacaklar. Benim de bu konuda umutlarım ve korkularım var. Korkum, sistemi baştan aşağı elden geçirip durumu fark etmeleri. Umudumsa, sisteme dokunmadan Brüksel’e bağlanmaları. Çünkü bu Brüksel’e de sızma imkanı demek! Basın toplantısı her şeyi bitirdi tabii.. Hızlı bir biçimde ne kadar olabilirse o kadar temizlik yapmakla kaldım.
-Bu arada fırsat kaçtı yani?

Bir bakıma. Ama bundan emin olmak mümkün değildir.

-E-postaların devamını nasıl verdiniz?
Yazışmaları e-postayla yapıyordum. Ahmet Mehmet takma adıyla yürüdü bunlar. Biliyorsunuz, Doğu bey ‘Karen Fogg’un e-postalları’ kitabının önsözünde bana bu adla teşekkür eder. BBP’ye de benzer bir isimle ama başka bir adresten yazmıştım. E-postalrın devamını İP’nin Kadıköy Şubesine, o günlerin yöneticisi Hasan Karanlık’a verdim. Onu da tanımam. İnternetten yaptığım bir tercihti bu. Adresi aldım, yetkilinin ismini öğrendim filan... Jet hızıyla verdim çıktım. Durum komikti biraz.

-Sonra?

Sonrasında ben de herkes gibi seyirciydim. Tarihe dokunmuştum. Şimdi merakla bekliyordum: kımıldayacak mı bakalım diye.

Necip Hablemitoğluna da bir belge yolladım

Tam zamanını hatırlamam şimdi mümkün değil, elimdeki evraka bakmam lazım ama, bir tartışma vardı gündemde. Alman Vakıfları meselesi. Rahmetli Necip Hablemitoğlu birkaç hafta üst üste Ceviz Kabuğuna çıkmış ve ifşaatta bulunmuştu. Fogg’un yazışmaları içinde Necip Beyin işine yarayacak bir mektuplaşma da vardı. Kendisine yolladım. Çok heyecanlandı. İçten bir teşekkürle mukabele etti. Onunla da böylece fazla derinleşemeyecek olan bir münasebet başlamış oldu. Rahmetliden dört beş e-posta daha alacaktım ancak. Son kitabı “Köstebeği” gönderdikleri arasında ben de vardım. E-postayla yollamıştı.

Hablemitoğlu’na gönderdiğim belge Metin Münir ile Karen Fogg arasındaki bir yazışmaydı. Metin Münir Hablemitoğlu’nun kitabını okumuş, baştan aşağı saçma bulmuş tabii. Fogg’a diyor ki, gördün mü kitabı, fikrin ne? Hablemitoğlu, bir Avrupa Birliği parlamentosu belgesine dayandırıyor her şeyi ama böyle bir belgenin mevcut olduğuna ihtimal verilemez herhalde, değil mi? Fogg’un cevabı ilginçti, Necip beyin ilgisini çekeceğini düşündüğüm de oydu zaten. Fogg diyordu ki, adam haklı, dediği gibi bir belge var. Avrupa parlamentosunun bu kararını içeren belgeyi bulunca sana da yollayayım. Ayrıca, diyor, Alman Yeşillerinin Türkiyedeki bu faaliyetleriyle ilgili söylentiler benim de kulağıma geldi. Altın meselesini kullanıp burada zemin kazanmaya çalışıyorlar. Fogg, birkaç gün sonra o belgeyi de yolladı gerçekten. Ben de hepsini Hablemitoğlu’na ilettim tabii.”

Tarihe Dokundum

Tarihe dokunmak diyorum, bunun benim için bir anlamı var. İngiliz filozfou Bertrand Russell’ı bilirsiniz belki... Kendisi İngiliz hükümetlerinde belirleyici olmuş ailelerden birine mensup bir aristokrattı. Ya babası yahut dedesi başbakanlık da yapmıştı galiba. O anlatır. Tarihi yapan insanların arasında büyüdüğü için, hep onu değiştirebileceği hissiyle yaşamış. Tarihin akışının değiştirilemezliği fikrine yabancı kalmış. Tarih dışımda değildi, diyor, onu değiştirmek günlük şeyler arasında gibiydi. Bizim ne kadar uzağımızda bir hissiyat, değil mi? Biz, sıradan insanların. Bunu kabullenmek zor geliyordu bana... Neyse, uzatmayayım, işte tarihi değiştirme değilse bile ona dokunma fırsatı elimdeydi. Nedir tarih? Bugün için söylersek, gazete manşetleri değil mi? Hiç olmazsa bir yönüyle, değil mi? İşte, adım sanım yoktu ama yaptığım bir şey gazete manşetlerine taşınmıştı... Yaptığım şey etrafında saflar tutulmuştu... Türkiye’nin istikametiyle ilgili bir tartışmanın -bir müddet için de olsa- odağı olmuştu... Ben de seyrediyordum...
-Devlet kim?
Derin devlet mi? Deriniyle yüzeyiyle devlet biziz, başkası değil ki! Batı liberalliğinin pompaladığı sivil-devlet, vatandaş-devlet çatışmasına bizim karnımız tok olmalıdır. Devlet, örgütlenmiş millettir. Öyle olmak zorundadır. Öyle değilse eğer, işgal altındayız demektir. Millet, devlet üzerindeki sahiplik iddiasından vazgeçemez, vazgeçmemelidir. Araya mesafe sokulmasına izin vermemelidir. Devlet adamıyla aramdaki fark bir rol dağılımından ibaret olmalıdır. Aynı gaye için çalışmak zorundayız. Demokratik göreciliğin/izafiyetçiliğin içerdiği nihilizm, değerlerin değersizleştirilmesi yani, sadece ve sadece dünya sisteminin efendilerine yarayan bir çözülme yaratıyor. Bunu ben AB temsilciliğinin faaliyetlerinde somut biçimde gördüğüm kanısındayım . Karen Fogg sivil toplum mühendisliğinde uzmanlaşmış. Genel bir strateji bu Batı için. Sivil toplum adı altında örgütlenir görünürken, dağılıyorsunuz aslında. Bu bir çözme harekatı. Milli bütünlüğü sarsıyorlar. Sonra da karşınıza geçip, siz zaten suni bir bütündünüz diyorlar, diyecekler de.-------
Bu söyleşi "Tayfun Salcı" tarafından yapılmıştır.
Birde bunu okursanız tam olacak:

SEZER'İN ANKARAYI KARIŞTIRAN VETOSUNUN SIRRI ÇÖZÜLDÜ. İŞTE 3 NEDEN...

Stockholm eski büyükelçisi Kuneralp'in Karen Fogg'la 'e-mail trafiği'ne karışması. Kararname önüne gelmeden, basında yer alma oldu-bittilerine karşı tepki. Ortadoğu'ya ilişkin görev alanının ikiye bölünüp, BOP'a hizmet etmesi kuşkusu.

CUMHURBAŞKANI

Ahmet Necdet Sezer'in, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, Dışişleri Bakanlığı'nın önerdiği 5 müsteşar yardımcısını veto etmesinin üzerindeki sır perdesi dün de kalkmadı. Çankaya gündeme bomba gibi düşen gelişmeyle ilgili sessizliğini korurken kulislerde vetoyla ilgili 3 iddia dolaşmaya başladı. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Levent Bilman, dünkü haftalık basın toplantısında Hürriyet'in haberini doğrularak, "Sayın Cumhurbaşkanımızın bakanlığımızın üst yönetim atamalarına ilişkin bir kararnameyi onaylamadığı doğrudur" dedi. Bilman, konunun idari bir mesele olduğunu, bu nedenle yorum yapmayacağını ifade ederken, Sezer'in vetosuyla ilgili başkent kulislerinde konuşulan iddialar şunlar:

1- OLDU BİTTİ TEPKİSİ

Sezer, Dışişleri ile ilgili kararnamelerin önüne gelmeden önce basında çıkmasını sürekli eleştirdi. En son, Dışişleri Müsteşarı Ertuğrul Apakan'la ilgili kararname önüne gelmeden basında yer alınca sitemini bizzat Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'e iletti. Ancak müsteşar yardımcılığına atanacak isimler, daha kendisinden onay çıkmadan görevlerine başlayınca rahatsızlığı iyice arttı. Sezer'in vetoyla, "oldu-bitti" olarak gördüğü bu tür uygulamalara karşı artık tolerans göstermeyeceği mesajını verdiği iddia ediliyor.

