30 Ocak 2011 Pazar

TUNUS VE MISIR'DA YUGOSLAVYA MODELİ
İngiliz Daily Telegraph gazetesine göre, Mısır’da yönetimi sallayan isyan, üç yıl önce ABD’de hazırlandı. 2008 yılında ABD’nin Kahire’deki elçiliğinin yardımıyla, Mısır’ın önde gelen bir rejim muhalifi Newyork’a gelerek, ABD sponsorluğunda eylemciler için düzenlenen bir zirveye katıldı. Aynı yıl Aralık ayında Kahire’ye dönen rejim karşıtı eylemci lider, Amerikalı diplomatlara, birleşen muhalif grupların Mübarek’i devirme plânı hazırladığını bildirdi.
*Wikileaks’in son belgeleri ise Mısır’daki Sokak hareketlerinin ABD tarafından finanse edildiğini gösteriyor. ABD Büyükelçiliği’nden Washington’a gönderilen belgeler, ABD Uluslararası Gelişim Ajansı’nın (USAID) 2008’de 66.5 milyon, 2009’da ise 75 milyon dolarlık yardımlarla Mısır’daki siyasi gruplara destek verdiğine işaret ediyor.
*Norveç’in Aftenposten gazetesinin yayımladığı ikinci belge, ABD’nin Mısır’daki muhalif hareketin güçlenmesi için harcadığı paranın hem Mısır hükümeti tarafından yürütülen programlara, hem de Mısırlı ve ABD’li sivil toplum örgütlerine verildiğini ortaya koydu.
*Mısır Uluslararası İşbirliği Bakanı Fayza Abou, yapılan yardımlar hakkında ABD Büyükelçiliği’ne bir mektup gönderdi. Abou mektubunda, USAID’in  “resmen sivil toplum kuruluşu olarak kayıt ettirilmemiş 10 örgüte verdiği yardımları kesmesini” istedi.
*ABD Başkanı Barack Obama, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ile görüştüğünü ve Mübarek’i, halkı için daha fazla demokrasi ve daha iyi hayat standardı sözünü tutmaya çağırdığını söyledi. Obama, barışçıl protestoculara karşı şiddet kullanmaktan kaçınılması çağrısında da bulundu.
*Obama, yönetimi devirmek ve ABD güdümlü Baradey’i Mısır’ın başına getirmek için Meclis’i, Hükümet binalarını ve devlet televizyonunu ele geçirmeye çalışan protestoların “barışçıl” olduğunu söylediğine göre tarafını da açıkça belli etmiş oluyor.
*Öte yandan Brandeis Üniversitesine bağlı Crown Ortadoğu Çalışmaları Merkezi ve German Marshall Fund uzmanı Joshua Walker,  “Amerikan ilkeleri, göstericilere derhal destek verilmesi ve daha fazla demokrasi çağrılarıyla dayanışma içinde olunmasını göstermesine karşın, bu devrimlere ‘Amerikan yapımı’ etiketinin yapıştırılması, bizim ve sahadaki insanların istediklerine ters. Adımlarımızı hafifçe atmalıyız ve kamuoyu önünde çok dikkatli konuşmalıyız. Özel olarak çok sayıda sohbetin yapılıyor olduğunu düşünüyorum, ancak ABD’nin, ortalık yatışana kadar, tüm taraflara itidal çağrısında bulunarak kamuoyu önünde yapabileceği her şeyi yaptığını düşünüyorum” dedi.
*Adam demek istiyor ki, “Bu sözde devrimleri bizim kışkırttığımız bu kadar da açık edilmesin! Devrim için gösteri yapan insanları, Tunus’un, Mısır’ın ezici çoğunluğuna karşı güç durumda bırakıyorsunuz!”

***
Bütün veriler, Tunus, Mısır, Cezayir, Mısır, Ürdün, Yemen hatta Suudi Arabistan’da başlatılan bu sözde demokrasi hareketlerinde,Yugoslavya’nın çökertilmesi ve parçalanmasında kullanılan yöntemlere başvurulduğunu gösteriyor.
Basında bazı kalemler hâlâ ABD’nin Genişletilmiş Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin başarısız olduğunu ve rafa kaldırıldığını söyleyerek Türk halkını uyutmaya çalışıyor.
Denilebilir ki “Diktatörlere karşı, halkın yanında olmak gerekmez mi?”
Evet ama hangi halkın? ABD’nin paralı askerlerine özgürlük savaşçısı payesi vermek, özgürlükleri sonsuza kadar boğmak değil midir? Dikkat ediniz, Türkiye’de de aynı örgütlenme var!
Bu ülkelerde sokak hareketlerinin eş zamanlı çıkması, örgütlenmenin ve harekât plânlarının tek merkezden yönetildiğini göstermiyor mu?

************************************

ORTADOĞU VE AFRİKA

Doç. Dr. Celalettin Yavuz
TÜRKSAM Başkan Yardımcısı
Terör Enstitüsü

Kasım 2010 sonlarında yayınlandığında, Wikileaks belgeleri Amerikan diplomasisini çok fena vurmuştu. Hatta bu olay için “Amerikan diplomasisinin 11 Eylül’ü” yakıştırması dahi yapıldı. Aslında bu belgeler ABD gibi küresel bir güç yerine, daha küçük bir devlette ortaya çıksaydı toparlanması pek kolay olmazdı. Ama ABD yöneticileri, saklayamadıkları bu sırlar, mücadelede kaybettikleri bu siber saldırılar karşısında, tüm dünyaya “af edersiniz” (sorry) diyerek geçiştirdi.

Wikileaks – Küresel Ekonomik Kriz ve Tunus’la Hızlanan Domino Etkisi

ABD’nin bu pişkinliğine karşılık, Wikileaks diğer ülkeleri fena halde vurmaya başladı. Belgeler açıklandıkça, demokrasi ile yönetilen ülkelerde önemli sayılabilecek kusurlar pek çıkmaz iken, diktatörlükle yönetilen, ya da demokrasi özrü bulunan ve şeffaf olmayan ülkelerde fırtınanın etkisi giderek büyümeye başladı. Fırtınanın ilk çıktığı ülkeler Tunus, Cezayir ve Arnavutluk’tu. Bunlar içerisinde Tunus’ta başlayan ve 23 yıldır ülkeye bir türlü demokrasiyi ve özlenen hakça düzeni getiremeyen, aksine akrabalarının ülkeyi bir çiftlik gibi kullandığı iddia edilen Tunus’tan geldi. Tunus’ta Zeynelabidin Bin Ali, halkın direnişine dayanamayarak tası tarağı topladığı gibi, valizlerini hazır tuttuğu “yerde hazır” uçağıyla yurt dışına kaçtı. Kaçarken de eşinin 1.5 tonluk altın külçeleri de götürdüğü bilgisi verildi. Bin Ali’nin kaçışı ile yeni bir hükümet kuruldu. Ancak, yeni hükümette eski kabineden İçişleri Bakanı dahil, birkaç kişinin devam etmesi, halkı galeyana getirdi. Tunus’ta halk yıllara döküldüğü gibi, yağma ve devlet mülküne zarar da verildi. Tunus’ta ateşin hızının kesilmesi, kurulacak hükümetin en kısa sürede erken seçime gitmesiyle mümkün olabilir. Yangının söndürülmesi ise daha uzun bir süreyi alabilir.

Tunus’taki bu yangının bir domino etkisi yaratarak tüm Arap dünyasını sarsabileceği, son günlerin en güncel konusu ve kehaneti gibi. Zaten Cezayir ve son günlerde özellikle de Mısır, bu etkiden nasibini oldukça almış görünüyor. Aslında Cezayir, biraz daha farklı. Zira Cezayir’de 1990’lı yılların başında benzer olay yaşanmış, oyun büyük bir yüzdesi alan FIS, petrol vanası başına oturan ve petrol şirketlerinin kontrolündeki eski darbeci yönetime başkaldırmıştı. Bu başkaldırı, 2000’li yılların ortalarında, yapılan uzlaşma ve FIS’in yönetime ortak oluşuyla sona ermiş gibiydi. Yani Cezayir’de Tunus’taki gibi bir diktatörlük yerine, daha radikal İslami çizgideki bir yönetim işbaşındadır.

Tunus’taki karışıklığın en yakın takipçisi olabilecek ülke Mısır’dır. Zira Mısır ve Tunus iki açıdan birbirine benzemektedir. Birincisi yönetimlerin sözde demokratikleşme çabası içerisinde bulundukları yanlışlığıdır. Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek 30 yılı aşkın bir süredir Cumhurbaşkanı’dır. Bu kadar uzun süre hüküm süren kral sayısı bile çok azdır. Demokrasinin olmazsa olmaz iki önemli koşulu vardır: (1) Siyasi partiler ve hür seçimlerin mevcudiyeti. (2) Başta belirli bir süre için seçilen devlet başkanı mevcudiyeti. Bunlardan ilki özürlü de olsa Mısır’da mevcuttur. Ancak, Cumhurbaşkanının neredeyse ölünceye kadar devamlılık içerisinde bulunduğu bir yerde demokrasiden söz edilemez. Mısır’ın bu durumu, İran’la kıyaslandığında, İran demokrasiye daha yakındır. En azından cumhurbaşkanı ardarda en fazla iki dönem (toplam 8 yıl) seçilebilmektedir.

Tunus’la Mısır arasındaki ikinci benzerlik ise, iki ülkenin de turizm vasıtasıyla dışarıya dönük yapısıdır. Tunus, turizm vasıtasıyla Avrupalıyı çekebilmek için yoğun bir çaba harcarken, Mısır ise sahip olduğu eski mısır medeniyetinin eserlerini görmeye gelen Avrupalı ve Amerikalı turistler için oldukça çekici bir ülkedir. Bu demokratik ülkelerin insanları ile her iki ülke insanlarının ilişkileri devam etmekte, dolayısıyla en azından okumuş ve aydın esiminde ülkenin despot yönetimine karşı öfke seli giderek kabarmaktadır. Buna Mısır’daki artan Müslüman kardeşler gibi İran İslam Devrimi’nden örnek alan bir grup var iken, Tunus’ta da Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin azalan etkisinin rolü büyüktür hiç kuşkusuz!

Eylül 2011’de Mısır’da cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacaktı. Bu maksatla Mübarek’in karşısına çok popüler bir isim hazırlanıyordu. BM Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed el-Baraday’ın adı, 2009 yılında bu kurumdan ayrıldığından beri sıkça duyulmaya başlandı. Nitekim Mısır’daki halk gösterileri ölümlere kadar dayanıp, Mübarek sert önlemler almaya başlayınca, el-Baraday 27 Ocak 2011’de mısır’a dönmeye karar verdi. Şimdi bir taraftan mısır sokaklarında güvenlik güçleri ile göstericiler arasında sokak muharebeleri yaşanırken, bir taraftan da siyaset kulvarlarında el-Baraday – Mübarek çatışması yaşanmaya başladı. Başlangıçta gösterilere sessiz kalan Müslüman Kardeşler de, 27 Ocak’tan itibaren göstericilere destek vermeye başladı. Bunun sonucu ya sıkıyönetim, olağanüstü hal vs şeklinde daha sert ve diktatoryal bir rejimdir, ya da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin daha erkene alınmasıdır. Ya da Mübarek, Eylül 2011’de serbest ve özgür bir seçimin yapılacağına dair ikna edici bir söz vererek, olayları yatıştırabilir. Ancak bu pek de olası gözükmemektedir.

Tunus ve Mısır’daki bu gelişmeler, aslında iletişimin ışık hızına ulaştığı bu çağda, diktatoryal yönetimlerin sonunu işaret eden olağan sosyolojik gelişmelerdir. Kuşkusuz ki bu gelişmeleri hızlandıran dış etkenler de mevcuttur. Bunlardan ilki, 2008-2010 dönemindeki küresel ekonomik krizin tüm dünyada duyulan olumsuz etkisinin, bu ülkelerde de tüm çarpıcılığıyla yaşanmış olmasıdır. Hele de vatandaş krizden ıstırap duyarken, diktatörlük heveslisi yöneticilerin vurdumduymaz tavır ve aymazlık içerisindeki yaşam tarzlarının devamı, olayları tetiklemeye yardımcı olmuştur. Hele de bunların Wikeleaks ile servis edilerek, yalanlanamaz bir şekilde ifşası, bardağı taşıran son damlalar olmuştur. İlle de “öküz altında buzağı aramak”, yani komplo teorileri üretmek yerine, sosyolojik gelişmelerin akışına bakmakta bilimsel bir yarar olduğu düşünülmektedir.

Bundan böyle Ürdün Kralı Abdullah’ın, Körfez Ülkelerindeki şeyhlerin, Yemen’in, Sudan Lideri el-Beşir’in, İran cumhurbaşkanlarının, hatta Kuzey Kore’ye kadar tüm diktatörlük heveslisi ülkelerin akibeti bu sosyolojik gelişmelerden etkilenmekten kurtulamayacaklardır. Muhtemelen bazıları şiddeti arttıracak, ancak bu durum bir süre sonra bumerang gibi kendisine dönecektir. Bu bir sosyal olgudur ve kaçış mümkün değildir. Demokrasi özürlü olsa da, hatta Suudi Arabistan gibi monarşi ile yönetilse de, bu ve benzeri ülkelerde, ülke gelirlerini insanlarının ve ülkenin geleceğine mümkün olduğunca daha fazla hasreden ülkelerde bu sancı daha hafif atlatılabilecektir. Ancak, onlar da sonunda bu domino, ya da “füzyon” etkisinden kurtulamayacaklardır…

Sonuç

Türkiye’nin komşularına bakıldığında, Batı komşuları dışında bu gelişmelerden etkilenmeyecek ülke neredeyse yok gibidir. Özellikle “Orta Doğu Dörtlüsü” adı verilen ve Türkiye’nin itici role soyunduğu yeni birlik üyelerinin diğer üçü de bu gelişmeden tedirgindirler. Zaten mevcut iç dengelerin kararsızlığı, ülkeye dışarıdan müdahalenin fazla olduğu Lübnan’da hükümet bunalımı çıktı. Ürdün Kralı Abdullah ile Suriye Devlet Başkanı Beşşar el-Esad’ın da koltuklarında rahat oturduğu düşünülmemelidir. Böylesi yeni kurulmaya çalışılan bir birlik ülkelerinde, hele de bunlar komşu ise, Türkiye’nin bu olası yangından olumsuz etkilenmemesi mümkün değildir. En basitinden petrol ve doğalgaz fiyatları artış kaydedecektir. Keza, vize muafiyetinin mevcudiyeti, bu ülkelerden Türkiye’ye mülteci göçünü artırabilecektir. Bu ülkelerin muhalefet liderlerinin Türkiye’de izlenmesi, hatta suikasta uğraması riski sebebiyle, Türkiye’de iç güvenlik tehdidi artabilecektir.

Türkiye’nin bu olayları İslam Konferansı Örgütü’ne götürerek, burada ortak akılla bir çözüm üretilmesi için çaba göstermesi beklenebilir. Ancak, bu da bir mayına basmak kadar tehlikelidir. Zira monarşi ve demokrasi özrü içindeki İslam ülkeleri, Türkiye’ye karşı tavır alabilirler. O zaman çare, bu ülkelerin kendiliklerinden Türkiye’den “akıl” istemelerine kalmaktadır. Acaba isterler mi? Çünkü bizde de demokrasi özrü olduğu sıkça tekrarlanan bir sözdür!




http://www.turksam.org/tr/a2313.html





"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."

Hiç yorum yok: