Hrank’ın yokluğunda Agos gazetesi Ermeni soykırım
yalanını sahiplenmiş ve savunmaktadır.Küçük bir azınlığın hain yaklaşımını
görmemezlikten gelip, kimin öldürdüğü ve ne için öldürüldüğü çok net iken gazete
çevresinde örgütlenmiş azınlığı kazanmak adına (asla kazanılmaz, çünkü çok
taviz verildi) Hrank Dink’in uzun yıllar yaptığı bir sürü konuşmanın
arasından doğru olanı seçip onlara “sizi öldürenler bunlar” demekle Ulusal
Kanal ve İP etik olarak doğru yapmakla birlikte Atatürkçü tabanda (özellikle
genç kesimde) Ermeni
Soykırımı yalanının yalan olduğunu bilen ama cinayete tepkili
,çağdaş insan grupları oluşturmaktadır. Sonra da şehit cenazelerindekinden çok
“hepimiz Ermeni’yiz” diye bağıran insanlar görünce üzülüyor ve yakınıyoruz. Hırant
Dink’te yetişen her aydın gibi belli bir süreçten geçmiş, yanlış açıklamalar
yapmış ama diyalektik süreç ve akılsal düşünce doğru yola bulmasına neden olmuştur.
Bu hali ile emperyalist ve uşaklarının çıkarlarına kullandıkları kesimin
içinden gelen ciddi bir tehdide dönüşmüş ve katledilmiştir.
Gelişim süreci
anlatılmadan sadece son dönem konuşmalarının verilmesi, gençlerin Hrank’ın
katlinden sonraki değişimi görmesini engellemekte, Hrank’ın katlini ırksal bir
ayrım gibi gösterilmesini kolaylaştırmaktadır.
Şuan susturulmuş
bir aydınımızın ardından sürecin tam tersine döndüğü görülmektedir.
Ulusal Kanalın ve
İP sinin yaptığı Agos Gazetesi çevresinde örgütlenmiş, yelkenini emperyal
çıkarlara açmış küçük bir azınlığa gereğinden fazla yapılan doğruyu gösterme
çabasıdır;lakin sinsice suiistimal edilmektedir.
Agos’ta artık Hrank
yok ve rüzgâr başka yönden esiyor.
Ulusal Kanal ve
İP’si bu iyi niyetli politikasını gözden geçirmeli ve bana göre
değiştirmelidir. Soykırım Yalanını savunan azınlığın Ulusal fikirlere kavuşması
(nı bırakın, tarafsız olması, düşman olmaması) mümkün değildir. Hrank gibi
aydınların yetişmesi kolay ve sık olmadığından onsuz bir Agos’un tüm yazdıklarını,
tahriklerini görmemezlikten gelmek her şeyden önce Hrank’a yapılan
haksızlıktır.
Katillerini çok iyi bildikleri halde “çoğul”
ifadelerle kopardıkları tavizlerin yanına kendi düşmanlıklarını yansıtarak
Ulusalcıları katmaktadırlar. Buna taviz verilmemeli ve bu sinsi ajitasyona
ulusalcılar alet olmamalıdır. Bu haber ibretliktir.
Aşağıya istemesem de konunun net anlaşılması için Agos gazetesinin
bir haberini veriyorum.Umarım anlaşılır.Agos gazetesi çevresinde örgütlenmiş bir azınlık ne yazı ki Hrank'ın kanını emperyal çıkarlarına malzeme yapmaktadır.
Agos Gazetesi ile alakası olmayan ermeni kökenli Türk vatandaşları
bu yorumdan tabii ki istisnadır. Hırank’ın etkisi bu kadar çabuk
silinmeyecektir. Bizim mücadelemiz, insanların ırkları değil Türk vatandaşı
kimliği taşıyıp ülkeyi emperyalistin kucağına iten hainlerledir. Bu kişilerin
ırkı Türk olsa da tepkimiz aynıdır ve değişmez. Türkiye Cumhuriyeti bir ırk/din
devleti değil. Atatürk’ümüzün söylediği gibi; laik, sosyal, hukuk devletidir.
Şuan kötü bir süreçten geçse de tarihi birikimimiz ve kültürümüz bize ders ve
sabır vermektedir.
Buna ben: “öyle bir tarihimiz var ki bize; saflık derecesinde
dürüstlük ve inanılmaz bir dayanma gücü veriyor. Ama her şey bir yere kadar.”
Levent KALEM
Resmi Tarihi
Sınıfta Bırakan 10 Çürük Tez
Mehmert POLATEL – Nazife KOSUKOĞLU
Agos
Gazetesi
Fransa’da kabul edilen Ermeni
Soykırımı’nın inkârına cezayi müeyyide öngören yasayla birlikte resmi tarih
tezinin 1915 masalları medya ve kamuoyunda yeniden gündeme geldi. 1915 ile
ilgili ‘resmi iddiaları’ 10 başlıkta topladık. Her iddiayı, tarihsel veriler
eşliğinde değerlendirdik. Ortaya çıkan sonuç resmi tarih savunucuları açısından
vahim: Bu çürük tezlere dayalı resmi anlayışla Türkiye uluslararası alanda
kimseye hiçbir şey anlatamaz. Kaldı ki Türkiye’de de artık “Bu masallara
karnımız tok” diyenlerin sayısı giderek artıyor.
Televizyon kanallarında ya da
gazete köşelerinde Fransa’ya öfke kusan resmi tarih savunucuları yıllardır
kamuoyunun artık ezberlediği iddialarını üstümüze boca etmeyi sürdürüyorlar.
İfade edenin tarzına ve üslubuna göre farklı şekiller alıyor olsa da resmi
tarihin 1915 Ermeni Soykırımı ile ilgili temel iddialarını 10 başlıkta
topladık. Her iddiayı, üstünde hiçbir tartışma ya da şüphe olmayan tarihsel
veriler eşliğinde değerlendirdik. Ortaya çıkan sonuca baktığımızda, Dışişleri
yetkililerine naçizane bir tavsiyemiz var: Bu resmi tarih tezlerine güvenip
uluslararası tarih komisyonu filan kurmaya kalkıp da kendinizi dünyaya
güldürmeyin.
‘İsyan ve ihanet’
Osmanlı devleti ‘tehcir’ kararı aldı, çünkü Ermeniler devlete
karşı isyan edip, düşman devletlere yardım ettiler.
Bu iddiaya göre,
imparatorluğun dört bir yanında ayaklanan Ermeniler, İtilaf Devletleri’nin
saflarına geçmek suretiyle Osmanlı’yı sırtından hançerlediler. Dört tarafı
düşmanlarla sarılan Osmanlı devleti, “Hainleri savaş bölgelerinden uzağa
naklederek” her devletin yapması gerekeni yaptı.
‘İsyan ve ihanet’ argümanı
hakkında siyaset felsefesi açısından pek çok şey söylenebilir elbette ama
tarihsel açıdan bakıldığında bu iddianın dayanağı yok. Söz konusu ‘isyan’lara
öncülük yaptıkları iddia edilen Ermeni örgütlerinin savaş sırasında aldıkları
kararlara, uyguladıkları siyasetlere bakıldığında, bu apaçık görülür.
İttihat ve Terakki Hükümetinin
I. Dünya Savaşı’na katılma kararı vermesinin hemen ardından İstanbul’da
toplanan Ermeni Milli Meclisi, Ermenilerin savaş sırasında Osmanlı hükümetine
sadık kalacağını ve askeri ihtiyaçlar da dahil olmak üzere devletin her türlü
ihtiyacına imtina etmeden koşacağını ilan etti.
Resmi tarihte adı ‘ihanet’le
eşanlamlı kullanılan Taşnaktsutyun ise 12-14 Ağustos 1914 tarihleri arasında
Erzurum’da düzenlenen 8. Kongresi’nde Osmanlı Ermenilerinin savaşta kendi
devletlerinin yanında yer alacağını belirtti.
21 Ağustos 1914 tarihinde düzenlenen Hınçak Partisi’nin 3. Kongresi de herhangi
bir isyan çağrısı yapmadı. Tam tersine Hınçak üyeleri savaşın İttihat ve
Terakki’nin dağılmasına yol açarak ülkeyi sarsabileceğini, Ermenilerin durumunu
kötüleştirebileceğini savunarak, savaş ortamından duydukları rahatsızlığı
tarihe not düştüler.
İsyan argümanları, resmi tarih
tezince Dörtyol ve Zeytun civarında Şubat 1915’te gerçekleşen çatışmalarla
örneklendiriliyor. Bu olaylara ilişkin belgeler incelendiğinde, bu çatışmaların
asker kaçakları ile Osmanlı jandarması arasında cereyan eden çarpışmalar olduğu
görülüyor. Bu olaylar, zamanın Osmanlı idarecileri tarafından dahi ‘genel bir
isyan haliyle’ alakasız görülmekteydi. Bu noktada, bölgedeki asker kaçaklarının
sadece Ermenilerden oluşmadığını, farklı etnik-dinsel gruplardan kaçakların
jandarmayla çatışmaya girdiklerini de unutmayalım. Bölgedeki Ermeni köylüler
ayaklanmak bir yana, bu kaçakların teslim olmaları konusunda arabuluculuk
yaparak devlete yardımcı oluyorlardı. Buna rağmen ilk sürgün bu bölgede
gerçekleşti.
‘Tehcirin nedeni Van isyanıdır’
Van’da kitlesel bir Ermeni isyanı gerçekleşti. Savaş
koşullarında İttihatçı hükümet tehcirden başka acil bir çözüm bulmadı.
Evet, diğer bölgelerin aksine
Van’da Ermeniler gerçekten ayaklandılar. Öte yandan, Van’daki ayaklanmalar
soykırım kararının alınmasından ve uygulamaya sokulmasından sonra başladı. Ayaklanmanın
başlamasından önce ve ayaklanma sırasında Van valisi Cevdet Bey’in bölge
halkına çektirdiği zulmün ayrıntıları hem Osmanlı belgelerinde, hem de resmi
tarih anlatısı içindeki kitaplarda bulunabilir.
Dönemin Erzurum valisi Tahsin
Bey durumu “Van’da ihtilal olmazdı ve olamazdı. Kendimiz zorlaya zorlaya şu
içinden çıkamadığımız kargaşalığı meydana getirdik ve Şark’ta orduyu müşkül
duruma soktuk” sözleriyle ifade ediyor.
İsyan argümanında dikkati
çeken bir diğer nokta, Ermenilerin gönüllü birlikler oluşturmak üzere Rus
ordusuna katılarak Osmanlı’yı arkadan hançerledikleri iddiasıdır. Bu iddiayı
savunanlar gönüllü birliklerin Osmanlı vatandaşı olmayan Kafkas Ermenilerince
kurulmuş olduğu gerçeğini özenle gözlerden kaçırmaya çalışıyorlar. Kafkasya
Ermenileri Osmanlı’yı ‘arkadan vurmuş’ olamazlar, zira onlar Osmanlı değil Rus
vatandaşıydı.
‘Soykırım başka tehcir başka’
Soykırım değil, tehcir kararı alındı. Tehcir savaş bölgesiyle
sınırlıydı. Her türlü tedbire rağmen doğal koşullardan ya da çetelerin saldırılarından
kaynaklanan ölümler yaşandı.
Resmi tarih anlatısı yüz
binlerce insanı ‘nakliye zaiyatı’ olarak tanımlamakta sakınca görmez. Üstüne
üstlük, Osmanlı’nın savaş hengâmesinin ortasında dahi tehcir sürecini
titizlikle yürüttüğünü, kafileleri korumakla görevli birimler görevlendirdiğini
iddia eder. Osmanlı arşivlerinde bulunan belgeler ise bambaşka bir tarihsel
gerçekliğe işaret ediyor. Bu belgelerde Osmanlı hükümetinin sürgün yollarının
güvenli olmadığı konusunda defalarca bilgilendirildiği, kafilelere yapılan
saldırılardan ve meydana gelen ölümlerden haberli olduğu ve hiçbir önlem
almadan sürgünlere devam ettiği açıkça görülüyor.
“Tehcir” kararını insani
duyarlılıkları sebebiyle uygulamak istemeyen vali, mutasarrıf ve kaymakamların
önerileri dikkate alınmadı. Bu insani duruşta ısrar eden devlet görevlileri
görevlerinden alındı, kızağa çekildi ya da Teşkilat-ı Mahsusa’nın düzenlediği
cinayetlere kurban gittiler. “Bir ‘sevk’ talimatnamesini uygulamamak için hangi
idareci canını ortaya koyar?” sorusu, resmi tarih anlatısında cevap bulmak bir
yana, dikkate dahi alınmıyor.