2- İSMİ ÇİZİLENLER

Sezer, Dışişleri'nde Personel ve İdari İşlerden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı'na Suudi Arabistan'dan dönen Riyad eski Büyükelçisi Uğur Doğan'ın getirilmesine karşı çıktı. Adı, daha önce AB Komisyonu'nun eski Türkiye Temsilcisi Karen Fogg'la yaşanan ilginç "e-mail trafiğine" karışan Büyükelçi Selim Kuneralp'in de Ekonomik İşlerden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı'na getirilmesi Sezer'i rahatsız eden bir diğer atama oldu. İzmit'te linç edilen, Kurtuluş Savaşı karşıtı gazeteci Ali Kemal'in torunu olan Kuneralp, e-mail krizinden sonra Stockholm Büyükelçiliği'nden Seul Büyükelçiliği'ne atanmıştı.

3- BOP'A DESTEK YOK

Dışişleri'nde Ortadoğu'ya ilişkin görev alanının, "Asıl Ortadoğu" ve Orta Asya'yı da kapsayacak şekilde "Yan Ortadoğu" diye ikiye bölünüp görev dağılımlarının yapılmasına Sezer karşı çıktı. Sezer, bu uygulamayla Türkiye'nin ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'ne destek verdiği mesajı çıkmasından endişe etti.

DIŞİŞLERİ ŞAŞKIN

Dışişleri Bakanlığı'nda Çankaya Köşkü'nün vetoyu resmi olarak gerekçelendirmemesinin şaşkınlığı yaşanırken, Sezer'in ayrıca Dışişleri'nde Kafkaslar'dan Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı'na atanan Ümit Yakın'ın da kararnamesini onaylamadığı ortaya çıktı. Yakın, Bakü Büyükelçiliği'ne atanan Hüseyin Avni Karslıoğlu'nun yerine bu göreve gelecekti. 28 Şubat'ta Resmi Gazete'de yayınlanan genel müdür yardımcılarına ilişkin kararnamede Yakın'ın ismi yer almadı.

TEZCAN KRİZİ

Son büyükelçiler kararnamesi ile Londra Büyükelçiliği'ne atanan MGK Genel Sekreteri Büyükelçi Yiğit Alpogan'ın yerine kimin getirileceği konusunda da Çankaya Köşkü ile hükümet arasında çıkan uzlaşmazlık devam ediyor. Hükümet, bu görev için Varşova Büyükelçisi Ecvet Tezcan'ın ismini iletirken, Sezer'in, Tezcan'ın kayınpederi Prof. Ayhan Songar'ın İslami kesime yakınlığıyla bilinen Aydınlar Ocağı ile ilişkisi nedeniyle, Tezcan'ı istemediği ileri sürülmüştü.

e-postaları çok tartışıldı

AB Komisyonu Türkiye eski Temsilcisi Karen Fogg’a ait yaklaşık 7 bin e-posta mesajı, 2002 Şubatı’nda İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek tarafından ele geçirilip kamuoyuna açıklandı. Perinçek, Fogg’un Türk gazeteciler, akademisyenler, sivil toplum örgütleri ve kimi bürokratlarla olan yazışmalarında, Türkiye aleyhtarı faaliyetler yürüttüğünü iddia etti. Yazışmaların Aydınlık Dergisi tarafından yayınlanması sonrası, mahkemeler yayın yasağı koydu. Bunları basan Aydınlık’ın sayısı toplatıldı. Uzun süre yazışmalara konu olan isimlerle gündemde kalan, AB fonlarının Fogg tarafından kimlere ya da hangi kurumlara kullandırtılacağı, Kıbrıs ve özelleştirme konularında ne tür bir lobi yapılacağı konusunda görüşlerin belirtildiği yazışmaların ortaya çıkarılmasından sonra, Fogg, 3 ay içinde Türkiye’deki 4 yıllık görev süresini doldurarak ayrıldı. Fogg, bir e-postada Rauf Denktaş’ın Kıbrıs Türk halkını tam anlamıyla temsil etmediğini iddia ederek, AB’nin KKTC’ye yapacağı yardımların miktarının ’alternatif basına’ sızdırılmasını da önermişti. O yazışmalardan Büyükelçi Selim Kuneralp’in, Fogg’a yolladığı ortaya çıkarılan mesaj ise gizlilik iması taşıdığından çok tartışıldı. Kuneralp, Fogg’a şunları yazmıştı: "Sevgili Karen, dünkü mesajımda yanlışlıkla büyükelçiliğin e-posta adresini kullanmışım. Hálá geçerli olan eski adresime yazmaya devam etmen gerek. Yoksa senin mesajlarını burada herkes okuyabilir."


"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR,
SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."


AYRILMANIN YALANCI YÜZÜ


FİRST LADY'E DAVA, FRANSIZLARA YALVARMA


Fransa'ya giden Türkiye'den bir grup kadın, Fransızlara "Vallahi çarşaf giymiyoruz" şeklinde yakarışlarda bulundu.
Dün gündeme gelen Avrupa Turkiye Cumhuriyet Kadinlari Derneği'nin Cumhurbaskani Abdullah Gül'un eşi Hayrunnisa Gül ile Başbakan Erdoğan'in eşi Emine Erdoğan ile diğer türbanli bakan eşleri hakkında suç duyurusunda bulunmasından sonra, Türkiye İş Kadınları Derneği (TİKAD)'ın da Fransa'da skandal gibi bir çağrısına tanık olundu. 17 Ekim'de Fransa'nın Strasbourg kentinde düzenlenen bir toplantıya katılan TİKAD üyeleri, kendilerini modern kadın olarak tanıtmaya çalışırken, Fransızlar tarafından şaşkınlıkla izlendiler. Zaman gazetesindeki Kurşunkalem isimli yazarın iddiasına göre, Fransa'da bir toplantıya katılan Türkiye'den bir grup kadın çok konuşulacak davranışlara imza attı. İddiaya göre, Türkiye'den giden grup, kendilerini Fransızlara modern göstermek için bin dereden su getirdiler. Kurşunkalem isim yazar konuyla ilgili şunları yazıyor:
"Strasbourg Ticaret Odası'yla ortaklaşa gerçekleştirilen konferansa 150 Türk-Fransız iş kadını katıldı. Dernek Başkanı Demet Sabancı Çetindoğan, Semra Güral Sürmeli, Gencay Gürsoy, Gülsün Toker ve Yazgülü Aldoğan'dan oluşan Türk heyeti burada Fransızlara Türk kadınının ne kadar "modern" ve "çağdaş" olduğunu anlattı. Sonuç Fransızları ve TİKAD'ı ne kadar memnun etti bilinmez ama bu konferansa davet edilen ve Strasbourg'da iş kadını olan bir arkadaşımın anlattıkları beni hayli düşündürdü. "O gece anlatılanlardan bir Türk olarak utandım." diyen bu iş kadını, duygularını şöyle anlattı: "Salonun çoğunluğu Türklerden oluşuyordu. Türkiye'den gelen konuşmacılar üçüncü dünya ülkesi psikolojisinden kurtulamamış gibiydi. Fransızları, Türk kadınının çarşaflı olmadığına inandırmaya çalışıyorlardı. Erkeklerin şalvar giymediğini, kadınların çoğunluğunun türban takmadığını söylediler. Ben bu konuşulanlardan çok utandım. Adeta bizi AB'ye alın diye yalvardılar." O arkadaşıma, "Fransızların tepkisi nasıldı?" diye sormadan edemedim. Cevap oldukça ilginçti: "Kıs kıs gülüyorlardı."
Kaynak: dünya bülteni sitesinden alındı.



Dünya bülteninde böyle bir haber çıktı. Zaman gazetesinden alınan bu haber taraf oluşa ve ayrışmaya örnek aslında. TİKAD sitesine baktım, haberin doğru olma ihtimali yüksek. Lakin ABD li bir sunucuyla çekilmiş fonografı marifetmiş gibi suna bilmişler. Obama ile Tayyip Erdoğan görüşmesine katılanları isim isim sayarak “…katılmışlardır” şeklinde tuhaf haberler. Konuşulan konu yok, önemli herhangi bir cümle yok. Sadece bu hanım efendiler bu toplantıya katılmışlar. Resimlerde bakışlar kadınsı, boş ve hayran edaları. Bende konu mankeni görevi gören birkaç parası bol hanım efendinin, fotoğraf koleksiyonculuğu intibası oluşturdu. Yukarıdaki haberde geçenler yaşanan sıkıntıların ve halkının ağırlığını taşımayan, hissetmeyen bu kişilerden beklene bilecek bir davranış.

Bu birinci boyutu.

Bunu bloguma almaktaki amacıma gelince.

Kültürel erozyonu tek yönle yaşamıyoruz.

Sadece özenti parası bol bu koleksiyoncular mı?

Hayrunnisa Gül Hanımı site yazarı savunma gayretine girerken milleti balık hafızalı sanıyor sanırım, ya da Sayın Reis-i Cumhur’a inceden bir yağ yakıyor. Bence ikisi de. Bu kadınlar biz “çarşaflı değiliz” diye Fransa’da yalvarmışlarsa, Hayrunnisa Gül Hanım da Türkiye Cumhuriyetini başörtüsü konusunda Avrupa İnsan hakları mahkemesine vermiş kişidir. Bu iki olayda AB-D ‘ye boyun eğmişliğin ve özentinin tipik göstergesidir. Her iki olayda da halk yoktur, her ikisi de ferdidir, düşüncesizce özentidir. Ama bunların yaptıkları onurlu Türk kadınını hiçbir şekilde bağlamaz. Rabia Kazan örneği var birde. Papaya suikast düzenleyen M.Ali Ağca ile nişanlıyım diye piyasaya çıktı, ağzından din ve başörtüsünü düşürmedi, rüzgâr oradan esiyordu çünkü sonra gitti İtalyan avukatla evlendi. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Üniversitede başörtüsüne büründüğünde mezun olan bir sürü tanıdığımda mevcut, başörtülü dört dörtlük arkadaşlarımda mevcut. Netice olarak bu tip haberlerle amaçlanan: başörtüsü bir sorun gibi gösterilerek ileride kullanılmak üzere sıcak tutuluyor, başörtüsü kullanmayan, hatta karşı bile olan AB özentisi konu mankenleri Atatürkçü, milliyetçi, ulusalcı gibi gösteriliyor. Bir kez daha söylüyorum.

Başörtüsü Türk halkı arasında sorun değildir.

Başörtüsü siyasi bir malzemedir ve bunu AKP bol miktarda kullanıyor.

Başörtüsünü AKP çözmez. Çözmesi, elinden ki oyuncağını vermesi demektir. AB mahkemelerinde çıkan aleyhte kararın üzerine yatıp tabanını rahatlatmış ve “ben çözecektim AB mahkemeleri aleyhte karar verdi. Biz bu yasalara saygılıyız” yalanına sığınmıştır. Ama aynı AKP, Deniz Feneri davasının verilen kararlarına kulak asmamaktadır. Bu kural tanımazlık, zaman kazanma ve “hedefe ulaşmak için söylenen her yalan mubahtır” mantığıdır ve hedefte bellidir.

Sen Türk kadınının doğal seçimi başörtüsünü siyasi malzeme yaparsan, birileri de gider elin Fransız’ına “biz başörtülü değiliz” diye yakarır. Al birini vur diğerine, birbirinden farkı yok.

Hatırlayalım Tayyip Erdoğan’ın “beynimin yarısı” dediği Cüneyt Zapsu hanımına erkeklerle cenaze namazı kıldırtmış ama daha sonrada “Başörtülü bir kadına, başörtünü çıkar demek donunu çıkar demekle aynıdır” demiştir. Ama artık logara ABD değil Türk Halkının süpürme zamanı çok yakın.

Umarım anlata bilmişimdir.

Saygılar.

Levent kalem

31.10.2009




"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."

30 Ekim 2009 Cuma


POTAMYA'NIN GURURU SİYONİZME KAFA DA TUTARMIŞ.
BİZDE YEDİK
El etek öperek yetişenler; rol için bile olsa itaatkârlıklarını gizleyemiyor. Proje gereği İsrail’e kafa tutuyor görünseler de öyle bir itaat ki bu kelimelerinin arasında saygılarını belibelirtme gereği duyuyorlar. Potamya’nın gururu Siyonizm’e kafa tutuyor.
Buna çocuklar güler.

28 Ekim 2009 Çarşamba

YALNIZLIK DOLANBACI VE ÇÖKÜŞÜN AYAK SESLERİ



ABD ve İsrail AKP’yi son kez mi kullanıyor?


Kürt açılımını savsaklamalarının sebebi buydu. Çünkü Kürt açılımından önemli olan Ermeni açılımı vardı. Ermeni açılımı ile önce Azerbaycan’la Türkiye arasındaki bağlar koparılacak böylece içeride yapılan her operasyonla AB’den kopan ve Asya’ya yönelen düşünceler yıkılmış bir Azerbaycan köprüsüyle karşılaşacaktı. İşte bu nedenle Tayyip ikna edildi. “Alıştıra alıştıra” gibi söylemlerle Bursa maçına kadar kürt açılımı geciktirildi. Kürt açılımı önce yapılamazdı. Yapılması durumunda ise AB-D’nin AKP ile sarmaş dolaşlığından ciddi anlamda AB’den kopmalar yaşanır ve Asya’ya yönelen her düşünce Azerbaycan’ın önemi ile karşılaşılırdı. Lakin Azerbaycan Asya Türk cumhuriyetlerine açılan köprümüzdür.





Bu nedenle AKP oyalandı. AKP kaçamazdı, ellerindeydi. Ama Türk halkı emperyalizmin hiç istemediği bir yöne kayabilirdi; Asya’ya yönelebilirdi. Asya’ya yönelmesi ise dil, din, soy olarak aynı olduğu ülkelerle bağlarının gelişmesine ve tanımasına, AB’nin önemini yitirmesine neden olabilirdi. Bu durum hem AB-D’nin hem de AKP’nin işine gelmeyecek bir durumdu. ABD ve AB’nin çıkarlarına aykırıdır. Çünkü AB norm ve kriterleri diyerek istediği tavizi koparamayacaktı. AKP’nin işine gelmeyecektir çünkü yaklaşık 50 yıllık propaganda ve yatırımların insanlarımızın düşüncelerindeki tahribatı kullanarak ,sıkıştığında “AB böyle istiyor” diyemeyecekti. “AB'ye gireceğiz” masallarıyla kimseyi kandıramayacaktı. En basitinden “başörtüsü sorununu biz halledecektik; fakat AB mahkemeleri olumsuz karar aldı. Biz; AB yasalarına bağlıyız” yalanını tabanına atamayacaktı. AB bu nedenle; hem AKP için hem de ABD için bir can simidi, dalgalı denizlerde gizli bir koy önemi taşımaktadır.





Ama kaçınılmaz olan; AB ile Türk halkının bir hesaplaşması olacaktır. Bu hesaplaşmada Asya’ya kaçan fikirlerin önüne Azerbaycan tahribatı çıkmalıdır. Bursa’da ki maçla bu kısmen başarılmıştır. Bu nedenle kullanılan Kürt kartı Ermenistan'la Bursa’daki maçı beklemek zorunda kaldı. AKP burada çok ciddi oyuna geldi. Sessiz sedasız gelecek pkk’lıların AKP’ye kürt oylarını kazandıracağını sanan AKP kurmayları DTP’nin de “ bende varım” haklı talebiyle karşılaştı. DTP “pkk benimdir dedi” en azından “pkk AKP’den çok benimdir” dedi. pkk’lıları sirk maymunu gibi arabalarının tepesinde “barış güvercini” diyerek il il dolaştırdı. Irksal olarak ayrışmayı görmüş ve 30 yıllık kalleş saldırılarına canıyla, kanıyla bedel ödemiş Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi, Alevisi, Sunnisi ile Türk halkı sesiz kalmadı. Afallayan AKP oyuna geldiğini nihayet anlayabildi.27 Ekim (yani dün) tarihinde gelmesi beklenen Avrupa pkk temsilcilerinin gelişini engelledi. Fakat ok yaydan çıkmıştı; AKP yüce Türk mahkemesini çadırlara düşürüp pkk’yı serbest bırakan parti olarak tarihe geçti, beyinlere kazındı.





Bu süreçte Anadolu Kartalı Tatbikatının 3 ayağından İsrail çıkarıldı. İsrail kendini bu sürecin dışında göstertmeyi başardı. Oysa daha birkaç gün önce G-20 zirvesinde ABD’de ilk görüştüğü ABD Yahudi lobisi ADL’nın başkanı Foxman’dı ve samimi pozlar vermişti. Askeri bir tatbikattan İsrail’i çıkartan olarak bizzat Tayyip Erdoğan ismi yandaş basında geçti. Ve “halk bunu istiyor” şeklinde açıklama yaptı.
İsrail basını bu süreçte;Tayyip Erdoğan ve Türkiye’ye hakarete varan açıklamalar yaparak bu süreçte “ben yokum” imacını dünya kamuoyuna verdi.


ABD; pkk’nın başkanı Karayılan’ı uyuşturucu madde kaçakçısı ilan etti ve ABD kendini bu süreçten uzak gösterdi.





Yine pkk’nın sağlam sponsorlarından Fransa aynı günlerde; pkk’nın Ahmet Kaya bürolarını bastı. Böylece süreçte “bende yokum” dedi.





Görünürde de olsa Türk halkının tepkisinden ve AKP’nin başarısızlığından korkan çevreler süreçten kaçarak gelecek hükümetlere çalışa bilecek yatırım yaptılar.Yalnızlık dolanbacı.


AKP atılan kazığı anlayınca elindeki materyalleri acemice kullanmaya çabaladı. Dursun Çiçek’e ait oldu söylenen ve bir dönem halk arasında etki de yaratmış olan “AKP ve Fethullah’ı bitirme planı” nın ıslağını 5 sayfalık ihbar mektubuyla piyasaya sundu. Oysa bu süreçte halkta mektup; “pkk’yı çadırda affeden AKP’yi ve bunun gizli; asıl merkezi Fethullah’ı bitirmek isteyen askerler var” imajı yarattı.Aksine bu çalışmalar içerisinde bulunduğu söylenen askerlere saygıyı arttı.Cia ve Mossad’dan bağımsız yapıldığını düşündüğüm bu acemiliği ancak AKP’nin Fethullahçı sübyanları yapabilir.Cia ve Mossad kontrolünde yaptıkları eylemlerle şımaran bu tipler; muhtemelen kendi başlarına havayı tam koklayamadan yaptıkları bu girişimle işleri daha da zora soktular.Sivil ama emir-komuta ile çalışan ışık evleri kültürünü asker ağzıyla yazmaya çalışmış olmalarına rağmen yılların beyin yıkamasından kurtulamadıkları ihbar mektubunda çok açık bir şekilde sırıttı.Savcılarına,yani emir-komutanın en üst zincirlerinden birine; başkasının adına yazıyor bile olsalar yağ çekmekten kendilerini alı koyamamışlar.Yani ajanlıklarını yüzlerine gözlerine bulaştırmışlar.Rezilliklerine rezillik,suçlarına suç eklemişler.






AKP bu kez ABD ve İsrail’den darbe yediğini gördü. Radikal ve hatta Ergenekonculardan bile radikal bir güzellik yaptılar. Rusya’nı talebi üzerine Rusya ile kendi parasıyla alış verişin ardından Mısır (Kahire) da devlet bakanı Zafer Çağlayan “İslam ülkeleri ile kendi aramızda kendi paralarımızı kullanalım” dedi. Arkasından Tayyip Erdoğan İran’da aynı teklifte bulundu. İran hemen Türk Lirasını resmi döviz olarak ilan etti. Yani doların hâkimiyetine, dolayısıyla ABD’ye bu kazığından dolayı kafa tuttu.





Çöken, çatırdayan ve suçlarını bilen AKP’den bu dönemde çok radikal girişimler beklemek hiçte şaşırtıcı olmayacaktır. Hepimizden fazla Atatürkçü, Ulusalcı, Milliyetçi de olabilirler. Ajitasyon, laf ebeliği konusunda uzman kadrolarıyla ve oluşturduğu liboş, fettoş, kürdoş medyasıyla AKP’den şimdi masal dinlemeye hazır olun.
Saygılar.
ÜNİTER,ULUSAL, LAİK, SOSYAL, HUKUK DEVLETİ


TÜRKİYE CUMHURİYETİ.


VE BUNU EN ÇOK HAK EDEN HALK;


TÜRK HALKI.


CUMHURİYET BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN.


Levent kalem





28/10/2009





BOZACININ ŞAHİDİ ŞIRACI-GLOBAL TEZGAH

İsrail Ocak 2009’da Gazze’ye yaptığı “Dökme kurşun Operasyonu” kullandığı fosfor bombalarıyla bölgede tavuklar dahil her şeyi katletti. Fakat dünya kamuoyunda şu anda İsrail ve Hamas’ın savaş suçu işlediğine dair GOLDSTONE RAPORU diye bir rapor dolaşıyor. Bu 500 sayfalık raporu hazırlayan BM heyetinin başında Güney Afrikalı YAHUDİ hukukçu RİCHARD GOLDSTONE bulunuyor. ABD bu raporu ciddiye aldığını açıkladı. Alıyor çünkü suçlarını tarihe bırakmadan aklayacaklar. Bu böyle bir küresel tezgah ki gelecek nesillerine de atalarının günahlarını aklayarak bırakmış oluyorlar. Güçlünün günah işleme hakkı da var bu âlemde. Hele birde Siyonist Yahudi isen dünya senin zaten. İstediğin gibi öldür, katlet, yine sana ait olan komisyonlara kendi raporunu hazırla, gönder ve aklat. Bizde “bak ABD raporu ciddiye almış”, “suçlu İsrail cezalandırılacak” diye kendimizi avutalım. Adelet var sanmaya devam edelim. Başlığı “bozacının şahidi şıracı” koydum. Yahudi sitesinden aldığım aşağıdaki haberde İngiliz katil sözüm ona raporu hazırlayan Güney Afrikalı YAHUDİ hukukçu RİCHARD GOLDSTONE’ e itiraz ediyor ver aşağıdaki cümleleri kullanıyor. Böyle tatlı danışıklı dövüş görülmemiştir. Bu katillik ötesi bir şey. Bu bir entrika, bu bir dünya halklarının tamamını enayi yerine koymak. Üniversite yıllarımda birçok kötü olayda Siyonist Yahudilerden bahsedilirdi ve ben “her şeyi mi Siyonist Yahudiler yapıyor?” diye sitem ederdim. Ama artık görüyorum ki Siyonizm dünya barışının önündeki yegâne tehdit, engel ve savaş kışkırtıcısı, kanla beslenen bir yaratık. Ama ağlarını öyle bir örmüş ki kendini kendi aklıyor. Kamu oyuna demokrasi,insan hakları,hak-hukuk maskesiyle çıkıyor.

Emperyalizm geniş bir kavram. Bölgemiz emperyalist, sömürücü ve yayılmacı gücü siyonizmdir. Siyonizm’in kurumsal, vücut bulmuş hali İsrail ve ABD’dir.Bu nedenle emperyalist kavramı yerine daha net ve belirleyici kavram Siyonizm kullanılmalıdır. Fransa/İngiltere/Rusya/Çin’de emperyalisttir ama her olayın içerisinde yoktur.

Afganistan’daki İngiliz kuvvetlerinin eski komutanı katil Albay Richard Kemp’in sözlerini ibretle okuyunuz ve haberin sunuluşundaki “itiraz etti” kelimesine dikkat ediniz. Nasıl bir tezgâh olduğunu göreceksiniz.

Saygılar.

Levent kalem

28/10/2009


Haber:

şalom gazetesinden alındı.


Birleşmiş Milletler, geçtiğimiz Ocak ayında gerçekleşen Gazze Operasyonu sırasında İsrail ve Hamas’ın savaş suçu işlediğini belirten Goldstone Raporu’nu onayladı

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, geçtiğimiz hafta Cenevre’de Goldstone Raporu’nu oy çoğunluğu ile onayladı. Güney Afrikalı hukukçu Richard Goldstone yönetimindeki BM heyeti geçtiğimiz Ocak ayında gerçekleşen İsrail’in Gazze Operasyonu ile ilgili olarak bölgede incelemelerde bulunmuş ve konu ile ilgili olarak 500 sayfalık bir rapor yayınlamıştı.

Gazze Operasyonu sırasında gerek İsrail, gerekse Hamas’ın insanlık suçu işlediğini belirten raporun BM İnsan Hakları Konseyi’nde onaylanmış olması, konunun BM Güvenlik Konseyine ve Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşınması olasılığını doğuruyor.

Raporun yayınlanmasının ardından hem İsrail, hem Hamas suçlamaları reddetmiş, İsrail konunun İnsan Hakları Konseyi’nin gündemine getirilmesini engellemeye çalışmıştı. Geçtiğimiz hafta BM İnsan Hakları Konseyi’nin özel oturumunda gerçekleştirilen oylamada konseye üye 25 ülke raporun onaylanması yönünde oy kullanırken, on bir üye oylamaya katılmadı. Aralarında ABD, İtalya, Hollanda, Macaristan, Slovakya ve Ukrayna’nın bulunduğu altı ülke ret oyu kullandı.

Rapor, bölgede gerçekleştirilen gözlemlere dayanıyor ve gerek İsrail, gerekse Hamas’ın üç hafta boyunca devam eden operasyon sırasında savaş suçu işlediğine işaret ediyor. Hazırladığı raporla ilgili olarak görüşüne başvurulan GÜNEY AFRİKALI YAHUDİ HUKUKÇU RİCHARD GOLDSTONE, raporun ekibin gözlemlerine ve bölgede gerçekleştirdiği temaslara dayandığı, misyonlarının hukuksal açıdan geçerli kanıtlar toplamak olmadığını ve raporun bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini açıkladı.

Raporun sonuç bölümünde İsrail ve Hamas’ın operasyon sırasında yaşananlar konusunda kendi yerel soruşturmalarını hayata geçirmesi tavsiye ediliyor. Bu tavsiyeye uyulmaması durumunda konunun BM Güvenlik Konseyi’ne ya da Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşınabileceği belirtiliyor.

İsrail hükümeti gelişmelerden sonra nasıl bir politika izleyeceğini henüz netleştirmiş değil. Yerel bir komisyon kurup operasyon ile ilgili olarak bir soruşturma başlatma fikri ağır basıyor olsa da, henüz gerçekleştirilecek soruşturmanın kapsamı konusunda tartışmalar devam ediyor.

Rapora olumlu oy veren BM İnsan Hakları Konseyi üyesi ülkelerin büyük bir bölümü, İsrail’e kendi soruşturmasını başlatması durumunda raporun bir üst seviyede ele alınmayacağını belirtiyor. Ancak İsrail çok kapsamlı bir soruşturma yaparak ulusal dengelerine zarar vermekten kaçınırken, kapsamsız bir soruşturmanın yüzeysel algılanacağını ve uluslararası kamuoyunun beklentilerini karşılamayacağını düşünüyor.

Bu arada hazırladığı raporun onaylanmasının ardından uluslararası basına açıklamada bulunan Richard Goldstone, konseyin raporda İsrail’in işlediği suçlara konsantre olduğunu ve Hamas ile ilgili bölümlerin kamuoyunun gündemine getirilmediğini belirterek rahatsızlığını dile getirdi.

İNGİLİZ KOMUTAN GOLDSTONE’A KARŞI ÇIKTI

( Vah vah karşı çıkmış, enayi var tabi)

Cenevre’de 16 Ekim günü Goldstone Raporu’nu tartışmak için toplanan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nda bir konuşma yapan Afganistan’daki İngiliz kuvvetlerinin eski komutanı Albay Richard Kemp, raporun tek taraflı olduğunu belirtti. Albay Kemp’in konuşmasının önemli noktaları şöyleydi:

“(…) Ben Afganistan’daki İngiliz kuvvetlerinin bir önceki komutanıyım. NATO ve BM’deki hizmet sürem boyunca Kuzey İrlanda’da, Bosna ve Makedonya’da birlikleri komuta ettim. Körfez Savaşı’na katıldım. 2003’teki işgalden bu yana Irak’ta hatırı sayılır bir süre kaldım ve İngiltere’nin Birleşik İstihbarat Komitesi için uluslararası terörizm üzerine çalıştım.

Tecrübelerime ve bilgime dayanarak söyleyebilirim ki, Dökme Kurşun Operasyonu süresince İsrail Silahlı Kuvvetleri, çatışma alanındaki sivillerin haklarını korumak için savaş tarihi boyunca başka hiçbir ordunun göstermediği çabayı göstermiştir. İsrail, askeri gücünü kasıtlı olarak sivil halk içine konuşlandıran ve onları canlı kalkan yapan bir düşmanla karşı karşıyaydı.

Hamas ve Hizbullah medyayı yönlendirmekte uzmanlar. İkisinin de her zaman İsrail’i savaş suçlarından dolayı röportajlarda kınamaya hazır insanları var. Bu kişiler, olayları çarpıtarak sahneye koymada gayet etkililer.

İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin karşılaştığı meydan okuma biz İngilizlerin bile karşılaşmadığı türden. Gerçekte ise İsrail ordusu sıra dışı önlemler uygulayarak Gazze’deki sivillere hedeflenen alanları bildirmek amacıyla iki milyondan fazla broşür dağıttı ve 100.000’den fazla telefon açtı. Hamas’ın askeri gücünü yok edebilecek birçok görev sivil kayıp olmaması için ertelendi. Çatışma süresince İsrail insani yardımların Gazze’ye girişine izin verdi. Askeri açıdan bakıldığında düşmanınızın eline yardım ulaştırılmasına izin vermek düşünülemez bile. Buna rağmen İsrail ordusu bu riskleri aldı.

Bütün bunlara rağmen tabi ki masum siviller hayatını kaybetti. Savaş bir karmaşadır ve hatalarla doludur. Afganistan ve Irak’ta İngiliz, Amerikan ve diğer kuvvetlerin de insandan kaynaklanan hataları olmuştur. Bu hatalar savaş suçu değildir. Bütün bunların dışında sivil kayıplar Hamas’ın savaşma yönteminin sonucudur. Hamas kasıtlı olarak kendi sivillerini feda etmeye çalışmıştır. (…)”

27 Ekim 2009 Salı

KİMİN İMZASINI ISLATALIM?
Ergenekon savcısına ihbar niteliğindeki mektubun aslını üşenmeyin okuyun.
Ve birazcık düşünün.
Bu bir ihbar mektubu olabilir mi?
Bu ancak bir yorum olabilir, bir aşk mektubu olabilir. Kuş kadar aklı olan biri buna ağzını bırakır başka bir yeriyle güler.Yani göreyi başında olan bir bir subay sözüm ona belgenin aslını yani ıslak imzalı olanını gönderiyor ama ne gönderme.4 Ay bekliyor.Korkuyor altına kaçırıyor (bunları kendi söylüyor) 4 ay ıkınıyor sıkınıyor tam kürt açılımı,teröristlerin gelme zamanı gönderiyor. Hadi bunu da geçtik. Belgenin orijinalini öyle bir gönderiyor ki destan döşüyor. Aklı olan bir şahıs düşünür: Zaten aylarca gündemde kalmış ve fotokopi olduğu için “kağıt parçası” tabiriyle adlandırılmış bir planın "alın bu aslıdır" diye göndermek varken, sayfalarca yorum kim yapar? Cümlelerinden, kelime ve yorumlarından anlaşılma endişesi duymaz mı? Aşk mektubu mu yazıyorsun sen? İnceden savcıyı yağlamalar falan.Bu ihbar mektubuna inanacak kadar geri zekalı var mıdır Türkiye’de?Ben değilim ve kesinlikle bu mektup bir askerin yazacağı üslupta değil ve bir belge sızdıran birine ait değil.Bu birinci boyutu.
Gelelim ikinci boyutuna.
Herkesin söylediği “pkk açılımının tepkisini azaltmak için bu zaman beklendi ve sunuldu” Bu olasılık mümkün ve büyük bir ihtimal. Doğru diyelim ve akıl yürütelim.
Bu da yapılan harekâtın Türk halkını hiç tanımayanlar tarafından kotarıldığını gösteriyor. Farkında değiller ama bu yaptıklarıyla Türk halının kalbine Albay Dursun ÇİÇEK başta, mektupta adı geçen herkesi altın harflerle kazıdılar. Türk halkı Avrupalı/Amerikalıya benzemez. Duygusaldır, gördüğüne inanır. pkk’nın sınırda çadır mahkemeleri kurularak affedildiğini görüyor. Bunu yapanın AKP olduğunu biliyor.Fethullah’ın da AKP ile beraber olduğunu halk değil bebeler biliyor.Bu eylem planı aylardır piyasaya ne diye sunuldu? “AKP ve Fethullah’ı bitirme planı” diye. İlk başta olduğu gibi bırakılsaydı etkisi olmuştu;birazımız yemiştik. Ama bu aşk mektubu gibi,savcıyı inceden yağlayan, isim isim kişileri sayan, olayları yorumlayan ve yargılayan ihbar mektubu tam bir mallık örneği. Bu mektup kesinlikle bir askerin üslubu değil. Çok açık seçik belli ki; halkını bir gram tanımayan kuyruğu dışarıda zavallıların sunduğu bir mektup.
Belge gerçek olabilir.Buna bir şey söyleyemeyiz.Ama;bu aşamadan sonra bu da halkın gözünde anlamını yitirmiştir. İlk yaptığı etki artık tam tersine dönmüştür. Şahsen benim gözümde bu şekilde. Fethullah hoca efendi ABD’de villalarda yata yata Amerikan gibi düşünmeye başlamış.Türk halkının yapısını unutmuş.Artık senden ve adamlarından cacık olmaz.Bunu ABD anlayınca nereye tüyeceksin merak ediyorum.

28/10/2009
levent kalem


İŞTE İHBAR MEKTUBUNUN TAM METNİ

Sayın Savcım, Kuşaklar boyu TSK’ ya (Türk Silahlı Kuvvetleri) hizmet vermiş bir aileye sahip olmaktan onur duyan bir subayım. Son dönemde TSK’nin tarihinde hiç olmadığı kadar itibar kaybına uğraması, beni ve benim gibi vatanını ve milletini seven birçok silah arkadaşımı son derece rahatsız etmiştir. Dosta güven, düşmana korku vermiş ordumuzun kendi milleti nazarında güven kaybediyor olması çok acı bir durumdur. Kendi milletine karşı psikolojik hareket yapan, toplumu bölen ve toplumun değerlerini karşısına alan bir TSK’nın hayal edilmesi mümkün olmadığı nasıl bir gerçekse, TSK’nın tamamının böyle olmadığı da bir gerçektir. Maalesef, önceleri doğru ve gerekli olduğuna inandığım ancak şu an içinde bulunmaktan büyük pişmanlık duyduğum, sadece 3’üncü dünya ülkelerine özgü bir şekilde kendi vatandaşına ‘psikolojik harekât’ uygulayan ve bunu adına da ‘bilgilendirme faaliyeti’ şeklinde masum ve haklı görünen bir maske uyduran bir cunta oluşumunda birçok arkadaşımla birlikte görev aldım. Bu oluşum, ilk başta gayet haklı gerekçelerle kurulan ve gerçek görevi düşmana karşı psikolojik harekât uygulamak olan Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı’nı kendine maşa olarak kullanıyordu. Bu güzide kurumun imkân ve kabiliyetlerinden yararlanılarak devletin vali, kaymakam, savcı, hâkim gibi önemli kadrolarında görevli personeli de dahil olmak üzere insanlarımız haklarında oluşturulan ‘Bilgi Fişi’ adı verilen belgelerle tek tek fişlendi. Cunta yapılanmasının organize ettiği yasal dayanağı bulunmayan faaliyetlerin kamuoyuna yansıması sonucu bu kurumumuz yıprandı, adı ‘Bilgi Destek Daire Başkanlığı’ olarak değiştirilmek zorunda kalındı ve görev alanı daraltıldı. Hali hazırda devam eden cunta faaliyetleri neticesinde, son olarak toplam sayısı dört olan muharebede Ege Ordusu Komutanlığı dahil tüm Ordu Komutanlıklarını desteleyecek olan Bilgi Destek Taburlarının sayısı bire düşürülerek asli görevini yapamayacak hale getirildi. Geriye kalan son taburda görevli bazı personel halen asli görevlerine yönelik çalışmaları bir kenara bırakarak cunta örgütlenmesinden aldıkları örtülü ve yasadışı görevli yürütmeye devam etmektedir. Yukarıda ifade ettiğim TSK içerisindeki ‘ülke yönetimine el koyma heveslileri, yani darbe tarafları’, başka bir ifadeyle ‘Cunta Örgütlenmesi’, yıllardır işgal ettiği makamlarla, kilit pozisyonlar ve sivil uzantılarıyla ülkenin gündemini elinde tutmuş ve faaliyetlerini kamuoyuna ‘tüm TSK’nın ortak görüşü’ gibi göstermiş ve göstermeye de devam etmektedir. Cunta örgütlenmesi ve faaliyetlerinden haberdar ve rahatsız olan benim gibi personel, gerçekleri anlatmak için zemin bulamamakta ve sesini duyuramamaktadır. ‘Biz silah arkadaşıyız’, ‘ortak düşmanlar’, ‘Biz bir aileyiz’, ‘TSK’yi yıpratmak istiyorlar’ gibi temaları kullanarak sözde ‘korumacı bir yaklaşımla’ hedef saptırmaya çalışıyorlar. Bu ‘sözde kurumacı yaklaşım’la birlikte, gerçekleri bilen ve duyurmak isteyen personel de ‘korkutma ve sindirme’ faaliyetleri ile susturulmaktadır. Bu şekilde birçok olay karşısında ‘kol kırılır yen içinde içinde kalır’ mantığı yürütülmektedir. Cuntanın pisliklerini içerde gizlemek durumunda kalan TSK’nın itibarı ise sürekli zedelenmeye devam etmektedir. Toplumun genelinde bilinen ve dedikodu şeklinde kulaktan kulağa yayılan TSK ile ilgili birçok konuyu (PKK’ya yardım, uyuşturucu, fişleme, suikast, örtülü operasyonlar vb.) olayların olduğu bölgelerde görev yapanlar, medya aracılığıyla öğrendi. Ancak medyanın bilmediklerini ben ve benim gibi Genelkurmay Bilgi Destek Daire Başkanlığı bünyesinde görev yapan arkadaşlar, yani bu faaliyetleri bizzat planlayan ve icra eden kişiler çok yakından biliyoruz. Bilgi destek personeli olarak bizzat olayların içerisinde (Aktütün’de Dağlıca’da Poyrazköy’de, Çukurca’da ve daha birçok yerde) olduğumuz için gerçekler tüm çıplaklığıyla bilinmektedir. Ayrıca, askeri okullarda başlayıp karargâh birlik ve lojmanlarda her anı bir arada geçen, tatillerini bile beraber yapan bizler birbirimizi çok iyi tanıyoruz. Özellikle ülke gündemini uzun bir ser meşgul eden devletin kurumlarını bilen birbirine düşüren son ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’na bakıldığında, her olayda olduğu gibi bu olayda da cuntanın kendi bekası için ülkemizin tüm değerlerini paramparça etmeye çalıştığı görülmektedir. TSK’da psikolojik harekât birimlerinin kuruluş safhasından bu yana aktif bir şekilde görev alan ve 2009 yılı genel atamalarına kadar Genelkurmay Bilgi Destek Okul Komutanlığı’nda görev yapan Hv. Öğ. Bnb. Hicri Dinçerol bahse konu belge hakkında; “Bu belgeyi biz hazırlamıştık, nasıl sızdı anlayamadım?” demiştir. Bu ifade, Hv. Öğ. Bnb. Hicri Dinçerol’un da cuntanın bir elemanı olduğunun ve söz konusu cuntanın faaliyetlerinin İrticayla Mücadele Eylem Planı’yla sınırlı kalmadığının açık bir göstergesidir. Sayın Savcım, ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ basında yer alır almaz, erken davranarak söz konusu evrakın aslını gizlice dosyalandığı klasörden aldım. Belgenin aslının yerinde olmadığı anlaşılınca önce bir kriz yaşandı. Ancak daha sonra belgenin ele geçmesinden korkan bir cunta mensubu tarafından imha edildiği görüşü benimsendi. Nitekim (Genelkurmay Başkanı) Org. İlker Başbuğ, belge hakkındaki basın açıklamasını aslının imha edildiğine kanaat getirdikten sonra yaptı. Mensubu bulunduğum TSK’ya uzun yıllar hizmet etmiş bir subay olarak bir hizmetim daha olsun istiyorum. Özverili çalışmalarınıza katkıda bulunmak adına EK-A’da yer alan bu belgeyi size göndermeyi vatanım ve milletim adına bir vazife biliyorum. Ayrıca; 2007 yılı Eylül ayında dönemin Genelkurmay II’inci Başkanı Org. Ergin Saygun’un emri gereği, üniversitelerden bir kısım akademisyen ve CHP yönetiminden bazı politikacıların desteği ile dönemin Genelkurmay Harekât Başkanı Korg. H. Nusret Taşdeler’in himayesinde Genelkurmay Bilgi Destek Daire Başkanlığı’nda şube müdürü olarak görevli kurmay albaylar Dursun Çiçek, Sedat Özüer, İlker Ziya Göktaş ve Fuat Selvi tarafından kamuoyunu yönlendirme maksatlı çeşitli belgeler hazırlandığına tanık oldum. Yukarıda isimleri geçen şahıslar, görev alanlarının dışındaki birçok konuyla ilgili olarak hiçbir hukuki dayanağı olmaksızın çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu konuda örnek olması bakımından bahse konu cunta tarafından hazırlanmış bir çalışma EK-B’de sunulmuştur. EK-B’nin altında imza bulunmamasının sebebi evrağın elektronik ortamda gönderilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Söz konusu gayri hukuki çalışmalar, TSK içerisindeki cunta yapılanmasının kilit isimlerinden olan Org. Hasan Iğsız’ın Genelkurmay II’inci Başkanlığı döneminde hız kazanarak devam etmiştir. Org. Hasan Iğsız’ın doğrudan netice alınabilecek bir eylem planı hazırlanması konusunda verdiği direktif gereği Korg. Mehmet Ersöz ve Tümg. Mustafa Bakıcı’nın da katkılarıyla gerekli çalışmalar başlatılmış ve söz konusu eylem planı Kur. Alb. Dursun Çiçek tarafından hazırlanmıştır. Sayın Savcım, Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlanan ve çeşitli Sivil Toplum Örgütleri’nin (STÖ) fişlenmesini içeren bir andıç 7 Nisan 2008 tarihinde Taraf gazetesinde yayımlanmıştır. Taraf gazetesinin konuyu haber yapmasından sonra Genelkurmay Başkanlığı soruşturma başlatmıştır. Soruşturma sonucunda hazırlanan bilgi notu EK-C’de sunulmuştur. Bu bilgi notunda andıç çalışmasının Genelkurmay Başkanlığı’nın emri ile 29 Temmuz 2004 tarihinde başlatıldığı, Nisan 2006’da ilgili makamlara arz edildiği ifade edilmektedir. Yani Genelkurmay Başkanlığı adı geçen andıçın varlığını kesin bir şekilde kabul etmektedir. Bu rapor neticesinde Alb. Çiçek hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştır. İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın basında yer almasını müteakip belgenin hazırlanmasında kullanılan tüm bilgisayarlar temizlenmiş ve ilgili evraklar imha edilerek, kamuoyuna Genelkurmay Başkanlığı tarafından böyle bir çalışmanın olmadığı yönünde bir açıklama yapılmıştır. İmha süreci bizzat Org. Ergin Saygun’un özel sekreteri Kur. Alb. Uğur Berksun tarafından takip edilmiş, kendisi Bilgi Sistemleri İşletme Şubesi’ne giderek söz konusu eylem planının hazırlanmasında kullanılan 30709, 33746, 40077, 27238, 27229 ve 16693 BİM numaralı bilgisayarların hard disklerinin geri getirilemeyecek şekilde silinmesine nezaret etmiştir. Bu işlemde Alb. Şükrü Kısadere, Ütğm. Erhan Sakallı, Ütğm. Kazım Bozkurt, Bçvş. Mustafa Urhan ve Svl. Me. Rıfat Sülük görev almışlardır. Sayın Savcım, böyle bir olay vuku bulduğunda, normal şartlar altında uygulanması gereken prosedür şudur: Olayın öğrenildiği anda İKK (İstuhbarata karşı Koyma) ve Güvenlik Daire personeli idari tahkikat için çağrılır. Bilge Destek Daire’ye gidilir. Daire personelinden hiç kimsenin içeriye girmesine müsaade edilmez. Daire personeli tek tek çağrılarak dairedeki tüm dolaplar aranır. İlgili veya ilgisiz tüm bilgisayarlara el konulur. Genelkurmay Askeri Savcıları eş zamanlı olarak şüphelilerin evlerine giderek arama ve el koyma işlemi yapar. Elde edilen deliller ışığında dava açılmasına veya açılmamasına karar verir. Örneğin, geçen yıl Ankara’da bilgi güvenliği ihlali şüphesiyle, ivedilikle mahkeme kararı çıkartılmış; Çiğiltepe Lojmanları’nda 40’a yakın eve baskın yapılarak, askeri savcılık tarafından arama yapılmış, bazı bilgisayar ve dökümanlara el konulmuş ve olayla ilgili bir şahıs gözaltına alınmıştır. Yine bu yılın mayıs ayı sonlarında benzer bir durumdan dolayı Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan bir grup personelin evi, işyerleri ve arabaları gece yarısı, yukarıdaki olaya benzer şekilde hız ve kararlılıkla aranarak, gözaltına alınanlar olmuştur. Sayın Savcım, İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın medyaya yansımasından sonra Genelkurmay Karargâhı’nda yaşanan diğer gelişmeleri özetlemek istiyorum: 1) Genelkurmay Başkanlığı olaydan, söz konusu belgenin medyaya yansıdığı gün sabah saat 04:30 itibarıyla Genelkurmay İletişim Daire Başkanlığı vasıtasıyla haberdar olmuştur. 2) İKK ve Güvenlik Daire Başkanı Tümg. M. Mutlu Arıkan ve beraberindeki bir Bnb. Olayın olduğu sabah olayı incelemek üzere Bilgi Destek Daire Başkanlığı’na geldiklerinde, Bilgi Destek Daire Başkanlığı’nda görevli Alb. Çiçek’in haricindeki diğer iki şube müdürünün mesai başlangıcından önce Dz. P. Kur. Alb. Dursun Çiçek’in şubesinde bilgi ve belge temizliği yaptıklarına şahit olmuşlardır. 3) Aynı gün mesai başlangıcında Alb. Dursun Çiçek’e Tümg. M. Mutlu Arıkan tarafından “Bunu siz mi hazırladınız?” diye sorulmuştur. Alb. Çiçek panik içerisinde inkâr ederek, “Bunu biz yapmadık, bizim dairenin işi değil” deyince, Tümg. Arıkan “Sen onu bırak, ben sana bu şekilde hazırlanan yüzlerce belge gösteririm, sen bana bu belgenin nereden sızdığını söyle!” diyerek tepki göstermiştir. 4) Bu olay anında hiçbir mahkeme kararı alınmamıştır. Hiçbir gözaltı gerçekleşmemiştir ve hiçbir ifadeye başvurulmamıştır. Belgeyi tespite yönelik ciddi hiçbir araştırma yapılmamış, gayri ciddi bir şekilde davranılmıştır. 5) Sivil savcılığın olaya el koyması hususu gündeme gelince, Alb. Çiçek’in bilgisayarı, ilgili şubedeki bütün bilgisayarlar ve ilgili server (ana bilgisayar) dahil her şey alınmıştır. Alınan tüm bilgisayarlar özel programlarla 35 kez geri getirilemeyecek şekilde silinmiştir. Bu işlemler 19-20-21 Haziran 2009 tarihlerinde cuma, cumartesi ve pazar günü gizli bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Silinen bilgisayarların Genelkurmay MEBS Başkanlığı’nda kayıtlı numaraları: 41440, 34218, 24187, 20245, 24159, 27861, 34331, 24251, 24040, 38534, 29595, 24551, 29653, 24532, 39198, 13924, 13920, 16118, 16110, 539337, 121561, 224259, 321609, 421624, 41510, 29816, 24045, 34359, 41520, 24362, 41401, 24749, 38537, 24242’dir. Bilgisayarlar ve hard diskleri savcılığa tüm temizleme işlemlerinden geçirildikten sonra gönderilmiştir. Daha sonra bu bilgisayarlar başka birimlere kaydırılmıştır. 6) Alb. Çiçek’in ve ilgili şubenin bilgisayarlarını inceleme ve temizleme işleminde Genelkurmay MEBS Muharebe Elektronik Bilgi Sistemleri Okulu) Başkanlığı’nda görevli Ütğm. Fatih Karacaer ve Deniz Kuvvetleri MEBS Başkanlığı’nda görevli Ütğm. Berrin Şahin (Gnkur. As. Sav. Yrd. As. Hak. Yzb. Volkan Şahin’in eşi) görev almıştır. 7) Alb. Çiçek’in evinin aranma işlemi belgenin basında yer almasından beş gün sonra göstermelik bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Genelkurmay Askeri Savcı Yardımcısı As. Hak. Yzb. İ. Volkan Şahin aramaya ciddiyet kazandırmak için evde tam 5-6 saat vakit harcamış, hiçbir arama yapmamış ve bir şey bulmadan dönmüştür. Yavuz hırsız misali sayın Askeri Savcımız, Bilgi Destek Daire Başkanlığı’na geldiğinde “Biz personelimizi böyle koruruz” diyerek tavrını açık bir şekilde ortaya koymuştur. 8) Aynı şekilde Genelkurmay Karargâhı’ndaki tüm kâğıt imha makineleri bir araya toplanarak, hukuki açıdan sıkıntı oluşturacak 40 torbaya yakın evrak (kâğıt parçaları) bu makinelerde kırpılarak ve akabinde yakılarak deliller yok edilmiştir. Bahse konu işlemlerde görev alan erbaş ve erler de dahil olmak üzere tüm personel uygun(!) bir şekilde uyarılmışlardır. Evrak imhasında görev alan erbaş ve erlere ait isim listesi EK-Ç’de sunulmuştur. 9) Alb. Dursun Çiçek ve ekibinin hazırladığı ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ belgesinin TSK’ya ait olmadığını raporlamak ve belgenin yazım teknikleri açısından sahte olduğunu ispata yönelik; Bilgi Destek Harekâtı ve Gayri Nizami Harp Teknikleri hakkında deneyimli, akademik eğitim ve karar tecrübesine sahip bir personelin başkanlığında bilirkişi heyeti oluşturulmuş ve kamuoyunun, belgenin sahte olduğunu algılamasına yönelik, göstermelik bir rapor hazırlanmıştır. Ancak gerçek, bilirkişi heyetinin dediği gibi değildir. Gnkur. İsth. Bşk.lığı’nda olduğu gibi Gnkur. Bilgi Destek Daire Başkanlığı’ndaki mevcut uygulamada; özel içeriği bulunan evrakların (hükümet, irtica, şahıslar, STÖ vb. hukuki açıdan sıkıntılı evraklar) üzerinde TSK’ya ait olduğunu gösterir hiçbir ibare bulunmaz; a. Değişik yazı fontları ve puntoları kullanılır, b. Kapak yazısı ile eki bir araya getirildiğinde kapakla ekin birbirinin devamı olduğunu gösterir hiçbir ifade bulunmaz. c. Özel içerikli eklerin üzerine gizlilik derecesi, imza bloğu, kontrol-güvenlik numarası, evrak numarası gibi TSK’ya ait ibareler yer almaz. (Gnkur. Bşk.lığı’nın MİT ve EGM’den (Emniyet Genel Müdürlüğü) şahıslar (sivil) hakkında yapılan yazışmalarda bu görülebilmektedir. ç. Bilgi notları saklanırken kapağı ayrı bir yerde, bilgi notu ayrı bir yerde saklanır. Böylece bilgi notu TSK’ya ait olmayan bir yazıymış gibi görülebilmektedir. d. Bilgi notunun hangi kapağa ait olduğunun belirlenmesi ise tarih, saat grubu, bilgi notu ve kapağına aynı numaranın verilmesi gibi yöntemlerle yapılmaktadır. e. Buradan da anlaşılıyor ki andıç, eylem planı, bilgi notu gibi çalışmalarda herkes kendine göre bir usul ve tarz belirleyebiliyor. 10) İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın sızmasından hemen sonra, benzer belgelerin sızmasını önlemek üzere, özellikle Alb. Dursun Çiçek’in (E.) Org. Hurşit Tolon’a gönderdiği iletinin basında yer almasını müteakip, bilgi güvenliği konusunda Gnkur. II’inci Bşk. Org. Hasan Iğsız imzasıyla Gnkur. Bşk.lığı’nın 24 Haziran 2009 tarihli, İSTH: 2240-57172-09/İKK ve Güv. D. Bil. Güv. Ş. Sayılı ve ‘Bilgi Güvenliği Tedbirleri’ konulu bir emir yayımlanmıştır. Bu emirde; a. Evraklara güvenlik kontrol numaraları üç defa basılacak. Birincisi konu ve evrak numarasına gelecek, ikincisi metne, üçüncüsü ise imza blogu ve imza üzerine gelecek şekilde olacak, b. Bilgisayar ortamındaki yazışmalarda kesinlikle yazı bittikten sonra arz ederim, ad soyad, görev gibi ifadeler olmayacak, c. Hiçbir evrakta ıslak imza taranarak bilgisayara yüklenmeyecek, elektronik imzalı olarak gönderilecek, ç. İnternette elektronik postalarda isim kullanılmayacak, d. Karargâhlardaki internet bilgisayarları ve dizüstü bilgisayarlar sınırlandırılacak gibi ifadeler yer almıştır. Bu emirden de anlaşılıyor ki, bu belgenin ortaya çıkması TSK’yı çok zor durumda bırakmış bu tür olayların tekerrür etmemesi için gerekli önlemlerin alınması istenmiştir. Sayın Savcım, beni bu çalışmaya sevk eden gerekçe Alb. Çiçek ve ekibinin hazırladığı ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’nın ele geçirilmesi ile başlayan süreçte Genelkurmay’ın, ‘belgenin TSK’yı yıpratmak adına hazırlanmış olduğu’ ön kabulü ile belgenin sahteliğini ispatlama çabaları olmuştur. Burada onur kırıcı olan şey sayın Genelkurmay Başkanımızın medyanın karşısına çıkıp kamuoyunda kafaları karıştıran hususlara cevap vermekten ziyade kendini savunma refleksiyle ‘belgenin aslını bulabilecek’ olmasına rağmen alaycı bir üslupla “Bu bir kâğıt parçasıdır” demesidir. Ayrıca yargıyı hiçe sayarak ve emir verici bir tavırla, “Bu belgenin gerçekliğini değil, kimin yaptığının bulunmasını istiyorum” ifadesidir. Sayın Savcım, bir cunta ekibinin yapmış olduğu illegal bir çalışma nedeniyle yıllardır görevini layıkıyla yerine getiren personel mağdur edilerek suçlu muamelesine tabi tutulmuş ve çeşitli yerlere sürülmüştür. Ama asıl suçlu olan Dz. P. Kur. Alb. Dursun Çiçek, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı’nda Daire Başkanlığı makamına atandırılarak himaye görmüştür. Aynı şekilde Tuğg. Mustafa Bakıcı tümgeneralliğe terfi ettirilmiştir. Korg. Mehmet Eröz konumunu korurken, Org. Hasan Iğsız 1’inci Ordu Komutanlığı makamıyla ödüllendirilmiştir. Olayın failleri yerine yıllardır Bilgi Destek Daire Başkanlığı’nın gerçek emekçileri olan subay, astsubay ve sivil memurlar suçlu muamelesi görerek karargâh dışında çeşitli yerlere sürülmüştür. Burada asıl konu Albay Dursun Çiçek değildir. Dursun Çiçek zavallı bir adamdır. Asıl önemli olan bu albayın bulunduğu konumdur. Sayın Savcım, cunta, şimdiye kadar ‘kendi hukuku’ dışında bir hukuk tanımadı. Şimdi sizin gibi adaleti tesis edecek ve gerçek hukukun üstünlüğünü ortaya koyacak ‘cesur’ savcılarımızın nefeslerini enselerinde hissedince, yaptıkları kirli işlerin üzerini kapatmak için her türlü gayri ahlakı yola başvuruyorlar. Gerçeklerin üzerini örtmeye çalışıyorlar. Sayın Savcım, bu ülkenin insanları gayretlerinizi takdirle karşılamaktadırlar. Her türlü fedakârlığı ortaya koyarak çalıştığınızı biliyorlar. Sayın Savcım, tanık olarak çağırmanız durumunda da gelmeye hazırım. CUMHURİYETİN SAVCILARININ SÖZ KONUSU CUNTAYI ÇÖZMEYE BAŞLADIĞINI GÖRMEKTEN MUTLU VE UMUTLUYUM. Saygılarımla arz ederim. EKLER: EK-A (İrticayla Mücadele Eylem Planı orijinal belgesi), EK-B (Cunta tarafından hazırlanmış bilgi destek çalışması), EK-C (STÖ’lerle ilgili habere ilişkin bilgi notu), EK-Ç (Evrak imhasında görev alan erbaş ve erlere ait isim listesi)

ISLAK İMZA TAKLİT MAKİNESİ
DİĞER VİDEOLAR İÇİN:
http://www.youtube.com/watch?v=3SEj9Foye0w&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=z_0g3iL7WZc
http://www.youtube.com/watch?v=P-GfXmFxqtY&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=2RFhqnLkihw&feature=related http://www.youtube.com/watch?v=dWkSWUWcJ_U&feature=related http://video.yahoo.com/watch/255251/1889113




HAYDİ BUYRUN CENAZE NAMAZINA...
İşte sizlere üç tip "ıslak imza taklit makinesi" örneği.
* Birinin canını yakmak mı istiyorsunuz?
* Birini darbecilikle mi suçlamak istiyorsunuz?
* Birinin servetine konmak mı istiyorsunuz?
* Birini yok etmek mi istiyorsunuz?
İşte size fırsat; sivil ve resmi sahtekarlara duyurulur. Bilmem anlatabildim mi?
"ÖZ" dersem çık, "ERGENEKON" dersem çıkma...