24 Ocak 2012 Salı

HER YÖNDEN SALDIRI (HORTLATILAN HELENİZM)


HELENİZM VE TÜRKİYE'DEKİ İDEASININ ANALİZİ İÇİN LÜTFEN BU SİTEYİ TAKİP EDİNİZ
http://bojidarcipof.blogspot.com/

HELENİZM’DE MUDANYA PLANI
(MUDANYA GAZETESİ 19 OCAK 2012)

MUDANYA GAZETESİ
19 OCAK 2012
Araştırmacı yazar Bojidar Çipof, Mudanya’nın Zeytinbağı Beldesi’ndeki Kemerli Kilise’yi satın alan 250 bin Euro’luk finansmanlığın perde arkasını yazdı…
 Geçtiğimiz yıl Mayıs ayında Mudanya ve Gemlik’te bir dizi incelemelerde bulunan Fener Rum Patriği Bartholomeos’un yol haritasını ortaya çıkaran araştırmacı yazar Bojidar Çipof, Zeytinbağı Beldesi’nde Rum Patrikhanesi tarafından geçtiğimiz ay 250 bin Euro’ya satın alınan Kemerli Kilise ile bu planın adım adım işlediğini öne sürdü.

İzmir’de yayımlanan İlk Kurşun Gazetesi’nde geçtiğimiz yıl yayımlanan yazısında Bursa’da Helenizm yayma hareketinin ilk adımının Mudanya’nın Zeytinbağı (Tirilye)Beldesi’nden atıldığına vurgu yapan Çipof,  şimdi de “Helenizm artık Türkiye’de hortlamaya hazır” dedi. Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı 1996 ve 2007 yıllarında açtığı iki davası Yargıtay İçtihadı haline gelen araştırmacı yazar Bojidar Çipof, yayınladığı son yazısında "Bursa-Mudanya ve Zeytinbağı" üçgende olup bitenleri analiz etti. “Kemerli Kilise” olarak da bilinen “Panagia Pantovaasilissa” adlı eski kilisenin kısa bir süre evvel Rum Patrikhanesi tarafından satın alındığını hatırlatan Bojidar Çipof, Bartholomeos’un, Zeytinbağı’ndaki bu metruk ve dört duvar kalmış kiliseye senede birkaç kez gelerek ziyaretler ve ayinler yaptığını anlattı. Çipof, yazısında şu görüşlere yer verdi:

250 BİN EURO’LUK FİNANSMAN…

“(…) Geçen süre içinde Rum Patriği Bartholomeos, Zeytinbağı’ndaki bu kiliseye gelmeye devam etti. Bazen korsan bir ayin, bazen de günübirlik bir gezi mahiyetinde yanında cemaat mensupları ile birlikte bu ziyaretleri yaptılar.  Esnaf da bu ziyaretlerden ziyadesiyle mutlu oldu! Ve geçen sene ortalarında Patriğin parlak elemanlarından, akademik kariyeri hayli yüksek olan “Elpidophoros” dini lakaplı metropolit “Yani Lambriniadis”e “Bursa Metropolitliği” unvanı verildi. Şahıs gerçekten birçok lisan bilen, kariyeri yüksek ve en önemlisi sosyal medyadaki tüm imkânları kullanabilen ve çevresi de çok geniş olan bir kişi…

Lambriniadis, Bursa Metropoliti olduğunda ilk yaptığı iş, bastırdığı bir broşürde Bizans dönemi Yunanca Bursa haritasına yer vermesi oldu.. Heybeliada Ruhban Okulu’ndan da sorumlu Başpapaz olarak tayin edilen Bursa Metropoliti Lambriniadis, sosyal medyada Ruhban Okulu profilleri açmakta ABD Büyükelçisi’ni adada ağırlamaktadır.  6 Şubat’ta adada yapılacak bir tören ile de bu resmileşecektir. Cunda Metropolitliği ise boştur.

(…)Yani (Elpidophoros) Lambriniadis, son günlerde çok faaldir. Zeytinbağı’ndaki kilisenin 250 Bin Euro’ya satın alınmasını ve finansmanını sağlamıştır. Bu tabi bazı çevrelerce çok takdir topladı. Patriğin bir dönem, özellikle bir önceki görevi olan, Sen Sinod Genel Sekreteri iken her daim yanında olan Lambriniadis için Bartholomeos ile arasında gizli bir güç kavgası olduğu da söylenmektedir.

“MUDANYA İLE YAZILANLAR GERÇEKLEŞİYOR…”

(…)Yazdığımız her şey bir süre sonra hakikat oluyor. Mudanya ile ilgili de çok şey yazdık ve hepsi tek tek gerçekleşti. Büyük bir pazılın parçalarını birer birer birleştiriyorlar. Bunları ayrı ayrı ele alırsak ve iyimser bir gözle bakarsak “Ne var bunda?” demek de olası… Ama durum öyle değil. Tüm perspektife bakıldığında durum hiç iç açıcı değil!”

ZEYTİNBAĞI’NA UYARI…

Öte yandan Bojidar Çipof, “Patrikhanenin onararak ayin yapmayı planladığı kilisenin anahtarının belediyeye verileceği ve tarihi yapının günübirlik ziyaretlere de açık tutulacağı” yönünde görüş belirten Zeytinbağı Belediye Başkanı Ali Turan’a da gönderme yaptı. Belediyelerin bu konuda yanlış davrandığını ileri süren Çipof, “Turizmden anlık gelecek katkılar öncelikli olarak gözleri boyamakta. En büyük hata ise bu gelişmeleri münferit olarak değerlendirip, hoşgörü ve diyalog içerisinde değerlendirmektedir. Bir bütün olarak bakıldığında Anadolu yani onlara göre Küçük Asya’yı yeniden ele geçirme süreci başlamıştır. Yeni anayasa çalışmaları çerçevesinde umarız ki, Rum Patrikhanesini Vatikanlaştıracak, Türkiye’de ‘Ortodoks Halifeliği’ misali bir yapı oluşturacak bir gol yenmez” dedi.


"HELENİZM TÜRKİYE'DE HORTLAMAYA HAZIR" MAKALESİ’Nİ POYRAZ FM'DE DİNLEMEK İÇİN TIKLAYINIZ 



BOJİDAR ÇİPOF MAKALESİ:
 "HELENİZM TÜRKİYE'DE HORTLAMAYA HAZIR" POYRAZ FM'DE

BOJİDAR ÇİPOF'UN  "HELENİZM TÜRKİYE'DE HORTLAMAYA HAZIR" ADLI MAKALESİ 18 OCAK 2012'DE  RADYO POYRAZ FM'DE

Uzunca bir zamandır Anadolu'daki metruk, duvarları dahi kalmamış kiliselerde Rum Patriği Bartholomeos tarafından yılın belli günlerinde ayinler yapılmaktaydı. Üzerinde Rumluluğun esamesi kalmamış bölgeler için ise eski Bizans adları kullanılarak metropolitlikler ihdas edilmeye başlandı. Bu konular; geçmiş yazılarımızda çokça el alındı. Bu itibarla bir kez daha bazı noktaları tekrar etmek yerine, eski yazılarımızın bir kez daha okunmasını, durumun artık vahamet arz etmeye başladığı şu noktada önemle tavsiye etmekteyiz.

17 Ocak 2012 Salı
 Yunan milli ülküsü olarak bilinen ve ütopik olarak İstanbul’un “Konstantinopolis” adı ile tekrar Bizans’ın başkenti olmasını amaçlayan “Megali İdea” amaçları doğrultusunda 2010’da çok hamle yapıldı. Rum Patrikhanesi, arkasına ABD’yi ve ABD’de kurulmuş olan “Archon” topluluğunu da alarak önemli edinimler sağladı. Yunanistan ise içinde bulunduğu mali krize rağmen moral ve olabildiğince de maddi desteğini sürdürdü.

10 Mart 2010’da Habertürk Televizyonu’nda, “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu Başkanı” olarak ortaya çıkan, Prof. Nikolaos Uzunoğlu’nun ağzından bu amaçlardan bir tanesini daha öğrenmiş olduk. Bu gelişme, “İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” şeklinde medyamızda sunuldu. Tabi bu gelişmeler olurken bir yandan da çok sayıda Yunan asıllı papazın Türk vatandaşlığı alması da sağlanmıştı.

Uzunca bir zamandır Anadolu’daki metruk, duvarları dahi kalmamış kiliselerde Rum Patriği Bartholomeos tarafından yılın belli günlerinde ayinler yapılmaktaydı. Üzerinde Rumluluğun esamesi kalmamış bölgeler için ise eski Bizans adları kullanılarak metropolitlikler ihdas edilmeye başlandı. Bu konular; geçmiş yazılarımızda çokça el alındı. Bu itibarla bir kez daha bazı noktaları tekrar etmek yerine, eski yazılarımızın bir kez daha okunmasını, durumun artık vahamet arz etmeye başladığı şu noktada önemle tavsiye etmekteyiz.

Geçtiğimiz yıllarda yine adım adım ve de Yunan/Rum vizöründen bakıldığında çok da güzel bir şekilde işleyen bir program dâhilinde, Türkiye’den Rumların neden kovulduğu sorgulanmaya başlandı. Ama bu gerçek değildi. Türkiye’den, Türk vatandaşı hiçbir Rum kovulmamıştı… Hatta bu konuda daha da ileriye gidildi ve bir güruh tarafından, Lozan Antlaşması mucibince 1925 yıllarında yapılan “Mübadele”  yani “karşılıklı zorunlu göç” dahi sanki Türkiye’nin bir büyük kusuru gibi ya da Türkiye zalim gibi lanse edilmeye başlandı.

Bir cümle ile vurgulamak istiyoruz ki; Varlık Vergisi ile 6/7 Eylül olaylarının Türkiye’nin kara lekeleri olduğunu ama bunlarla yüzleşilmiş ve tazminatlarının da ödenmiş olduğunu sıkça vurguladık ve belgeledik. "1964 yılında Türkiye Rumları kovdu" demek ise gerçekleri çarpıtmak demektir. Bu anımsatmayı ise şunun için yaptık: Geçtiğimiz sene Mart ayında ortaya çıkan “İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” söylemi ile birlikte 1964 yılında Rumların Türkiye’den sürgün edildikleri martavalı yine dillendirilmeye başlandı.

Nasıl ki Heybeliada Ruhban Okulu, 1971 yılında çıkan YÖK Yasası’na bağlanmak istemedikleri için kendileri tarafından kapatıldığı halde bu gün bunu “Türkiye okulumuzu kapattı!” şeklinde ve tamamen gerçek dışı bir şekilde ortaya koyuyorlarsa, 1964 sürgünleri meselesi de aynı şekilde çarpıtılan bir provokasyondur. 1964’te alınan bir kararla, 1930 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan, “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”; o günün koşulları ve uluslar arası hükümler çerçevesinde iptal edilmişti

1964’te Yunanistan ile Türkiye; Kıbrıs’tan ötürü savaşın eşiğindeydiler. Aralık1963 sonunda ise Kıbrıs’ta, Rumlar tarafından tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen trajik olaylar gerçekleşti. 20 Aralık’ta Türk köylerinde başlayan kıyım 24 Aralık Noel Gecesi, Binbaşı Nihat İlhan’ın savunmasız eşi Mürüvvet ve evlatlarıKutsi, Hakan bir banyo küvetine sokularak katledildiler. Bu masumların banyo küvetindeki fotoğrafı Türkiye’de büyük bir infial yarattı.

Bu arada 1964 başında bir gelişme oldu ve Beyoğlu’nda gizli faaliyet gösteren bir “Yunan” derneği ortaya çıkarıldı. Bu derneğin adı geçen sene ortaya çıkan “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’ örneğinde olduğu gibi yanlış tercüme edilmiş ve esas kimlik gizlenmişti. Derneğin gerçek adı; “Elliniki Enosis” yani “Helenik İlhak”tı. Savaşın eşiğine gelinmiş bir ortamda böyle bir adla gizli faaliyet gösteren ve kayıt dışı makbuzlarla Rum Cemaati’nden bağış toplanması “İsmet İnönü Hükümeti”ni harekete geçirdi.

“Kanlı Noel”in acısı içinde bulunan Türkiye, 1930 yılındaki “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı feshetti ve Türkiye’de yerleşik Yunanistan vatandaşlarının 6 ay içinde ülkeyi terk etmesi şeklinde bilinen süreç başladı.

1964 Sürgünleri; sürgün değildirler. Kendi vatandaşı oldukları ülkeye hudut dışı edilen Yunanlılardır. Gelmek isteyen ve 120 Bin kişi olarak telaffuz edilenler ise 1964’de Türkiye’de gidenler değildir.

Büyük bir oyun oynanmaya başladı! Bir yandan edinimler elde ediliyor, öte yandan da psikolojik savaş teknikleri ile dezenformasyon yaratılıyor. Amaç: Türkiye’ye doğru bir göç yaratmaktır ve bu göç için, bir anlamda istila için ayrılmış büyük fonlar bulunmaktadır. Eski yazılarımızda Yunanistan tarafından tüm mali krize rağmen Türkiye’de yaşayan Rumlara, “Yunanistan Sosyal Yardım ve Sosyal Sigorta Bakanlığı” bütçesinden verilen (3 ayda bir 1300 Euro) aylıkları yazmıştık.

Bizans entrikalarında eylemler çok uzun süreçler göz önüne alınarak uygulanır. 2 Kasım 1991’de Patrik olan Bartholomeos (Dimitri Arhondoni) patrik oluşundan itibaren Anadolu’daki metruk kiliselerde bilinçli bir şekilde ayinler tertip etmekte ve yerel yöneticilerle ilişkiler kurmaktadır. Şimdi anlaşılıyor ki Anadolu’da bu metruk kiliselerdeki ayinler boşa yapılmamış!

Yapılan ayinlerde turizm işi ile uğraşanlar ile turistik obje satışı yapanların maddi anlamda yüzü tabi ki gülmektedir. Ancak edilen kârların ulusal değerlerin kaybı ile mukayesesi de yapılmalıdır. Bu bağlamda, yazımızın devamında, “Bursa/Mudanya/Zeytinbağı” üçgeninde olup bitenleri analiz etmek istiyoruz. Zira burada da adım adım ilerlendi ve bir hedefe varıldı!

Mudanya’nın şirin beldesi Zeytinbağı’ndaki (Tirilye) “Kemerli Kilise” olarak da bilinen “Panagia Pantovasilissa” adlı eski bir kilise bulunuyor. Bu kilise kısa bir süre evvel Rum Patrikhanesi tarafından satın alındı.

Rum Patriği Bartholomeos, Zeytinbağı’ndaki bu metruk ve dört duvar kalmış kiliseye senede birkaç kez gelerek ziyaretler ve ayinler yapıyordu. 2009 yılında Rum Patriği, Amerikan CBS Televizyonu’na “Kendimi Türkiye de Çarmığa gerilmiş gibi hissediyorum”  şeklinde bir beyanat vermiş ve tepkileri üzerine çekmişti. Aralığa gelindiğinde Mudanya’da yayın yapan bir haber portalında, şu haber çıktı: “Zeytinbağı'ndan Patrik Bartholeomos'a Sert Tepki”

Zeytinbağı Beldesi Belediye Başkanı Ali Turan o tarihte şöyle demişti: “…Zeytinbağı (Trilye) beldemize yılda birkaç kez gelerek burada ki kiliselerde dini ayinlerini yapan Ortodoks dünyasına bundan sonra, Zeytinbağı Belediyesi olarak izin vermemeye kararlıyız. Fener Rum Patriği’nin yazılı ve görsel basına çıkarak Türk halkından özür dilemesini bekliyoruz, özür dilemez ise kendilerine belediye olarak kesinlikle Zeytinbağı'na giriş izni vermeyeceğiz…” 
http://www.mudanya.gen.tr/2009-haber-arsiv/489-bartholeomos-zeytinbagi.htm

Geçen süre içinde Rum Patriği Bartholomeos, bu kiliseye gelmeye devam etti. Bazen korsan bir ayin, bazen de günü birlik bir gezi mahiyetinde yanında cemaat mensupları ile birlikte bu ziyaretleri yaptılar.  Esnaf da bu ziyaretlerden ziyadesiyle mutlu oldu! Ve geçen sene ortalarında Patriğin parlak elemanlarından, akademik kariyeri hayli yüksek olan “Elpidophoros” dini lakaplı metropolit “Yani Lambriniadis”e “Bursa Metropolitliği” ünvanı verildi. Şahıs gerçekten birçok lisan bilen, kariyeri yüksek ve en önemlisi sosyal medyadaki tüm imkânları kullanabilen ve çevresi de çok geniş olan bir kişi…

Lambriniadis, Bursa Metropoliti olduğunda ilk yaptığı iş, bastırdığı bir broşürde Bizans dönemi Yunanca Bursa haritasına yer vermesi oldu.

Şimdi burada teknik olarak, bazı hususları herkesin anlayabileceği bir şekilde irdelemek gerekiyor. Anadolu’daki Patrikhanece ihdas edilen metropolitlikler arasında Ayvalık Ali Bey Adası (Cunda) da “Cunda Metropolitliği” olarak yer alır. Cunda’nın Patrikhane üzerinde çok büyük bir önemi bulunuyor. Zira Osmanlı zamanındaki ilk ruhban okulu burada kurulmuştur. Bunu simgeleştirmek adına Cunda Metropoliti her kim ise, aynı zamanda Heybeliada Ruhban Okulu’ndan da sorumlu Başpapaz olmaktaydı.

Bu kez bu durum değişti ve Bursa Metropoliti Lambriniadis Heybeliada Ruhban Okulu’ndan da sorumlu Başpapaz olarak tayin edildi. Geçen seneden itibaren Bursa görevi dışında okuldan da sorumlu olarak faaliyetlerde bulunmakta, sosyal medyada Ruhban Okulu profilleri açmakta ABD Büyükelçisi’ni adada ağırlamaktadır.  6 Şubat’ta adada yapılacak bir tören ile de bu resmileşecektir. Cunda Metropolitliği ise boştur…

Yani (Elpidophoros) Lambriniadis, son günlerde çok faaldir. Zeytinbağı’ndaki kilisenin 250 Bin Euro’ya satın alınmasını ve finansmanını sağlamıştır. Bu tabi bazı çevrelerce çok takdir topladı. Patriğin bir dönem, özellikle bir önceki görevi olan, Sen Sinod Genel Sekreteri iken her daim yanında olan Lambriniadis için Bartholomeos ile arasında gizli bir güç kavgası olduğu da söylenmektedir. Geçmişte sivrilen bazı metropolitler (Örneğin: Meliton) eski popülaritelerini kaybettiler. Fakat Lambriniadis artık gayet popülerdir ve bu saatten sonra harcanması da zordur. Kısa bir süre önce de Selanik Üniversitesi’nden kalabalık ve çok sayıda profesörün de bulunduğu bir gruba Heybeliada’da ev sahipliği yapmıştır. Tabi ki bu gruptakiler okulun açılması için adımlar atmaya geldiler. Geçtiğimiz ay Aynoroz’da patlak veren büyük yolsuzlukla ilgili olarak da tek yorum yapan ya da destek veren Lambriniadis’ti…

Yazdığımız her şey bir süre sonra hakikat oluyor. Mudanya ile ilgili de çok şey yazdık ve hepsi tek tek gerçekleşti. Büyük bir pazılın parçalarını birer birer birleştiriyorlar. Bunları ayrı ayrı ele alırsak ve iyimser bir gözle bakarsak “Ne var bunda?” demek de olası… Ama durum öyle değil. Tüm prespektife bakıldığında durum hiç iç açıcı değil!

Bursa, Hıristiyanlık Tarihi açısından çok önemli bir kenttir. M.S. 325 yılında 1. Genel Hıristiyan Konsil’i İznik’te yapılmıştır ve bugün Hıristiyanlığın en önemli amentüsü olan “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh” üçlemesi bu konsilde karara bağlanmıştır. 1204’te Haçlı Ordusu’nun İstanbul’u zapt etmesinden sonra Bizans İmparatorluğu da 57 yıl İznik’te barındı. Bursa, Yalova Termalleri ve Mudanya civarları çok önemli Bizans yerleşim alanlarıdır.

Bir sonraki yazımızda bunu ayrıntılı olarak yazacağız ama kısaca değinirsek; Gökçeada’da olmayan cemaat için bir okul açma izni de alındı. Cemaat yok ama Yunanistan’dan bu adaya yerleşmeye meraklı çok sayıda Yunanlı hazırda bekliyor. O zaman açılacak okul için öğrencileri de olacak!

Geçtiğimiz Aralık ayının sonlarında “İHA” kaynaklı bir haber tüm portallarda yer aldı. Haberin başlığında, “Önce Patrik Ziyaret Etti, Ardından Metropolit Satın Aldı” denmekteydi. Devamında ise 2009’da “Zeytinbağı'ndan Patrik Bartholeomos'a Sert Tepki” diye manşet attıran Zeytinbağı Beldesi Belediye Başkanı Ali Turan ile ilgili şu ifade yer almaktaydı:

“Niyazibey Mahallesi Kemer Sokak'taki harabe halindeki Kemerli Kilise'yi Patrikhane'nin onararak ayin yapmayı planladığı ifade ediliyor. Zeytinbağı Belediye Başkanı Ali Turan, ibadete açılacak kilisenin anahtarının kendilerine verileceğini, tarihi yapının günü birlik ziyaretlere açık tutulacağını söyledi.”

Bu haberin devamında bizim araştırmalarımızla ilgili olarak da şu paragraf yer aldı:

“Fener Rum Patrikhanesi'ne karşı 1996-2007 yıllarında açtığı iki davası Yargıtay içtihadı haline gelen araştırmacı yazar Bojidar Çipof, Bursa’da olmayan Ortodoks cemaati için tayin edilen metropolitin bastırdığı Bizans dönemi Bursa haritasını ele geçirmişti. Mart ayında hazırlanan Yunaca ve İngilizce broşürlerde, mayıs ayında Mudanya ve Gemlikte bir dizi incelemelerde bulunan Fener Rum Patriği Bartholomeos'un da yol haritası ortaya çıkmıştı. Araştırmacı yazar Çipof, İzmir'de yayınlanan İlk Kurşun Gazetesi’ndeki yazısında, kiliselerin bulunduğu il ve ilçelerde tek bir Rum'un bile yaşamadığına dikkat çekmişti. Kiliselerin onarılıp sürekli ibadete açılacak olmasının ilk adımın Zeytinbağı'ndan başlatıldığı iddia ediliyor.”

Belediyeler bu konuda çok yanlış davranıyorlar. Turizmden anlık gelecek katkılar öncelikli olarak gözleri boyamakta… En büyük hata ise bu gelişmeleri münferit olarak değerlendirip, hoşgörü ve diyalog içerisinde değerlendirmektedir. Bir bütün olarak bakıldığında ise Anadolu yani onlara göre “Küçük Asya”yı yeniden ele geçirme süreci başlamıştır. Her yazımızda vurguluyoruz! “Yeni Anayasa” çalışmaları çerçevesinde umarız ki Rum Patrikhanesi’ni Vatikanlaştıracak, Türkiye’de “Ortodoks Halifeliği” misali bir yapı oluşturacak bir gol yenmez!

4 Mayıs 2010 tarihli yazımızda başlık olarak “Helenizmi Bursa’da Hortlatma Süreci…” demiştik.

Şimdi de “Helenizm Türkiye’de Hortlamaya Hazır” diyoruz…


"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."M.A.ERSOY

DEMOKRASİ ŞEHİDİMİZ "UĞUR MUMCU"








"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."M.A.ERSOY

AJİTASYON BİTTİ.GERÇEK RENKLER ORTAYA ÇIKTI


Hrank’ın yokluğunda Agos gazetesi Ermeni soykırım yalanını sahiplenmiş ve savunmaktadır.Küçük bir azınlığın hain yaklaşımını görmemezlikten gelip, kimin öldürdüğü ve ne için öldürüldüğü çok net iken gazete çevresinde örgütlenmiş azınlığı kazanmak adına (asla kazanılmaz, çünkü çok taviz verildi) Hrank Dink’in uzun yıllar yaptığı bir sürü  konuşmanın arasından  doğru olanı seçip onlara “sizi öldürenler bunlar” demekle Ulusal Kanal ve İP etik olarak doğru yapmakla birlikte Atatürkçü tabanda (özellikle genç kesimde)  Ermeni Soykırımı yalanının yalan olduğunu bilen ama  cinayete tepkili ,çağdaş insan grupları oluşturmaktadır. Sonra da şehit cenazelerindekinden çok “hepimiz Ermeni’yiz” diye bağıran insanlar görünce üzülüyor ve yakınıyoruz. Hırant Dink’te yetişen her aydın gibi belli bir süreçten geçmiş, yanlış açıklamalar yapmış ama diyalektik süreç ve akılsal düşünce doğru yola bulmasına neden olmuştur. Bu hali ile emperyalist ve uşaklarının çıkarlarına kullandıkları kesimin içinden gelen ciddi bir tehdide dönüşmüş ve katledilmiştir.
Gelişim süreci anlatılmadan sadece son dönem konuşmalarının verilmesi, gençlerin Hrank’ın katlinden sonraki değişimi görmesini engellemekte, Hrank’ın katlini ırksal bir ayrım gibi gösterilmesini kolaylaştırmaktadır.
Şuan susturulmuş bir aydınımızın ardından sürecin tam tersine döndüğü görülmektedir.
Ulusal Kanalın ve İP sinin yaptığı Agos Gazetesi çevresinde örgütlenmiş, yelkenini emperyal çıkarlara açmış küçük bir azınlığa gereğinden fazla yapılan doğruyu gösterme çabasıdır;lakin sinsice suiistimal edilmektedir.
Agos’ta artık Hrank yok ve rüzgâr başka yönden esiyor.
Ulusal Kanal ve İP’si bu iyi niyetli politikasını gözden geçirmeli ve bana göre değiştirmelidir. Soykırım Yalanını savunan azınlığın Ulusal fikirlere kavuşması (nı bırakın, tarafsız olması, düşman olmaması) mümkün değildir. Hrank gibi aydınların yetişmesi kolay ve sık olmadığından onsuz bir Agos’un tüm yazdıklarını, tahriklerini görmemezlikten gelmek her şeyden önce Hrank’a yapılan haksızlıktır.
 Katillerini çok iyi bildikleri halde “çoğul” ifadelerle kopardıkları tavizlerin yanına kendi düşmanlıklarını yansıtarak Ulusalcıları katmaktadırlar. Buna taviz verilmemeli ve bu sinsi ajitasyona ulusalcılar alet olmamalıdır. Bu haber ibretliktir.
Aşağıya istemesem de konunun net anlaşılması için Agos gazetesinin bir haberini veriyorum.Umarım anlaşılır.Agos gazetesi çevresinde örgütlenmiş bir azınlık ne yazı ki Hrank'ın kanını emperyal çıkarlarına malzeme yapmaktadır.
Agos Gazetesi ile alakası olmayan ermeni kökenli Türk vatandaşları bu yorumdan tabii ki istisnadır. Hırank’ın etkisi bu kadar çabuk silinmeyecektir. Bizim mücadelemiz, insanların ırkları değil Türk vatandaşı kimliği taşıyıp ülkeyi emperyalistin kucağına iten hainlerledir. Bu kişilerin ırkı Türk olsa da tepkimiz aynıdır ve değişmez. Türkiye Cumhuriyeti bir ırk/din devleti değil. Atatürk’ümüzün söylediği gibi; laik, sosyal, hukuk devletidir. Şuan kötü bir süreçten geçse de tarihi birikimimiz ve kültürümüz bize ders ve sabır vermektedir.
Buna ben: “öyle bir tarihimiz var ki bize; saflık derecesinde dürüstlük ve inanılmaz bir dayanma gücü veriyor. Ama her şey bir yere kadar.”
Levent KALEM




Resmi Tarihi Sınıfta Bırakan 10 Çürük Tez
Mehmert POLATEL – Nazife KOSUKOĞLU
Agos Gazetesi


Fransa’da kabul edilen Ermeni Soykırımı’nın inkârına cezayi müeyyide öngören yasayla birlikte resmi tarih tezinin 1915 masalları medya ve kamuoyunda yeniden gündeme geldi. 1915 ile ilgili ‘resmi iddiaları’ 10 başlıkta topladık. Her iddiayı, tarihsel veriler eşliğinde değerlendirdik. Ortaya çıkan sonuç resmi tarih savunucuları açısından vahim: Bu çürük tezlere dayalı resmi anlayışla Türkiye uluslararası alanda kimseye hiçbir şey anlatamaz. Kaldı ki Türkiye’de de artık “Bu masallara karnımız tok” diyenlerin sayısı giderek artıyor.
Televizyon kanallarında ya da gazete köşelerinde Fransa’ya öfke kusan resmi tarih savunucuları yıllardır kamuoyunun artık ezberlediği iddialarını üstümüze boca etmeyi sürdürüyorlar. İfade edenin tarzına ve üslubuna göre farklı şekiller alıyor olsa da resmi tarihin 1915 Ermeni Soykırımı ile ilgili temel iddialarını 10 başlıkta topladık. Her iddiayı, üstünde hiçbir tartışma ya da şüphe olmayan tarihsel veriler eşliğinde değerlendirdik. Ortaya çıkan sonuca baktığımızda, Dışişleri yetkililerine naçizane bir tavsiyemiz var: Bu resmi tarih tezlerine güvenip uluslararası tarih komisyonu filan kurmaya kalkıp da kendinizi dünyaya güldürmeyin.

‘İsyan ve ihanet’

Osmanlı devleti ‘tehcir’ kararı aldı, çünkü Ermeniler devlete karşı isyan edip, düşman devletlere yardım ettiler.
Bu iddiaya göre, imparatorluğun dört bir yanında ayaklanan Ermeniler, İtilaf Devletleri’nin saflarına geçmek suretiyle Osmanlı’yı sırtından hançerlediler. Dört tarafı düşmanlarla sarılan Osmanlı devleti, “Hainleri savaş bölgelerinden uzağa naklederek” her devletin yapması gerekeni yaptı.
‘İsyan ve ihanet’ argümanı hakkında siyaset felsefesi açısından pek çok şey söylenebilir elbette ama tarihsel açıdan bakıldığında bu iddianın dayanağı yok. Söz konusu ‘isyan’lara öncülük yaptıkları iddia edilen Ermeni örgütlerinin savaş sırasında aldıkları kararlara, uyguladıkları siyasetlere bakıldığında, bu apaçık görülür.
İttihat ve Terakki Hükümetinin I. Dünya Savaşı’na katılma kararı vermesinin hemen ardından İstanbul’da toplanan Ermeni Milli Meclisi, Ermenilerin savaş sırasında Osmanlı hükümetine sadık kalacağını ve askeri ihtiyaçlar da dahil olmak üzere devletin her türlü ihtiyacına imtina etmeden koşacağını ilan etti.
Resmi tarihte adı ‘ihanet’le eşanlamlı kullanılan Taşnaktsutyun ise 12-14 Ağustos 1914 tarihleri arasında Erzurum’da düzenlenen 8. Kongresi’nde Osmanlı Ermenilerinin savaşta kendi devletlerinin yanında yer alacağını belirtti.
21 Ağustos 1914 tarihinde düzenlenen Hınçak Partisi’nin 3. Kongresi de herhangi bir isyan çağrısı yapmadı. Tam tersine Hınçak üyeleri savaşın İttihat ve Terakki’nin dağılmasına yol açarak ülkeyi sarsabileceğini, Ermenilerin durumunu kötüleştirebileceğini savunarak, savaş ortamından duydukları rahatsızlığı tarihe not düştüler.

İsyan argümanları, resmi tarih tezince Dörtyol ve Zeytun civarında Şubat 1915’te gerçekleşen çatışmalarla örneklendiriliyor. Bu olaylara ilişkin belgeler incelendiğinde, bu çatışmaların asker kaçakları ile Osmanlı jandarması arasında cereyan eden çarpışmalar olduğu görülüyor. Bu olaylar, zamanın Osmanlı idarecileri tarafından dahi ‘genel bir isyan haliyle’ alakasız görülmekteydi. Bu noktada, bölgedeki asker kaçaklarının sadece Ermenilerden oluşmadığını, farklı etnik-dinsel gruplardan kaçakların jandarmayla çatışmaya girdiklerini de unutmayalım. Bölgedeki Ermeni köylüler ayaklanmak bir yana, bu kaçakların teslim olmaları konusunda arabuluculuk yaparak devlete yardımcı oluyorlardı. Buna rağmen ilk sürgün bu bölgede gerçekleşti.
‘Tehcirin nedeni Van isyanıdır’
Van’da kitlesel bir Ermeni isyanı gerçekleşti. Savaş koşullarında İttihatçı hükümet tehcirden başka acil bir çözüm bulmadı.
Evet, diğer bölgelerin aksine Van’da Ermeniler gerçekten ayaklandılar. Öte yandan, Van’daki ayaklanmalar soykırım kararının alınmasından ve uygulamaya sokulmasından sonra başladı. Ayaklanmanın başlamasından önce ve ayaklanma sırasında Van valisi Cevdet Bey’in bölge halkına çektirdiği zulmün ayrıntıları hem Osmanlı belgelerinde, hem de resmi tarih anlatısı içindeki kitaplarda bulunabilir.
Dönemin Erzurum valisi Tahsin Bey durumu “Van’da ihtilal olmazdı ve olamazdı. Kendimiz zorlaya zorlaya şu içinden çıkamadığımız kargaşalığı meydana getirdik ve Şark’ta orduyu müşkül duruma soktuk” sözleriyle ifade ediyor.
İsyan argümanında dikkati çeken bir diğer nokta, Ermenilerin gönüllü birlikler oluşturmak üzere Rus ordusuna katılarak Osmanlı’yı arkadan hançerledikleri iddiasıdır. Bu iddiayı savunanlar gönüllü birliklerin Osmanlı vatandaşı olmayan Kafkas Ermenilerince kurulmuş olduğu gerçeğini özenle gözlerden kaçırmaya çalışıyorlar. Kafkasya Ermenileri Osmanlı’yı ‘arkadan vurmuş’ olamazlar, zira onlar Osmanlı değil Rus vatandaşıydı.
‘Soykırım başka tehcir başka’
Soykırım değil, tehcir kararı alındı. Tehcir savaş bölgesiyle sınırlıydı. Her türlü tedbire rağmen doğal koşullardan ya da çetelerin saldırılarından kaynaklanan ölümler yaşandı.
Resmi tarih anlatısı yüz binlerce insanı ‘nakliye zaiyatı’ olarak tanımlamakta sakınca görmez. Üstüne üstlük, Osmanlı’nın savaş hengâmesinin ortasında dahi tehcir sürecini titizlikle yürüttüğünü, kafileleri korumakla görevli birimler görevlendirdiğini iddia eder. Osmanlı arşivlerinde bulunan belgeler ise bambaşka bir tarihsel gerçekliğe işaret ediyor. Bu belgelerde Osmanlı hükümetinin sürgün yollarının güvenli olmadığı konusunda defalarca bilgilendirildiği, kafilelere yapılan saldırılardan ve meydana gelen ölümlerden haberli olduğu ve hiçbir önlem almadan sürgünlere devam ettiği açıkça görülüyor.
“Tehcir” kararını insani duyarlılıkları sebebiyle uygulamak istemeyen vali, mutasarrıf ve kaymakamların önerileri dikkate alınmadı. Bu insani duruşta ısrar eden devlet görevlileri görevlerinden alındı, kızağa çekildi ya da Teşkilat-ı Mahsusa’nın düzenlediği cinayetlere kurban gittiler. “Bir ‘sevk’ talimatnamesini uygulamamak için hangi idareci canını ortaya koyar?” sorusu, resmi tarih anlatısında cevap bulmak bir yana, dikkate dahi alınmıyor.
Resmi tarih anlatısına göre, bu sevk kararı imparatorluk için güvenlik tehdidi oluşturan Ermenilerin Osmanlı’nın güvenliğini tehdit etmeyecekleri bir bölgeye sürgün edilmeleri için alınmıştı. Öte yandan, Ermeniler bir yabancı devletle asgari seviyede iletişimde bulunabilecekleri, Osmanlı’ya ‘hıyanet’ etme kapasitelerinin en az olduğu, Kayseri, Eskişehir gibi bölgelerden dahi sürülmüşlerdir. Sürüldükleri Suriye bölgesi aslında Fransızların uzun yıllardır kendilerine müdahale alanı yaratmaya çalıştıkları, savaşın ve emperyal oyunların tam göbeğinde bir bölgedir. Der Zor’un nasıl bir stratejik analizle Kayseri’den, Muğla’dan, Kastamonu’dan daha güvenli, dış çevreye daha kapalı sayılabileceği resmi tarih anlatısının ‘çözülememiş gizemlerinden’ biridir. Bu da meselenin bu politikaların bir güvenlik tedbiri olarak “tehcir” şeklinde tanımlanamayacağını gösteriyor.
‘Kötü muamele cezasız kalmadı’
Tehcir edilen Ermenilere kötü muamele edenler devlet tarafından cezalandırıldı
Resmi tarih anlatısına göre Talat Paşa tehcirde suiistimalleri olan kişilerin yargılanmasında bizzat öncülük ederek, idamlarına zemin hazırlamıştır. Bazılarına göre, bu yargılamalar devletin soykırım kararı almadığını gösteriyor. Savaş sırasında Talat Paşa’nın bazı görevlileri Divan-ı Harb-i Örfi yoluyla soruşturduğu, yargıladığı ve hatta bazılarını idam ettirdiği doğrudur ama yapılan soruşturmaların hiçbirinin nedeni işledikleri cinayetler ya da yaptıkları katliamlar değildir. Bu soruşturmalarda hedef alınan kitle yolsuzluk yapanlardır. Devlet, tehcir kararıyla birlikte Ermenilerin geride bıraktıkları malların devletin kontrolünde olduğunu bildirmiştir. Alınan karara göre, bütün mülkler komisyonlar aracılığıyla kayıt altına alınacak ve bizzat devlet tarafından idare edilecekti. Devlet bu mülklerin özel amaçlar için kullanılmasını engellemek üzere devlet memurlarının Ermenilere ait mallara el koymalarına yasak getirmişti. Buna rağmen, pek çok yerel idareci ve memur Ermenilerin mallarını zimmetlerine geçirdiler. Osmanlı Hükümeti malları kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmak istediği için malların kontrolü sırasında suiistimalleri olanları ve malları yağmalayanları yargıladı. Bu yargılamalar için üç soruşturma komisyonu oluşturuldu.
Yargılamalar esnasında katliamlarla ilgili sorular gündeme getirilmedi. Yalnızca yağma ve zimmete geçirilen mallarla ilgili sorular soruldu. Bu soruşturmaların raporlarından birinde, gördüğü cinayetleri anlatan bir şahidin komisyon başkanı tarafından azarlandığı, sadece yolsuzlukla ilgili sorulan soruya cevap verilmesinin istendiği ve ısrarla cinayetlerden bahsettiği için dışarı atıldığı kayıt edildi.
Bu yargılamalar sırasında Çerkez Ahmet ve Yakup Cemil gibi bazı Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri de idama mahkûm edildi. Fakat bunların idam edilmelerinin gerekçesi Ermenileri katletmeleri ve eşyalarını gasp etmeleri değildi. Çerkez Ahmet ile ilgili olarak Talat Paşa’nın Cemal Paşa’ya çektiği telgrafta “Kendisinin imhası her halükârda gereklidir. Aksi takdirde ileride çok zararlı olabilir” deniyor. Yakup Cemil’in idam edilme gerekçesi de İttihatçı yöneticilere karşı darbe organize etmeye çalışmasıdır. Kısacası, İttihatçı hükümet Teşkilat-ı Mahsusa içerisinde yer alan çete reislerinin gelecekte kendisi için tehdit oluşturmaları olasılığını bu yargılamalar yoluyla ortadan kaldırmak istedi.
‘Devlet şefkat elini uzattı’
Osmanlı devleti tehcir edilenlere her türlü yardımı yaptı, sürüldükleri yerlerde iş bulmaları için önayak oldu
Bu iddiaya göre Ermenilere maddi olarak ciddi yardımlar yapıldı, kendilerine sürgün bölgelerinde araziler verildi ve hatta el konulan mallarının satış bedelleri kendilerine iade edildi. Bu teze kanıt olarak tehcir talimatnamesi ve sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek belge öne sürülüyor.
Osmanlı Devleti sürülen Ermenilere maddi açıdan yardım etmek bir yana, tehcirin maliyetini bile Ermenilerin geride bıraktıkları mallar üzerinden, yani ‘emval-i metruke bütçesi’nden karşıladı. İaşe ve iskândan sorumlu Şükrü Kaya, Talat Paşa’ya Ermenilerin kitlesel olarak kendi sürgünlerini finanse etmeleri fikrini önerdi. Talat Paşa da Ekim 1915’te bu öneriyi onayladı. Öte yandan, Ermeniler sürgün sırasında rüşvet vermekten ve gasp edilmekten dolayı mali açıdan tükendiler. Bu nedenle, İttihat Terakki yönetimi, finansman politikasını değiştirdi ve tehciri emval-i metruke aracılığıyla finanse etmeye başladı.
Osmanlı devletinin Ermeni mülklerini idare etme biçimi, Ermenilere ait malların satış bedellerinin sahiplerine iade edildiği iddiasının temelsizliğini ortaya koyuyor. Devlet bu mülklerin bir kısmını, kapış kapış kapışılacak fiyatlarla şaibeli açık artırmalarla satışa sundu. Önemli bir kısmını ise devletin kendi ihtiyaçlarının karşılanması, orduya giysi ve iaşe temin edilmesi, muhacirlerin iskân edilmesi gibi amaçlarla kullanıldı. Devlet idarecilerinden sıradan halka kadar geniş bir kesim söz konusu mülkleri yağmalayıp gasp etti. Bu tarihsel bilgiler ışığında, Osmanlı Devleti’nin sürgün ettiği Ermenileri ekonomik açıdan yıkıma uğrattığı inkâr edilemez.
‘Ölü sayısı abartılıyor’
Tehcir edilenlerin sayısı 500 bindir. 200 bin kadar ölüm vardır.
Tehcir edilenlerin ve insani kaybın sayısını az gösterme eğilimi Murat Bardakçı’nın Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi’ni yayımlamasıyla sekteye uğradı, zira Talat Paşa’ya göre tehcir edilen Ermenilerin sayısı resmi tarih anlatısının çok üzerindedir. Talat Paşa tehcir sırasında vilayetlere telgraflar çekerek, vilayetlerden ne kadar Ermeni’nin sürüldüğüne ve ne kadar Ermeni’nin kaldığına ilişkin bilgileri iletmelerini istedi. Paşa’nın listesine göre tehcir edilen Ermenilerin sayısı 924 bin 158’dir. Bu listede İstanbul, Van, Antalya, Eskişehir ve Urfa gibi Ermenilerin tehcire uğradığı bazı vilayetlerin eksik olduğu düşünülürse, bu sayının daha da yüksek olması beklenebilir.
Resmi tarih anlatısının baz aldığı 500 bin rakamı, Suriye çöllerindeki kamplara ulaşabilen Ermenilerin sayısıdır. Bu belgelerin savaş koşulları altında yazıldığı ve önemli arşiv belgelerinin yok edildiği dikkate alındığında tehcirle ilgili kesin sayılara ulaşmanın mümkün olmadığı söylenebilir. Böyle bir çabaya girişmenin ne denli manidar olduğu da ayrıca sorgulanabilir. Öte yandan, Talat Paşa’nın kara kaplı defteri temel alındığında dahi 400 binden fazla Ermeni’nin sürgün bölgesine ulaşamadığı çok açıktır.
‘Tehcir savaş bölgeleriyle sınırlıydı’
Tehcir kararı Mayıs ayında uygulanmaya başlandı, ilk olarak savaş bölgelerinde uygulandı.
İlk tehcir kararı Mayıs değil, Şubat ayında uygulamaya konuldu. Zeytun ve Dörtyol bölgelerindeki Ermeniler asker kaçaklarıyla mücadele bahane edilerek iç bölgelere sürüldüler. Bu uygulamanın ilk etabında Dörtyol civarındaki Ermeniler Konya’ya tehcir edildi. 8 Nisan 1915 tarihiyle birlikte Zeytun ve Maraş’taki Ermeniler de iç bölgelere sürülmeye başlandı. Tehcirin birinci safhasındaki bu sürgünlerin geçici savaş tedbirleri olmadığı Nisan ayının ortasında Ermenilerden boşalan yerlere Müslüman muhacirlerin yerleştirilmesinden anlaşılmaktaydı. Haziran 1915’te nüfusu Müslümanlaştırılan Zeytun’un adı da Süleymanlı olarak değiştirilmişti. Sürgünlerin aylar öncesinden başladığının bir diğer kanıtı da 31 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilen Meclis-i Vükela kararıdır. Bu kararda tehcir uygulamasından bahsedilirken “nakl-ü iskanına mübaşeret ve devam edilmekde” deniyor, yani bu tarih itibariyle tehcir uygulamasına zaten başlanmıştı. Tarihsel belgeler incelendiğinde tehcir yasasının uygulamanın başlamasından sonra geçirildiği çok açıktır. Tehcirin kanunlaştırılması, diğer ülkelerin sürgünlerle ilgili haberlere tepki vermeye başlamaları, hatta Osmanlı yöneticilerinin yaşanan kırımlardan sorumlu tutulacağına ilişkin notalar vermeye başlamalarından sonra oldu. Bu tepkiler karşısında Talat Paşa hali hazırda devam eden bu uygulamaya yasal bir kılıf uydurma çabasına girdi ve olayların sorumluluğunu kendi üzerinden atarak bir hükümet meselesi haline getirmeye çalıştı.
‘Ermeniler rahat edecekleri bir yere gönderildi’
Ermeniler çöle değil, imparatorluk coğrafyası dahilinde olan Suriye’nin yerleşime elverişli bir bölgesine, verimli topraklara gönderildi
Der Zor’un yerleşime elverişsiz çöl niteliğinde bir bölge olduğunu Osmanlı idarecilerinin de bildiği, Osmanlı arşivinde bulunan çeşitli belge ve raporlardan anlaşılıyor. 1. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti çeşitli coğrafyalardan sürülen ya da göç eden Müslüman muhacirleri iskân etme sorunuyla karşı karşıyaydı. Osmanlı idarecileri bu muhacirlerden bir kısmının Der Zor bölgesinde iskan edilip edilemeyeceğini soruşturmaya başlamışlardı. Eski Der Zor mutasarrıfı Lütfi Bey bölgenin iskâna elverişli olmadığını belirten bir rapor hazırladı. Çöl niteliğindeki bölgelerin yerleşime elverişsizliğinin Osmanlı idarecileri için ne kadar gündelik bir bilgi olduğu mecliste yaşanan tartışmalardan da anlaşılmaktadır. Müslüman muhacirlerin Ege ve Trakya bölgesindeki Rum köylerine yerleştirilmesini eleştiren mebus Emanüelidi Efendi, Üsküdar’dan Basra’ya kadar boş bir sürü arazi olduğunu belirtmiş ve muhacirlerin buraya yerleştirilmesini önermişti.
Talat Paşa bu öneriyle ilişkili olarak “Bu muhacirleri dedikleri gibi oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan ölecekti” diyerek çöl bölgelerinin iskân için ne derece uygunsuz olduğunu itiraf etmişti. Aynı Talat Paşa 10 ay sonra Ermenilerin Der Zor’a sürülmesine bizzat karar verdi.
‘24 Nisan kurbanları masum değildi’
24 Nisan 1915’te tutuklanan Ermeni aydınlar toplumu isyana teşvik eden komitacılardı.
Bu iddiada sözü edilen 240 kişi, Ermeni ileri gelenlerine karşı düzenlenen bir operasyonla tutuklandılar. Birkaç gün içerisinde sayıları 2345’e ulaşan tutuklamalarla Ermeni mebuslardan şairlere Ermeni toplumunun deyim yerindeyse ‘beyni’ hedef alındı. Bu kişiler tutuklanmalarını takiben Ayaş ve Çankırı’ya sürüldüler. Haklarında hiçbir yargısal süreç başlatılmayan tutuklulardan 761’i öldürüldü. İlk etapta tutuklananlar arasında II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren İttihat Terakki ile çeşitli ittifaklar yapan ve yasal parti statüsündeki Taşnaktsutyun ve Hınçak partilerinin üyeleri de vardı. Fakat tutuklanan kişilerin hepsi bu örgütlerin üyesi değildi. Bazılarının hiçbir örgütle ilişkisi yoktu. Bu kitlesel tutuklamaların hedefinde Ermeni toplumuna yönelik imha politikasının onlar tarafından uluslararası kamuoyuna aktarılmasını önlemek bulunuyordu.
‘İttihatçılar uluslararası düzeyde yargılanıp aklandı’
İttihatçılar Malta süreci ile soykırım suçundan uluslararası düzeyde aklanmış oldu.
Bu iddianın güçlendirilmesi amacıyla Yahudi Soykırımı’nda rolü olanların yargılandığı Nürnberg mahkemeleri ile Malta ‘yargılamaları’ eş tutuluyor. Oysa Malta yargılamalarının seyri bu iddiayı daha ilk bakışta çürütüyor. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra toplanan Paris Barış Konferansı’nda İngiltere’nin ısrarıyla Osmanlı’daki savaş suçlularının yargılanmasına savaşın hemen ardından İstanbul’da başlandı. Yargılama süreci Osmanlı Hükümeti’nin kendisi tarafından başlatıldı. Bu kapsamda, bazı İttihat Terakki yöneticileri ve yerel idareciler, Osmanlı Devleti’nin savaşa sokulması, tehcir sırasında Ermenilerin kırıma uğratılması gibi suçlarla tutuklandılar.
Bu süreç esnasında, İngiltere, Osmanlı Devleti’nin yargılamaları hakkaniyetle gerçekleştiremeyeceğini ve tutuklanan kişilerin serbest bırakılacağını düşünüyor ve söz konusu suçlarla ilişkilendirilen kişilerin Osmanlı toprakları dışına çıkarılmasını istiyordu. İngiltere’nin bu yöndeki teklifi müttefik güçlerce kabul görmedi, özellikle Fransa bu teklife çok sert tepki gösterdi. Fransa, barış antlaşması imzalanmadan Osmanlı Devleti’nde suç işleyenlerin Osmanlı mahkemelerinde yargılanması gerektiği kanaatindeydi. Bu tartışmalar sırasında, İstanbul yargılamaları kapsamında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idam edilmesine karar verildi ve infazı gerçekleştirildi. Bunun üzerine, Türk milliyetçisi bir grup idamı protesto etti. Bu protesto sonrasında İngiltere bütün tutukluların serbest kalabileceği ihtimalini gerekçe göstererek bazı tutukluların Malta’ya sürülmesine karar verdi. Bu karar müttefik güçler tarafından tepkiyle karşılansa da, İngiltere tutsakların kaçmasına müsait bir ortam olduğunda ısrar etti ve bu kişilerin gelecekte müttefiklerin ortaklığında kurulacak bir mahkemede yargılanıncaya değin Malta’da İngiltere’nin gözetiminde tutulacaklarını belirtti.
İngiltere 240 kişiyi savaşla ilişkili suçlardan müttefiklerin kuracağı bir mahkemede yargılamak istiyordu; bu kişilerden 70’i Malta’da tutukluydu, diğerleri ise aranıyordu. İngiliz Başsavcılığı, Ağustos 1920’de Malta’daki tutukluları tutuklanma gerekçelerini oluşturan suç iddialarına göre üç sınıfa ayırdı: İngiliz savaş tutsaklarına kötü davrandıkları iddialarıyla tutuklu bulunanlar; sürgün, yağma ve kırım suçlarıyla ilişkili olarak tutuklu bulunanlar; mütarekeyi ihlal yoluyla siyasi suç işledikleri iddiasıyla tutuklananlar. Başsavcılık, bu kişilerden sadece birinci grupta olanların kendi yargılama alanına girdiğine, diğer tutukluların barış antlaşmasının imzalanmasının ardından müttefiklerin ortak kuracağı mahkemelerce yargılanmaları gerektiğine karar verdi.
İngiltere, bir yandan Malta’daki tutukluların yargılanması için Paris’te müttefik devletleri ikna etmeye çalışırken, bir yandan da Anadolu’da bulunan 24 İngiliz savaş esirini kurtarmak için Osmanlı topraklarındaki siyasi otoriteler ile müzakere ediyordu. Önce İstanbul Hükümeti ile pazarlık edilmek istendi, Ankara ile müzakereler Kurtuluş Savaşı’ndaki gelişmelere paralel olarak gelişti. İki müzakere sürecinin de amacı değiş-tokuş yoluyla Anadolu’daki İngiliz savaş esirlerini kurtarmaktı.
Bu süreçte, İngiliz esirleri meselesi İngiltere Hükümeti’ni iç siyasette sıkıştırmaya başlamıştı. Parlamentoda bu konuya ilişkin sert tartışmalar yapılıyor, hükümet esirlerin serbest bırakılmaları konusunda üstüne düşen vazifeyi yerine getirmemekle itham ediliyordu.
İngiltere Hükümeti Türk-Yunan Savaşı’nın Kemalistler lehine ilerlemeye başlamasının yarattığı kaygılar ve iç siyasetteki konumunun bu mesele yüzünden zedelenmesi üzerine esirler konusunda geri adım attı ve bütün tutsakları İngiliz esirlerine karşılık serbest bırakmaya karar verdi. 30 Ekim 1921’de 24 İngiliz esirine karşılık, İngiltere gözetimindeki bütün Malta tutsakları serbest bırakıldı. İngiliz esirlere zalimce davranmakla suçlanan tutuklular dahi bu süreçte hürriyetlerine kavuştular.
Malta sürgünlerine ilişkin tarihsel veriler dikkate alındığında Malta sürecinin İTC’yi uluslararası hukuk nezdinde aklayan bir anlam taşımadığı ortaya çıkıyor. Birincisi, Malta sürecinin kendisi uluslararası bir yargılama zemini değil, İngiltere hükümetinin -başta Anadolu’nun işgalini kolaylaştırmak olmak üzere- siyasi amaçlarla meydana getirdiği politik bir mekanizmadır. İkincisi, Malta sürecinde başsavcılık kırım, sürgün ve yağmadan suçlanarak tutuklananlara ilişkin bir tek karar vermiştir; o da bu kişilerin İngiliz mahkemelerince değil uluslararası bir mahkeme tarafından yargılanması gerektiğidir. Yani, Malta sürecinde bu kişilere ilişkin ne dava açılmış, ne de haklarında hüküm verilmiştir. Üçüncüsü, ikinci gruptaki kişiler hukuken kırım, yağma ve sürgün suçlarından beraat etmediler; bir esir takası antlaşması uyarınca serbest bırakıldılar.
Kaynakça:
Akçam, Taner, “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur”: Osmanlı belgelerine göre savaş yıllarında Ermenilere yönelik politikalar, İstanbul: İletişim, 2009.
Akçam, Taner, İnsan hakları ve Ermeni sorunu: İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşı’na, İstanbul: İletişim, 1999.
Aktar, Ayhan, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, İstanbul: İletişim, 2006
Dadrian, Vahakn, The History of the Armenian Genocide: Ethnic Conflict from the Balkans to Anatolia to the Caucasus, Providence, RI: Berghahn Books, 1995.
Dündar, Fuat, Modern Türkiye’nin şifresi: İttihat ve Terakki’nin etnisite mühendisliği, 1913-1918, İstanbul: İletişim, 2008.
Kevorkian, Raymond H., Soykırımın ikinci safhası: Sürgüne gönderilen Osmanlı Ermenilerinin Suriye-Mezopotamya toplama kamplarında imha edilmeleri (1915-1916), İstanbul: Belge, 2011.
Minassian, Gaidz ve Avagyan, Arsen, Ermeniler ve İttihat Terakki: İşbirliğinden Çatışmaya, İstanbul: Aras, 2005.
Üngör, Uğur Ü. ve Polatel, Mehmet, Confiscation and Destruction: The Young Turk Seizure of Armenian Properties, London: Continuum, 2011.
Yeghiayan, Vartkes, Malta Belgeleri: İngiltere Dışişleri Bakanlığı “Türk Savaş Suçluları” Dosyası, İstanbul: Belge Yayınları, 2007.




"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."M.A.ERSOY