Resmi tarih anlatısına göre,
bu sevk kararı imparatorluk için güvenlik tehdidi oluşturan Ermenilerin
Osmanlı’nın güvenliğini tehdit etmeyecekleri bir bölgeye sürgün edilmeleri için
alınmıştı. Öte yandan, Ermeniler bir yabancı devletle asgari seviyede
iletişimde bulunabilecekleri, Osmanlı’ya ‘hıyanet’ etme kapasitelerinin en az
olduğu, Kayseri, Eskişehir gibi bölgelerden dahi sürülmüşlerdir. Sürüldükleri
Suriye bölgesi aslında Fransızların uzun yıllardır kendilerine müdahale alanı
yaratmaya çalıştıkları, savaşın ve emperyal oyunların tam göbeğinde bir
bölgedir. Der Zor’un nasıl bir stratejik analizle Kayseri’den, Muğla’dan,
Kastamonu’dan daha güvenli, dış çevreye daha kapalı sayılabileceği resmi tarih
anlatısının ‘çözülememiş gizemlerinden’ biridir. Bu da meselenin bu
politikaların bir güvenlik tedbiri olarak “tehcir” şeklinde tanımlanamayacağını
gösteriyor.
‘Kötü muamele cezasız kalmadı’
Tehcir edilen Ermenilere kötü muamele edenler devlet tarafından
cezalandırıldı
Resmi tarih anlatısına göre
Talat Paşa tehcirde suiistimalleri olan kişilerin yargılanmasında bizzat
öncülük ederek, idamlarına zemin hazırlamıştır. Bazılarına göre, bu
yargılamalar devletin soykırım kararı almadığını gösteriyor. Savaş sırasında
Talat Paşa’nın bazı görevlileri Divan-ı Harb-i Örfi yoluyla soruşturduğu,
yargıladığı ve hatta bazılarını idam ettirdiği doğrudur ama yapılan
soruşturmaların hiçbirinin nedeni işledikleri cinayetler ya da yaptıkları
katliamlar değildir. Bu soruşturmalarda hedef alınan kitle yolsuzluk
yapanlardır. Devlet, tehcir kararıyla birlikte Ermenilerin geride bıraktıkları
malların devletin kontrolünde olduğunu bildirmiştir. Alınan karara göre, bütün
mülkler komisyonlar aracılığıyla kayıt altına alınacak ve bizzat devlet
tarafından idare edilecekti. Devlet bu mülklerin özel amaçlar için
kullanılmasını engellemek üzere devlet memurlarının Ermenilere ait mallara el
koymalarına yasak getirmişti. Buna rağmen, pek çok yerel idareci ve memur
Ermenilerin mallarını zimmetlerine geçirdiler. Osmanlı Hükümeti malları kendi
ihtiyaçları doğrultusunda kullanmak istediği için malların kontrolü sırasında
suiistimalleri olanları ve malları yağmalayanları yargıladı. Bu yargılamalar
için üç soruşturma komisyonu oluşturuldu.
Yargılamalar esnasında
katliamlarla ilgili sorular gündeme getirilmedi. Yalnızca yağma ve zimmete
geçirilen mallarla ilgili sorular soruldu. Bu soruşturmaların raporlarından
birinde, gördüğü cinayetleri anlatan bir şahidin komisyon başkanı tarafından
azarlandığı, sadece yolsuzlukla ilgili sorulan soruya cevap verilmesinin
istendiği ve ısrarla cinayetlerden bahsettiği için dışarı atıldığı kayıt
edildi.
Bu yargılamalar sırasında
Çerkez Ahmet ve Yakup Cemil gibi bazı Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri de idama
mahkûm edildi. Fakat bunların idam edilmelerinin gerekçesi Ermenileri
katletmeleri ve eşyalarını gasp etmeleri değildi. Çerkez Ahmet ile ilgili
olarak Talat Paşa’nın Cemal Paşa’ya çektiği telgrafta “Kendisinin imhası her
halükârda gereklidir. Aksi takdirde ileride çok zararlı olabilir” deniyor.
Yakup Cemil’in idam edilme gerekçesi de İttihatçı yöneticilere karşı darbe
organize etmeye çalışmasıdır. Kısacası, İttihatçı hükümet Teşkilat-ı Mahsusa
içerisinde yer alan çete reislerinin gelecekte kendisi için tehdit oluşturmaları
olasılığını bu yargılamalar yoluyla ortadan kaldırmak istedi.
‘Devlet şefkat elini uzattı’
Osmanlı devleti tehcir edilenlere her türlü yardımı yaptı,
sürüldükleri yerlerde iş bulmaları için önayak oldu
Bu iddiaya göre Ermenilere
maddi olarak ciddi yardımlar yapıldı, kendilerine sürgün bölgelerinde araziler
verildi ve hatta el konulan mallarının satış bedelleri kendilerine iade edildi.
Bu teze kanıt olarak tehcir talimatnamesi ve sayısı bir elin parmaklarını
geçmeyecek belge öne sürülüyor.
Osmanlı Devleti sürülen
Ermenilere maddi açıdan yardım etmek bir yana, tehcirin maliyetini bile
Ermenilerin geride bıraktıkları mallar üzerinden, yani ‘emval-i metruke
bütçesi’nden karşıladı. İaşe ve iskândan sorumlu Şükrü Kaya, Talat Paşa’ya
Ermenilerin kitlesel olarak kendi sürgünlerini finanse etmeleri fikrini önerdi.
Talat Paşa da Ekim 1915’te bu öneriyi onayladı. Öte yandan, Ermeniler sürgün
sırasında rüşvet vermekten ve gasp edilmekten dolayı mali açıdan tükendiler. Bu
nedenle, İttihat Terakki yönetimi, finansman politikasını değiştirdi ve tehciri
emval-i metruke aracılığıyla finanse etmeye başladı.
Osmanlı devletinin Ermeni
mülklerini idare etme biçimi, Ermenilere ait malların satış bedellerinin
sahiplerine iade edildiği iddiasının temelsizliğini ortaya koyuyor. Devlet bu
mülklerin bir kısmını, kapış kapış kapışılacak fiyatlarla şaibeli açık
artırmalarla satışa sundu. Önemli bir kısmını ise devletin kendi ihtiyaçlarının
karşılanması, orduya giysi ve iaşe temin edilmesi, muhacirlerin iskân edilmesi
gibi amaçlarla kullanıldı. Devlet idarecilerinden sıradan halka kadar geniş bir
kesim söz konusu mülkleri yağmalayıp gasp etti. Bu tarihsel bilgiler ışığında,
Osmanlı Devleti’nin sürgün ettiği Ermenileri ekonomik açıdan yıkıma uğrattığı
inkâr edilemez.
‘Ölü sayısı abartılıyor’
Tehcir edilenlerin sayısı 500 bindir. 200 bin kadar ölüm vardır.
Tehcir edilenlerin ve insani
kaybın sayısını az gösterme eğilimi Murat Bardakçı’nın Talat Paşa’nın Evrak-ı
Metrukesi’ni yayımlamasıyla sekteye uğradı, zira Talat Paşa’ya göre tehcir
edilen Ermenilerin sayısı resmi tarih anlatısının çok üzerindedir. Talat Paşa
tehcir sırasında vilayetlere telgraflar çekerek, vilayetlerden ne kadar
Ermeni’nin sürüldüğüne ve ne kadar Ermeni’nin kaldığına ilişkin bilgileri
iletmelerini istedi. Paşa’nın listesine göre tehcir edilen Ermenilerin sayısı
924 bin 158’dir. Bu listede İstanbul, Van, Antalya, Eskişehir ve Urfa gibi
Ermenilerin tehcire uğradığı bazı vilayetlerin eksik olduğu düşünülürse, bu
sayının daha da yüksek olması beklenebilir.
Resmi tarih anlatısının baz
aldığı 500 bin rakamı, Suriye çöllerindeki kamplara ulaşabilen Ermenilerin
sayısıdır. Bu belgelerin savaş koşulları altında yazıldığı ve önemli arşiv
belgelerinin yok edildiği dikkate alındığında tehcirle ilgili kesin sayılara
ulaşmanın mümkün olmadığı söylenebilir. Böyle bir çabaya girişmenin ne denli
manidar olduğu da ayrıca sorgulanabilir. Öte yandan, Talat Paşa’nın kara kaplı
defteri temel alındığında dahi 400 binden fazla Ermeni’nin sürgün bölgesine
ulaşamadığı çok açıktır.
‘Tehcir savaş bölgeleriyle sınırlıydı’
Tehcir kararı Mayıs ayında uygulanmaya başlandı, ilk olarak
savaş bölgelerinde uygulandı.
İlk tehcir kararı Mayıs değil,
Şubat ayında uygulamaya konuldu. Zeytun ve Dörtyol bölgelerindeki Ermeniler
asker kaçaklarıyla mücadele bahane edilerek iç bölgelere sürüldüler. Bu
uygulamanın ilk etabında Dörtyol civarındaki Ermeniler Konya’ya tehcir edildi.
8 Nisan 1915 tarihiyle birlikte Zeytun ve Maraş’taki Ermeniler de iç bölgelere
sürülmeye başlandı. Tehcirin birinci safhasındaki bu sürgünlerin geçici savaş
tedbirleri olmadığı Nisan ayının ortasında Ermenilerden boşalan yerlere
Müslüman muhacirlerin yerleştirilmesinden anlaşılmaktaydı. Haziran 1915’te
nüfusu Müslümanlaştırılan Zeytun’un adı da Süleymanlı olarak değiştirilmişti.
Sürgünlerin aylar öncesinden başladığının bir diğer kanıtı da 31 Mayıs 1915
tarihinde kabul edilen Meclis-i Vükela kararıdır. Bu kararda tehcir
uygulamasından bahsedilirken “nakl-ü iskanına mübaşeret ve devam edilmekde”
deniyor, yani bu tarih itibariyle tehcir uygulamasına zaten başlanmıştı.
Tarihsel belgeler incelendiğinde tehcir yasasının uygulamanın başlamasından
sonra geçirildiği çok açıktır. Tehcirin kanunlaştırılması, diğer ülkelerin
sürgünlerle ilgili haberlere tepki vermeye başlamaları, hatta Osmanlı yöneticilerinin
yaşanan kırımlardan sorumlu tutulacağına ilişkin notalar vermeye
başlamalarından sonra oldu. Bu tepkiler karşısında Talat Paşa hali hazırda
devam eden bu uygulamaya yasal bir kılıf uydurma çabasına girdi ve olayların
sorumluluğunu kendi üzerinden atarak bir hükümet meselesi haline getirmeye
çalıştı.
‘Ermeniler rahat edecekleri bir yere gönderildi’
Ermeniler çöle değil, imparatorluk coğrafyası dahilinde olan
Suriye’nin yerleşime elverişli bir bölgesine, verimli topraklara gönderildi
Der Zor’un yerleşime
elverişsiz çöl niteliğinde bir bölge olduğunu Osmanlı idarecilerinin de
bildiği, Osmanlı arşivinde bulunan çeşitli belge ve raporlardan anlaşılıyor. 1.
Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti çeşitli coğrafyalardan sürülen ya da göç
eden Müslüman muhacirleri iskân etme sorunuyla karşı karşıyaydı. Osmanlı
idarecileri bu muhacirlerden bir kısmının Der Zor bölgesinde iskan edilip
edilemeyeceğini soruşturmaya başlamışlardı. Eski Der Zor mutasarrıfı Lütfi Bey
bölgenin iskâna elverişli olmadığını belirten bir rapor hazırladı. Çöl
niteliğindeki bölgelerin yerleşime elverişsizliğinin Osmanlı idarecileri için
ne kadar gündelik bir bilgi olduğu mecliste yaşanan tartışmalardan da
anlaşılmaktadır. Müslüman muhacirlerin Ege ve Trakya bölgesindeki Rum köylerine
yerleştirilmesini eleştiren mebus Emanüelidi Efendi, Üsküdar’dan Basra’ya kadar
boş bir sürü arazi olduğunu belirtmiş ve muhacirlerin buraya yerleştirilmesini
önermişti.
Talat Paşa bu öneriyle
ilişkili olarak “Bu muhacirleri dedikleri gibi oralara gönderip çöllere
serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan ölecekti” diyerek çöl bölgelerinin
iskân için ne derece uygunsuz olduğunu itiraf etmişti. Aynı Talat Paşa 10 ay
sonra Ermenilerin Der Zor’a sürülmesine bizzat karar verdi.
‘24 Nisan kurbanları masum değildi’
24 Nisan 1915’te tutuklanan Ermeni aydınlar toplumu isyana
teşvik eden komitacılardı.
Bu iddiada sözü edilen 240
kişi, Ermeni ileri gelenlerine karşı düzenlenen bir operasyonla tutuklandılar.
Birkaç gün içerisinde sayıları 2345’e ulaşan tutuklamalarla Ermeni mebuslardan
şairlere Ermeni toplumunun deyim yerindeyse ‘beyni’ hedef alındı. Bu kişiler
tutuklanmalarını takiben Ayaş ve Çankırı’ya sürüldüler. Haklarında hiçbir
yargısal süreç başlatılmayan tutuklulardan 761’i öldürüldü. İlk etapta
tutuklananlar arasında II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren İttihat Terakki ile
çeşitli ittifaklar yapan ve yasal parti statüsündeki Taşnaktsutyun ve Hınçak
partilerinin üyeleri de vardı. Fakat tutuklanan kişilerin hepsi bu örgütlerin
üyesi değildi. Bazılarının hiçbir örgütle ilişkisi yoktu. Bu kitlesel
tutuklamaların hedefinde Ermeni toplumuna yönelik imha politikasının onlar
tarafından uluslararası kamuoyuna aktarılmasını önlemek bulunuyordu.
‘İttihatçılar uluslararası düzeyde yargılanıp aklandı’
İttihatçılar Malta süreci ile soykırım suçundan uluslararası
düzeyde aklanmış oldu.
Bu iddianın güçlendirilmesi
amacıyla Yahudi Soykırımı’nda rolü olanların yargılandığı Nürnberg mahkemeleri
ile Malta ‘yargılamaları’ eş tutuluyor. Oysa Malta yargılamalarının seyri bu
iddiayı daha ilk bakışta çürütüyor. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra
toplanan Paris Barış Konferansı’nda İngiltere’nin ısrarıyla Osmanlı’daki savaş
suçlularının yargılanmasına savaşın hemen ardından İstanbul’da başlandı.
Yargılama süreci Osmanlı Hükümeti’nin kendisi tarafından başlatıldı. Bu
kapsamda, bazı İttihat Terakki yöneticileri ve yerel idareciler, Osmanlı
Devleti’nin savaşa sokulması, tehcir sırasında Ermenilerin kırıma uğratılması
gibi suçlarla tutuklandılar.
Bu süreç esnasında, İngiltere,
Osmanlı Devleti’nin yargılamaları hakkaniyetle gerçekleştiremeyeceğini ve
tutuklanan kişilerin serbest bırakılacağını düşünüyor ve söz konusu suçlarla
ilişkilendirilen kişilerin Osmanlı toprakları dışına çıkarılmasını istiyordu.
İngiltere’nin bu yöndeki teklifi müttefik güçlerce kabul görmedi, özellikle
Fransa bu teklife çok sert tepki gösterdi. Fransa, barış antlaşması
imzalanmadan Osmanlı Devleti’nde suç işleyenlerin Osmanlı mahkemelerinde
yargılanması gerektiği kanaatindeydi. Bu tartışmalar sırasında, İstanbul yargılamaları
kapsamında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idam edilmesine karar verildi ve
infazı gerçekleştirildi. Bunun üzerine, Türk milliyetçisi bir grup idamı
protesto etti. Bu protesto sonrasında İngiltere bütün tutukluların serbest
kalabileceği ihtimalini gerekçe göstererek bazı tutukluların Malta’ya
sürülmesine karar verdi. Bu karar müttefik güçler tarafından tepkiyle
karşılansa da, İngiltere tutsakların kaçmasına müsait bir ortam olduğunda ısrar
etti ve bu kişilerin gelecekte müttefiklerin ortaklığında kurulacak bir
mahkemede yargılanıncaya değin Malta’da İngiltere’nin gözetiminde
tutulacaklarını belirtti.
İngiltere 240 kişiyi savaşla
ilişkili suçlardan müttefiklerin kuracağı bir mahkemede yargılamak istiyordu;
bu kişilerden 70’i Malta’da tutukluydu, diğerleri ise aranıyordu. İngiliz
Başsavcılığı, Ağustos 1920’de Malta’daki tutukluları tutuklanma gerekçelerini
oluşturan suç iddialarına göre üç sınıfa ayırdı: İngiliz savaş tutsaklarına
kötü davrandıkları iddialarıyla tutuklu bulunanlar; sürgün, yağma ve kırım
suçlarıyla ilişkili olarak tutuklu bulunanlar; mütarekeyi ihlal yoluyla siyasi
suç işledikleri iddiasıyla tutuklananlar. Başsavcılık, bu kişilerden sadece
birinci grupta olanların kendi yargılama alanına girdiğine, diğer tutukluların
barış antlaşmasının imzalanmasının ardından müttefiklerin ortak kuracağı
mahkemelerce yargılanmaları gerektiğine karar verdi.
İngiltere, bir yandan
Malta’daki tutukluların yargılanması için Paris’te müttefik devletleri ikna
etmeye çalışırken, bir yandan da Anadolu’da bulunan 24 İngiliz savaş esirini
kurtarmak için Osmanlı topraklarındaki siyasi otoriteler ile müzakere ediyordu.
Önce İstanbul Hükümeti ile pazarlık edilmek istendi, Ankara ile müzakereler
Kurtuluş Savaşı’ndaki gelişmelere paralel olarak gelişti. İki müzakere sürecinin
de amacı değiş-tokuş yoluyla Anadolu’daki İngiliz savaş esirlerini kurtarmaktı.
Bu süreçte, İngiliz esirleri
meselesi İngiltere Hükümeti’ni iç siyasette sıkıştırmaya başlamıştı.
Parlamentoda bu konuya ilişkin sert tartışmalar yapılıyor, hükümet esirlerin
serbest bırakılmaları konusunda üstüne düşen vazifeyi yerine getirmemekle itham
ediliyordu.
İngiltere Hükümeti Türk-Yunan
Savaşı’nın Kemalistler lehine ilerlemeye başlamasının yarattığı kaygılar ve iç
siyasetteki konumunun bu mesele yüzünden zedelenmesi üzerine esirler konusunda
geri adım attı ve bütün tutsakları İngiliz esirlerine karşılık serbest
bırakmaya karar verdi. 30 Ekim 1921’de 24 İngiliz esirine karşılık, İngiltere
gözetimindeki bütün Malta tutsakları serbest bırakıldı. İngiliz esirlere zalimce
davranmakla suçlanan tutuklular dahi bu süreçte hürriyetlerine kavuştular.
Malta sürgünlerine ilişkin
tarihsel veriler dikkate alındığında Malta sürecinin İTC’yi uluslararası hukuk
nezdinde aklayan bir anlam taşımadığı ortaya çıkıyor. Birincisi, Malta
sürecinin kendisi uluslararası bir yargılama zemini değil, İngiltere
hükümetinin -başta Anadolu’nun işgalini kolaylaştırmak olmak üzere- siyasi
amaçlarla meydana getirdiği politik bir mekanizmadır. İkincisi, Malta sürecinde
başsavcılık kırım, sürgün ve yağmadan suçlanarak tutuklananlara ilişkin bir tek
karar vermiştir; o da bu kişilerin İngiliz mahkemelerince değil uluslararası
bir mahkeme tarafından yargılanması gerektiğidir. Yani, Malta sürecinde bu
kişilere ilişkin ne dava açılmış, ne de haklarında hüküm verilmiştir. Üçüncüsü,
ikinci gruptaki kişiler hukuken kırım, yağma ve sürgün suçlarından beraat
etmediler; bir esir takası antlaşması uyarınca serbest bırakıldılar.
Kaynakça:
Akçam, Taner, “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur”: Osmanlı belgelerine göre savaş
yıllarında Ermenilere yönelik politikalar, İstanbul: İletişim, 2009.
Akçam, Taner, İnsan hakları ve Ermeni sorunu: İttihat ve Terakki’den Kurtuluş
Savaşı’na, İstanbul: İletişim, 1999.
Aktar, Ayhan, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm,
İstanbul: İletişim, 2006
Dadrian, Vahakn, The History of the Armenian Genocide: Ethnic Conflict from the
Balkans to Anatolia to the Caucasus, Providence, RI: Berghahn Books, 1995.
Dündar, Fuat, Modern Türkiye’nin şifresi: İttihat ve Terakki’nin etnisite
mühendisliği, 1913-1918, İstanbul: İletişim, 2008.
Kevorkian, Raymond H., Soykırımın ikinci safhası: Sürgüne gönderilen Osmanlı
Ermenilerinin Suriye-Mezopotamya toplama kamplarında imha edilmeleri
(1915-1916), İstanbul: Belge, 2011.
Minassian, Gaidz ve Avagyan, Arsen, Ermeniler ve İttihat Terakki: İşbirliğinden
Çatışmaya, İstanbul: Aras, 2005.
Üngör, Uğur Ü. ve Polatel, Mehmet, Confiscation and Destruction: The Young Turk
Seizure of Armenian Properties, London: Continuum, 2011.
Yeghiayan, Vartkes, Malta Belgeleri: İngiltere Dışişleri Bakanlığı “Türk Savaş
Suçluları” Dosyası, İstanbul: Belge Yayınları, 2007.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder