24 Ocak 2010 Pazar

B PLÂNI
2003 Dergisinden aldığım bu yazı Irak’ın durumunu ve İsrail’in olayların içerisinde ne kadar olduğunu ve istihbaratların ülkelere nasıl girdiğini,ABD ve İsrail’in kader birliğini,İran’ın coğrafyamızdaki etkisini okurken Türkiye’nin içerisinde olduğu gündemi aklınızdan geçirin.

SEYMOUR M. HERSH
ABD Askerî Olarak Mağlup Edilemez Ama Siyasî Olarak Bitti
Savaş, Temmuz 2003’de, Başkan Bush Irak’ta zafer ilân ettikten iki ay sonra, bırakınız yavaşlamayı, oldukça kritik bir noktaya ulaştı. Savaşın en şevkli savunucularından olan İsrail mevcut idareyi; Amerikan önderliğindeki işgalin yaz sonundan itibaren artan bir direniş dalgası -bombalama ve suikast kampanyası- ile karşı karşıya kalabileceği yönünde, uyarmaya başladı. Irak’ta bulunan İsrail istihbarat kaynakları; direnişçilerin, İran-Irak arasındaki korunmayan sınırdan gönüllerince geçen İran istihbaratının ajanlarının ve diğer uluslardan savaşçıların desteğini aldıklarını rapor ediyordu. İsrailliler, söz konusu 1500 km’lik sınırı ne pahasına olursa olsun emniyete alması konusunda ABD’yi uyardılar.
Sınır açık kaldı. Ancak Washington Enstitüsü Yakın Doğu Politikaları Başkan Yardımcısı Patrick Clawson; “İktidar, İsrail’in İran istihbaratını kâle almıyor değildi. Geçen yaz sınırın kapatılması için adımlar atıldığından şüphe yok. Ancak tutumumuz, sınırı aşan sıradan İranlılarla Iraklılar’ın temas kurmalarının daha yararlı olacağı yönündeydi ve hac gibi amaçlarla her gün binlerce İranlı sınırı geçiyordu” diyor ve ekliyor; “Karşılaştığımız sorun şuydu: Acaba bu tutumun getirisi gerçekten götürüsünden fazla mıydı? Gerçekten Iraklılar’ı izole etmek istiyor muyduk? Bu soruya cevabımız, İranlılar ellerine silâh alıp bize ateş etmedikleri müddetçe ödenen bedele değer şeklinde tecelli etti.”Clawson; “İsrailliler bizle bu konuda oldukça keskin bir şekilde ihtilafa düştüler. Kaygılarını açık sözlülükle ortaya koydular; ‘İranlılar, Irak’ta sosyal ve hayır dernekleri kuracaklar ve bunları Amerikalılar’a silâhlı saldırı düzenleyecek insanları devşirmek için kullanacaklar.’” Artan şiddet bu kaygının doğru olduğunu ispatladı. Ağustos’un başında işgale karşı ayaklanma, Bağdat’ta kırk iki insanın öldüğü, Ürdün Büyükelçiliği’nin ve Birleşmiş Milletler Merkezi’nin bombalanması eylemleri ile patladı. Eski bir İsrail istihbarat subayı ise, “İsrail liderliğinde ABD’nin İran’la yüz yüze gelmekten kaçındığı yönünde kanaatinin oluştuğunu” söyledi ve Irak’taki vaziyetin kurtarılması konusunda ise, “Artık askerî olarak mâkul değil -ABD askerî olarak mağlup edilemez- ama siyasî olarak bitti.” dedi.
Ulusal Güvenlik Konsey’inde geçen seneye kadar görev ifa eden eski CIA analisti ve Saban Ortadoğu Politikaları Merkezi’nin yeni araştırmacısı Flynt Leverett ise, geçen sene yaptığı değerlendirmede şunları söyledi; “Bush’un, ‘Görev Tamamlandı’ şeklindeki Mayıs konuşmasının prematüre olduğu açıkça ortaya çıktıktan sonra, vaziyeti tersine çevirmek için bir şansı vardı, Bush takımı müttefiklere giderek (ve onların desteğini alarak) cephede daha fazla asker bulundurabilirdi, ama neoconlar burunlarının dikine giderek; ‘Biz bunu kendi yolumuzla hallediyoruz’ tavrını sürdürdüler”.Leverett açıklamalarını; “Başkan ancak iş işten geçtikten sonra, bir stratejik değişiklik yapmak veya tek taraflı kontrol konusunda dayatırsa, setleşmek ve gerçek direnişin kaynağını bulmak zorunda olduğunu anladı” şeklinde sürdürdü. Leverett’in söylediğine göre, Bush iktidarı bundan sonra, “Guantanamo modelini Irak’a uygulama” yâni sorgulama kurallarını bir kenara bırakma kararını verdi. Kararları direnişi durdurmakta başarısız oldu ve nihayetinde Ebu Garip hapishanesi skandalı ile neticelendi.

Ehud Barak’dan Cheney’e Nasihat:
“Yapılacak tek şey yaşanacak rezaletin büyüklüğünün seçilmesinden ibaret”Kasım başında Başkan Bush, Irak’taki CIA istasyonu şefinden -CIA jargonunda “Aardwolf” olarak adlandırılan ve özel bir cephe analizini içeren- Irak’taki güvenlik durumunun çökmenin eşiğine yaklaştığı uyarısını yapan amansız bir değerlendirme aldı. Knight-Ridder’ın tanımlaması ile söz konusu belgede; “Savaş sonrası ihdas edilen hiçbir siyasî kurum veya lider, ülkeyi yönetebilme kabiliyetini sergileyememiş, seçim düzenleyememiş veya bir anayasa taslağı oluşturamamıştır” denmektedir.
Rapordan birkaç gün sonra, şiddetten ve kendisine ulaşan yeni istihbarattan şaşkına dönmüş Bush iktidarı, sonunda kendi başına hareket etme politikasını değiştirmeye kalkışmış ve Birleşmiş Milletleri sürece dahil etmek üzere, 30 Haziran’ı bir geçici hükümete idareyi devretme tarihi olarak belirlemişti. Irak konularında çalışan bir Birleşmiş Milletler danışmanı, “2003 Kasım’ında yâni Başkanlık seçimlerinden tam bir yıl önce paniklediler ve kabahati BM ve Iraklılar ile paylaşmaya karar verdiler” diyor.
Savaşı destekleyen iktidarın eski bir görevlisi, geçen sonbaharda Irak’a cesaret kırıcı bir ziyarette bulundu. Daha sonra Tel-Aviv’i de ziyaret ettiğinde İsraillilerin de aynı şekilde şevklerinin kırıldığını gözlemledi. Onlara göre, uyarıları ve tavsiyeleri göz ardı edilmişti ve direnişe karşı yürütülen Amerikan savaşı batmaya devam ediyordu. “İsrail’in siyaset ve istihbarat dünyasının önde gelenleri ile saatlerce konuştum” diyen eski yetkiliye İsrailliler endişelerini, “Irak’ta işi düzeltemeyeceksiniz ve bizlerin de kendimizi en kötü senaryoya ve onunla nasıl başa çıkacağımıza hazırlamamız gerekmez mi?” şeklinde dillendirmişler.
Eski İsrail Başbakanı ve Bush iktidarının Irak’ı işgalini destekleyen Ehud Barak bu noktada işi ele alıyor ve bizzat Başkan Yardımcısı Dick Cheney’i, Amerika’nın savaşı kaybettiği yollu uyarıyor. Barak’a yakın bir Amerikalıya göre Cheney’e demiş ki, “İsrail bir işgali kazanmanın bir yolu olmadığını öğrendi.” Barak’ın Cheney’e dediğine göre; “Yapılacak tek şey, yaşanacak rezaletin büyüklüğünün seçilmesinden ibarettir.” Cheney, Barak’ın bu yorumuna cevap vermemiş. (Cheney’in ofisi bu konuda yorum yapmaktan çekinmiştir.)

İsrail Ajanları İşbaşında
Avrupa, Ortadoğu ve ABD’de de gerçekleştirdiğim bir seri görüşmede yetkililer bana; “İsrail’in, geçen yılsonu itibariyle Bush iktidarının Irak’a demokrasi ve istikrar getiremeyeceği ve bu nedenle İsrail’in diğer opsiyonlara ihtiyaç duyduğu konusunda karara vardığını” söylediler. Bana söylendiğine göre, Başbakan Ariel Sharon’un hükümeti, yarı bağımsız Kürdistan bölgesinde kayda değer bir varlık oluşturarak, Irak’ın Kürtleri ile uzun süredir süregelen ilişkisini geliştirmek yoluyla savaşın İsrail’in stratejik pozisyonuna verdiği zararı minimize etmeyi kararlaştırdı. Yetkililer bana, Sharon’un ağır bir mali taahhüdü de içeren ve Irak’taki direniş büyümeye devam ettikçe daha fazla kaos ve şiddet yaratma potansiyeline sahip bu pervasız kararını açıkça anlattılar.
İsrail’in istihbari ve askerî ajanları hâlihazırda Kürdistan’da sessizce işbaşındalar ve Kürt komando birliklerine eğitim veriyorlar. İsrail açısından en önemlisi de İran ve Suriye’deki Kürt bölgelerinde örtülü operasyonlar yürütüyor olmaları. İsrail, özellikle savaşla bölgedeki pozisyonu güçlenen İran’dan tehdit algılamakta. Aralarında İsrail’in gizli dış istihbarat teşkilatı MOSSAD üyelerinin de bulunduğu İsrailli ajanlar, Kürdistan’da işadamı sûretinde ve kimi zaman İsrail pasaportu dahi taşımadan faaliyet yürütmekteler.
Yorum yapması istendiğinde İsrail’in Washington Büyükelçiliği sözcüsü Mark Regev, “Bu hikaye tamamen yanlış ve ilgili hükümetlerin haberdar oldukları da yanlıştır” dedi. Kürt yetkililer de, tıpkı ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü gibi, bu konuda yorum yapmaktan çekindiler.


 (devamı için) dergi abonelik istiyor
KÜRESEL SERMAYENİN HİZMETKARLARI
-Atilla YAYLA-



"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."
TÜRK ORDUSUNA ÜLKE İÇİNDEN SALDIRILAR GİDEREK YOĞUNLAŞMAKTADIR.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 16.12.2009 günü Trabzon’da, TGC Oruç Reis Firkateyni’nde düzenlediği basın toplantısında, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı psikolojik harekât yürütülmekte olduğunu açıkladı.

 Bu psikolojik saldırı özellikle medyada, ‘Pavyon’ Taraf gazetesinde üslenmiş ‘tetikçiler’ tarafından yürütülmektedir.

 Kendi ordusuna düşman bir medya acaba dünyanın başka ülkelerinde var mıdır?

 İşte bu soruyu yanıtlamak amacıyla başta ABD, Fransa ve İngiltere olmak üzere çeşitli ülkelere kısaca bir göz atalım.

 Amerika’da Ulusal Güvenlik
 ABD’de ‘Ulusal Güvenlik’ denildiğinde akan sular durur!

 Siyasi, askeri, ekonomik ya da toplumsal bir bilgiye ulaşmaya kalkışana, unvanı ne olursa olsun, ‘ulusal güvenlik’ nedeniyle bu bilginin verilemeyeceği söylenebilir. İtiraz yoktur. Başvuracak bir yer de yoktur!

 Amerika’da devlet, şeffaf değildir.

 Hangi bilgilere erişilip erişilemeyeceğine devlet karar verir, her defasında yanıt hep aynıdır: Ulusal Güvenlik!

 ABD’de yerli ya da yabancı bir kişi, sırf ulusal güvenlik gerekçesiyle sorguya çekilebilir, tutuklanabilir, haftalarca gözaltında tutulabilir ve hatta işkence bile görebilir. İtiraz edilemez, zaten itiraz edilebilecek bir makam da yoktur!

 Amerika’da ‘Ulusal Güvenlik’ denildiğinde, hukukun genel ilkelerinden, insanların hak ve özgürlüklerinden asla söz edilemez!

 ABD’de ulusal güvenliği sağlayan ve denetleyen resmi kuruluşun adı, ‘National Security Agency’ yani, Ulusal Güvenlik Teşkilatı’dır, kısaca NSA olarak anılır.

 ‘Evrensel Hukuk’, ‘Uluslararası Hukuk’ gibi kavramlar, NSA için geçerli değildir!

 NSA, dünyada hiçbir yasa tanımadan, yabancı ülkelerdeki görüşmeleri dinler, bilgisayarlara girip tüm yazışmaları okur.

 NSA, 96 ülkede yılda yaklaşık 3 milyon görüşmeyi dinlemektedir.

 Gizli tutulsa da, NSA’da çalışan eleman sayısının yaklaşık 30 bin kişi olduğu tahmin edilmektedir.

 NSA’nin resmi logosunun altında şu sözler yer almaktadır:

 “Ulusumuzu Savunma, Geleceğini Güven Altına Alma”.
 NSA Yöneticileri

 Günümüzde NSA’nın en tepesindeki üç yönetici şunlardır:

 Başkan: Kor. General Keith B. Alexander

 Başkan Yardımcısı: Tuğgeneral Noel T. Jones

 Başkan Yardımcısı: John C. Inglis. NSA’daki en yüksek sivil bürokrat.

 Görüldüğü gibi, Amerikan ulusunun savunmasından ve geleceğinin güvence altına alınmasından sorumlu en üst resmi kuruluş olan NSA’nın başkanı asker, başkan yardımcılarından biri de askerdir.

 ABD’de hiçbir kurum, kuruluş ya da kişi, NSA’nın bu yapısını eleştiremez, NSA uygulamalarına karşı çıkamaz!

 ‘Asker mi bizim geleceğimizi güven altına alacakmış, onlar kendi işine baksın!’ diyebilecek bir gazeteci ortaya çıkamaz!

 NSA’yı eleştirmeyi göze alacak bir gazeteci, New York’ta üçüncü sınıf bir lokantada bulaşıkçılık işi bile bulamaz, isterse iki tane üniversite diploması olsun!


 ABD Başkanı J. F. Kennedy’nin öldürülmesiyle ilgili soruşturmayı yürütmüş, daha sonra bu konuda iki kitap yazmış olan başsavcı Jim Garrison şunları söylüyor:

 “Korkunç ama yalın gerçek şudur ki, ABD’de gerçek hükümet, CIA ve Pentagon’un bileşimidir. Senato ve Meclis’ten oluşan Kongre ise, sıradan bir tartışma derneğine indirgenmiştir.”
 ABD’de rejime karşı çıkanın başına ne gelir?
 Nazi Almanya’sında olduğu gibi vücudu hemen ortadan kaldırılmaz, çok daha kurnaz yöntemler uygulanır, ancak sonuç aynıdır.

 Egemenlerin Amerikan halkını aldatması ve istediği gibi yönlendirmesi, aralarında akademisyenlerin ve aydınların da bulunduğu bazı çevrelerce, iktidarda olmanın doğal sonucu olarak kabul edilmektedir.

 Amerikalı aydınların büyük bir kesimi, Beyaz Saray’ın ve Pentagon’un en sadık yandaşlarıdır.


 ABD Ordusu ve Holywood
 ABD Savunma Bakanlığı karargâhının bulunduğu yerin adı, Pentagon’dur.

 Pentagon demek, ABD ordusu demektir.

 Pentagon demek, ABD generalleri demektir.

 Pentagon, Holywood’da çevrilen sinema filmlerini denetleme ve gerekli gördüğünde sansürleme yetkisine sahiptir.[1]

 Amerikalı sade vatandaşların bundan haberi yoktur.

 Bu durumu bilen Amerikalı aydınların, akademisyenlerin, gazetecilerin, yazarların ve sivil toplum örgütlerinin de karşı çıkacak cesaretleri yoktur.

 Pentagon gerekli gördüğünde, sinema filmi yapımcılarını, senaryo yazarlarını çağırıp sorgular, resmi mektuplarla uyarır, kısacası sinema endüstrisini denetim altında tutar. Öyle ki, bazen bir sinema filminin kurgusunu yeniden yazdırtabilir, filmlerden bazı sahneleri çıkartabilir, hatta ana kahramanları bile değiştirebilir.

 Amerika’da sinema endüstrisinin merkezi Holywood’dur.

 Holywood, Amerikalı generallerin denetimindedir.

 Pentagon’da Siyonistler
 Amerika bir ülkeye karşı savaş açacaksa, ya da yabancı bir ülkeye asker gönderecekse, bunun kararını Amerikan hükümeti değil, Pentagon verir. Hükümet sadece onaylar.

 Pentagon ise, Siyonistlerin denetimindedir.
 Pentagon’un en üst düzey yöneticileri, başta JINSA (Ulusal Güvenlik Konularında Yahudi Enstitüsü) olmak üzere Siyonist lobilerin yönetim kurullarında görevlidirler.

 Peki, Amerika’nın ulusal güvenliğiyle Siyonizm arasında ne tür bir bağ olabilir, hiç soran olur mu?

 Soranın nefesini keserler!
 Pentagon, işine gelmediğinde, Birleşmiş Milletler Genel Kurul karalarını ve Güvenlik Konseyi kararlarını tanımaz.

 1996 yılında Pentagon’un üç yöneticisi, üçü de Siyonist, dönemin İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’ya, Saddam Hüseyin’i devirme emrini verdi. Sen yürü, biz seni destekleyeceğiz, dediler. Pentagon’un bu üç Siyonist yöneticileri kimlerdi?[2]

 Richard Perle: Pantagon Savunma Politikaları Kurulu Başkanı.

 Douglas Feith: Savunma Bakan Yardımcısı ve Pentagon Politika Danışmanı.

 David Wurmser: Silahların denetimi ve uluslar arası güvenlik konularında Savunma Bakan Yardımsısı Asistanı.

 Daha sonra, Pentagon’un bu üç Siyonist yöneticisi, ABD ordusunun Irak’ı işgalinde başrolü oynadılar. Siyonistlerin denetimindeki Pentagon karar verdi, ABD başkanı ve hükümetine bu saldırıya bahaneler uydurma görevi düştü.


 Fransa’da General de Gaulle

 İkinci Dünya Savaşı başladığında albay rütbesinde bulunan Charles de Gaulle, Almanlara karşı savaşta gösterdiği üstün başarılardan sonra tuğgeneralliğe terfi ettirilir ve Savunma ve Savaş Bakan Yardımcısı olarak atanır. Ancak Fransız hükümeti işgalci Alman güçleriyle anlaşma yapmaya karar verince, karşı çıkar. Fransız halkını Nazi Almanya’sına karşı direnmeye çağırır ve Londra’ya kaçar. Orada, bir ‘Sürgünde Fransız Hükümeti’ kurar. O artık Özgür Fransa’nın lideridir.

 Ağustos 1944’de Alman işgalinden kurtulan Paris’e girerken, General de Gaulle Fransız halkı tarafından büyük bir kahraman olarak karşılanır.

 Yeni Fransız anayasası hazırlanırken, geçici hükümetin başbakanlığına getirilir. Güçlü başkanlık sistemini önerir, kabul edilmeyince de istifa edip ayrılır.

 Mayıs 1958’de Fransa’nın sömürgesi Cezayir’de isyanlar başlar. Fransa’da siyasi dengeler bozulur, ortalık karışır, Dördüncü Cumhuriyet yıkılır.

 Fransız halkı, Emekli General de Gaulle’ü yeniden iş başına çağırır.

 Emekli General de Gaulle’ün istediği güçlü başkanlık sistemini getiren anayasayı Fransız halkı kabul eder ve Ocak 1959’da, Emekli General de Gaulle 69 yaşındayken, oyların yüzde 78’ini alarak, Fransa Beşinci Cumhuriyeti Devlet Başkanı seçilir.

 Emekli General de Gaulle, keskin bir ulusalcıydı. ABD ve Sovyetler Birliği’ne eşit uzaklıkta durarak, tam bağımsız Fransa’yı savundu.

 Koyu bir muhalefete rağmen Cezayir’in bağımsızlığını tanıdı.

 Fransa Devlet Başkanı Emekli General de Gaulle, 1966 yılında NATO’nun askeri kanadından çekildiklerini duyurdu ve Fransız topraklarındaki tüm Amerikan askeri üslerinin hemen çıkıp gitmelerini sağladı.

 Emekli General de Gaulle, Fransız ekonomisini tarihinde görülmemiş ölçüde güçlendirdi. Son 200 yılda ilk kez, Fransa’nın yıllık ulusal geliri, İngiltere’ninkini geçti.


 Mayıs 1968’de başlayan üniversite öğrencilerinin şiddetli gösterileri de Gaulle hükümetini sarstı. Genel grev, Fransa’yı felç etti. Başkan de Gaulle, seçimlere gitti. Fransız halkı, 78 yaşındaki bu emekli generali yeniden başkan seçti, bunalım sona erdi.

 Nisan 1969’da, de Gaulle yapmak istediği reformlar halkoylamasında reddedilince istifa edip ayrıldı. Kısa bir süre sonra, 9 Kasım 1970 günü öldü.

 Fransa Devlet Başkanı, Emekli General de Gaulle öldüğünde, bankalarda parası, içinde yaşadığı evinden başka malı, mülkü yoktu. Başkanlıktan ayrıldıktan sonra, askerlikten emekli maaşıyla neredeyse yoksulluk içinde yaşamış, devlet başkanlığından emekli maaşı almayı kabul etmemişti.

 Emekli General de Gaulle’ün ekonomik, siyasi ve toplumsal görüşlerinin ve eylemlerinin tümüne birden ‘Gaullism’, bu ideolojiye bağlı olanlara da ‘Gaullist’ denilmektedir. Gaullism’in temel ilkesi, ulusal bağımsızlıktır.

 Günümüz Fransa’sında ‘Halkçı Hareket Birliği Partisi’, Gaullist parti olarak tanımlanmaktadır.

 Şu soruları sormak zorundayız.
 1789’da yaptıkları Fransız Devrimi ile tüm Avrupa tarihine yön verenler, açtıkları “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” bayrağı ile demokrasinin öncülüğünü yapanlar, nasıl olmuş da 20. yüzyılın son çeyreğinde, hem de bir barış döneminde, on yıl süreyle devletin yönetimini bir emekli generale bırakmışlardır?


 Avrupa Birliği’nin kurucu üyesi olan Fransa’da, devletin başına bir sivilin değil de bir emekli generalin gelmesine neden toplumun hiçbir kesiminden karşı çıkan olmamıştır?

 Fransa’nın içinden hiçbir itiraz yükselmediği gibi, askerlerin yetki ve etkilerinin azaltılması ilkesini dayatan AB’nin diğer üyelerinden de niçin en küçük bir karşı çıkış duyulmamıştır?

 Neden, hâlâ günümüz Fransa’sında Gaullism ideolojisi geçerliliğini korumakta, Gaullistler hâlâ Fransa siyasetinde önemli bir rol oynamaktadır?

 Niçin Fransız siyasetçilerinden, medyasından, ya da aydınlarından, “Gaullism’in kökünü kazıyacağız” naraları yükselmemektedir?

 Neden Fransa’da hiç kimse, Gaullistleri ‘çağdışı’, ‘dinazor’ diye aşağılamıyor?


 İngiltere’de Askeri Darbe
 16 Mart 1976 tarihinde İngiltere Başbakanı Harold Wilson, halka beklenmedik bir açıklamada bulundu. Başbakanlıktan ayrılıyordu! İngiliz halkı şaşırmıştı, çünkü Harold Wilson’un başbakanlıkta daha üç yıl süresi vardı.

 O sıralar bu kararın alınmasına doyurucu bir açıklama getirilmemiş, türlü öyküler, kurgular ve dedikodular yazılıp söylenmiştir. Ancak otuz yıl sonra bu beklenmedik istifanın nedenleri ortaya çıktı.

 İngiliz ordusu, gizli istihbarat servisleriyle birlikte İşçi Partisi Genel Başkanı, Başbakan Harold Wilson’a darbe tasarlamıştı. Peki, tanklar başbakanlık konutuna ne kadar yaklaşmıştı?

 Harold Wilson, İngiliz ordusunun gizli istihbarat servisleri MI5 ve MI6 ile birlikte kendisine karşı uzun bir süredir çirkin bir kampanya yürüttüklerine kesin olarak inanıyordu. Ortaya çıkan yeni kanıtlar, Harold Wilson’un derin kaygılarında haklı olduğunu gün ışığına çıkardı.[3]



 Aşırı sağcıların çoğunlukta olduğu İngiliz gizli istihbarat servisi MI5’in üst düzey yöneticisi Peter Wright, çok sonraları, darbe planlamasındaki rolünü itiraf etti. Peter Wright şöyle diyordu:

 “Harold Wilson’u devirmeyi konuşup tartıştık. Ordunun en üst komutanlarıyla darbe planını görüştük.”
 Dönemin devlet bakanlarından Lord Chalfont da, ordunun en kıdemli generallerinin darbede yer almalarının planlanmış olduğunu açıklıyordu.

 Darbe planı söylentilerinin yoğunlaştığı 1967 yılında, Kraliçe’nin amcası Lord Louis Mountbatten’ın adı, askeri darbenin lideri olarak geçmekteydi. Plan o kadar ciddi boyutlara ulaşmıştı ki, General Sir Walter Walker, Kraliçe’nin İngiliz halkına darbeyi duyuracak olan konuşmasını bile hazırlamıştı!

 Darbeciler, Şubat 1974’de darbenin provasını yaptılar. Ordu, Londra’nın en büyük havalimanı Heathrow’u işgal etti. Sözde, IRA teröristlerine karşı ileride nasıl davranacaklarının eğitimini yapıyorlardı!

 Hükümetine karşı askeri darbe hazırlıklarının yoğunlaştığı sırada Başbakan Harold Wilson karısına, siyasetteki çok yakın arkadaşlarına ve Kraliçe’ye, altmışıncı doğum yılı gününde, yani 11 Mart 1976 tarihinde istifa edeceğini söylemişti.

 Düşmanlarını hiç kimse ve hiçbir şeyin durduramayacağını bilen Harold Wilson, başbakan olarak daha üç yıl süresi varken istifa ederek, İngiliz demokrasisine indirilecek bir darbeyi önlemiş oluyordu.

 Askeri darbeyle düşürülmesi planlanan İşçi Partisi hükümeti, 1979 seçimlerini kaybederek iktidardan ayrıldı, yerine Margaret Thatcher’in liderliğindeki sağcı Muhafazakâr Partisi geldi.

 Harold Wilson’a karşı planlanan askeri darbe ile ilgili ne o zaman ne de ondan sonra hiçbir resmi araştırma yapılmadı.

 Hiçbir İngiliz generali sorgulanmadı, ordunun karargâhına girilmedi, kozmik odalarda belge aranmadı. Darbe planlayıcılarından İngiliz gizli istihbarat servisleri MI5 ve MI6 hakkında da en küçük bir soruşturma yapılmadı. İngiliz yargısı, bu olaya hiç karışmadı. Medyadan ve sivil toplum örgütlerinden de ciddi bir ses çıkaran olmadı.

 Demokrasinin beşiği olarak bilinen İngiltere’de, 20. yüzyılın son çeyreğinde, halkın oylarıyla iktidar olmuş İşçi Partisi’ne ve onun başbakanına karşı ordu darbe planlamış, devletin hiçbir resmi organından ses çıkmamıştı. Kol kırılır yen içinde kalır, ilkesi izlenmişti.



 Eski Askerler Günü
 Amerika’da her yılın 11 Kasım günü, ‘Eski Askerler Günü’ olarak anılan bir tatil günüdür. Amerika’da yaklaşık 25 milyon emekli asker vardır ve işte bu gün onları onurlandırma günüdür.

 Amerika’nın şu ünlüleri, ‘Ünlü Eski Askerler’ olarak anılır, saygı görür:

Clint Eastwood (Oskar ödüllü aktör, direktör),
Tony Bennett (müzik adamı),
Rocky Marciano (eski ağırsıklet boks şampiyonu),
Johnny Carson (TV programcısı),
R. Buckminster Fuller (kâşif, mühendis),
Malcom Forbes (yayıncı, multimilyoner),
Alan Alda (aktör, direktör, senaryo yazarı),
Drew Carey (aktör),
Bill Cosby (aktör),
Dr. Jocelyn Elders (genel cerrah),
Chuck Norris (aktör),
Shaggy (pop süperstar),
George Steinbrenner (basketbol yöneticisi, işadamı),
Charles Walgreen (eczacı, zincir eczaneler sahibi),
Montel Williams (TV sunucusu),
Dave Thomas (şirket sahibi),
George Westinghouse (kâşif, mühendis, işadamı).
 Bu ünlüler her fırsatta, orduda ne zaman, nerede, hangi görevlerde bulunduklarını gururla anlatarak izleyicilerden, dinleyicilerden alkış alırlar, koltukları kabarır.

 Amerika’da çok sayıda ‘Eski Askerler’ örgütü vardır. İşte bunlardan bazıları:

Army Aviation of America,
Army Historical Foundation,
American Ex-Prisoners of War Organization,
American GI Forum,
The American Legion,
American Veterans,
Association of the United States Army,
Blinded Veterans Associaton,
Catholic War Veterans,
Disabled American Veterans,
Enlisted Association of the National Guard of the United States,
Jewish War Veterans of the United States,
Military Officers Association of America,
US Army Vietnam Veterans Association. Anma Günü (Gelincik Günü)
 Her yılın 11 Kasım günü İngiltere, Kanada, İrlanda Cumhuriyeti, Güney Afrika, Barbados ve Yeni Zelanda’da Birinci Dünya Savaşı’nda ölmüş olan askerler anılır. Bu anma gününe ‘Gelincik Günü’ de denilir. Askeri anıtlara gelincikten yapılmış çelenkler konulur. Kiliselerde dua edilir.

 11 Kasım günü Fransa ve Belçika’da ulusal tatil günüdür.

 Rusya’da her yılın 23 Şubat günü, ‘Ordu Günü’ olarak anılır.
 Dedeler, babalar, amcalar, erkek kardeşler, yeğenler ister emekli askerler olsun ya da olmasın, bu günü büyük coşkuyla kutlarlar. Ordularının geçmişteki kahramanlıklarını anar, gelecekte onlara olan güvenlerini dillendirirler.

 Rus halkının çok güzel bir geleneği vardır.

 Yeni evli çiftler, nikâh masasından kalkar kalkmaz, tüm davetlilerle birlikte, en yakındaki bir askeri anıta giderler, ellerindeki çiçekleri bu anıtın çevresine özenle yerleştirirler. En mutlu günlerinde, askerlerine olan sevgi, saygı, bağlılık ve güveni böyle sergilemiş olurlar.

 ABD’den, Soros’tan ve AB’den aldıkları hibeler ve Siyonist lobilerden sağladıkları desteklerle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yalanlarla, iftiralarla, karalamalarla saldıran medyadaki ‘tetikçileri’ ağır bir yenilgi beklemektedir.

 Türk ulusunun, ‘Kemal’in Askerleri’nden oluşan şanlı ordusuna duyduğu sevgi, güven ve bağlılık sonsuza dek sürecektir.

 Yılmaz Dikbaş



"SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR."
İSRAİL, FİLİSTİNLİLERİN ORGANLARINI ÇALDIĞINI İTİRAF ETTİ

İsrail’in öldürülen Filistinlilerin organlarını kullandığını itiraf ettiği; ancak bu uygulamanın 1990’lı yıllarda durdurulduğunu açıkladığı bildirildi.




İsrail’in öldürülen Filistinlilerin organlarını kullandığını itiraf ettiği; ancak bu uygulamanın 1990’lı yıllarda durdurulduğunu açıkladığı bildirildi.

İngiltere’de yayımlanan Guardian gazetesi, “İsrail Filistinlilerin organlarını kullandığını itiraf etti” başlıklı haberinde İsrailli doktorların Filistinlilerin organlarının kullanıldığını; ancak bu uygulamaya 1990’lı yılların sonlarında son verildiğini duyurdu.

İsrailli doktorların 1990’lı yılların sonlarında uygulamaya son verilse de Filistinlilerin organlarını ailelerinin izni olmaksızın aldıklarını ve kullandıklarını itiraf ettiklerini belirten gazete, İsrail adli tıp merkezi eski müdürü Dr.Yahuda Heys’in, “İsrail, bazı Filistinlileri öldürmüş ve onların organlarından yararlanmıştır” dediğini nakletti.

İsveç’te yayımlanan Aftonbladet gazetesinin İsrail’in Filistinlilerin organlarını çaldığına ilişkin haberinin İsrail tarafından yalanlandığını hatırlatan gazete, İsrailli doktorların organ hırsızlığı konusundaki itiraflarının artık İsrail televizyonlarında bile yayımlandığını, bunun da Filistinlilerin daha da öfkelenmesine sebep olduğunu yazdı.

Gazeteye açıklamada bulunan İsrail parlamentosundaki Arap milletvekillerinden Ahmed Tibi, “Bu itiraflar İsrail ordusunun ne kadar cani olduğunun açık bir göstergesidir” dedi.