Mustafa Kemal’i Masonlar mı Öldürdü ?
14 Haziran 1938 tarihinde Atatürk, Afet İnan’a şunları yazar:
“Afet,Vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış, ilerlemiştir. Vakitsiz ayağa kalkmak, yürümek, hususiyetle burundan yapılan atuşman üzerine gelen kusma neticesi, yapılan istirahatları hiçe indirmiştir. İstanbul’a gelince hükümet reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissenger’i getirtti…”
Dikkat ettiniz mi? Atatürk kendisini yapayalnız hissediyor ve kendisine uzanacak sıcak bir “el” arıyor.
Etrafında pervane gibi dönen onca insanlar varken.. Emrinde koca bir ordu varken.. Egemenliği kayıtsız ve şartsız millete vermek için kurduğu bir meclis varken..
Anası yok, babası yok, amcası, dayısı yok.. Karısı, çocuğu yok.. O’nu baş ucunda bekleyecek, O’na güç-kuvvet verecek, bazen teselli edecek hiçbir akrabası, yakını yok..
En yakınında hissettiği ve bir evladı gibi bakıp büyüttüğü manevi kızı Afet İnan’a bir mektup yazarak, içini kemiren sitemlerini anlatma gereği duyuyor.
Tarihe dikkat edin… 14 Haziran 1938. Atatürk, “ … doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış ilerlemiştir…” diyor.
Atatürk, aniden hastalanmadığını, hastalığının yeni olmadığını, yıllardır süre gelen hastalığının doktorlar tarafından doğru teşhis edilemediğini ve tedavisinin yapılamaması sonucu hastalığının ilerlediğini anlatmaya çalışıyor.
Hasta olan kim? Atatürk… Cephelerde destanlar yazan, Emrindeki orduya doğru zamanda ve yerinde emirler vererek zaferler kazandıran, yıkılan bir imparatorluğun külleri arasından bir devlet çıkarmayı başaran bir insan, neresinin ağrıdığını, ne şekilde rahatsız olduğunu bilemez mi?
Şimdi bakın.. Atatürk’ü ilk muayene eden ve teşhis koyan doktor olarak tarihe geçen Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, Atatürk’ün muayenesi ve teşhisi hakkında ki hatıralarında şunları anlatır:
“ Atatürk geceyi Termal oteldeki apartmanında geçirdi. Ertesi sabah otelde, kendisine mahsus olarak yaptırılan banyo dairesine girdi ve beni çağırttı… Hastalığına dair şikâyetlerini bana bildirdi. Kaşıntıya çare bulmamı istiyordu. Dedim ki, “Müsaade buyurursanız önce zat-ı devletlilerinizi bir muayene edeyim. Kaşıntıların sebebini tespite çalışayım…”
Soyunma yerine koydurmuş olduğumuz şezlonga uzandı. Bende muayeneye başladım. Tabii, önce vücudunun en çok kaşınan yerlerini, yani bacaklarını muayene ettim. Egzaman, ürtiker, erytheme gibi belirtiler bulamadım. Yalnızca, kaşıntının bıraktığı tırnak izlerini gördüm.
Atatürk’ün yaşayış tarzını göz önünde tuttuğum için bacaklardan sonra karnını ve bilhassa karaciğerini muayeneye koyuldum. Derhal gördüm ki, Atatürk’ün karaciğeri üç parmak kadar büyümüş ve sertleşmişti.
Kalbini dinledikten, tansiyonunu da alarak muayenemi tamamladıktan sonra kendisine teşekkür ettim. Muayenenin bittiğini söyledim. Atatürk:
“ Doktor, kaşıntının sebebini buldunuz mu?” diye sordu.
“ Evet, efendim…” dedim. BU kaşıntının yemekle, bilhassa içmekle ilgili olduğunu arz ettim.
“ Buna emin misiniz?” diye sordu.
“ Efendim, kanaatim o kadar katidir ki, bu teşhisimin isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur…” dedim.
“Karaciğer biraz büyümüş ve biraz sertleşmiştir. İşte kaşıntının sebebi bu karaciğer rahatsızlığıdır” dedim.
Sözlerim, o ana kadar kendisine karaciğer rahatsızlığından bir defa bile bahsedilmemiş Atatürk üzerinde hissettim ki, bir sürpriz tesiri yaptı. Fakat O hiçbir hayret belirtmeksizin bu sözlerimi tam bir sükûnetle dinledi.
Şimdi ne yapacağız?” diye sordu..(Atatürk’ün Hastalığı-Ruşen Eşref,a.g.e.sf.10-12)
Bu sorunun arkasında, sağlık durumunun neden bozulmakta olduğunun, doğrudan doğruya anlaşılmasında neden bu kadar geç kalındığının sitemi ve merakı vardır.
Evet… Mevcudiyetinin varlığına yani yok olmak üzere olan bir millete sahip çıkan, çocukluğunu, gençliğini ve bilahare ömrü hayatını feda eden, zamanının en güçlü devlet başkanlarına önünde diz çöktüren, tarihin akışını değiştirip yeni bir tarih yapan ve tarih yazdıran Atatürk hasta idi.
Hastalığı birden ortaya çıkmamıştı. Çocukluğundan beri süre gelen bir rahatsızlığı vardı ve bir anlamda doktorların da kontrolünde idi.
Peki, neden o halde… Atatürk’ün de tabiri ile, “bu kadar geç kalınmıştı?”
Acaba Atatürk mü hastalığını önemsemiyordu? Yoksa Atatürk’ü muayene eden doktorlar mı Atatürk’ün hastalığı karşısında teşhis koymakta aciz kalıyorlardı?
Ya da… Acaba? Atatürk’ün hastalığına tanı kasten konmamış ve hastalık tedavi edilmemiş olabilir miydi?
Bu sorunun cevabını ileride vereceğiz İnşallah.. Doğruyu görünce inanıyoruz ki damarlarınızdaki asil kan kabaracak ve “Bu kadar da olmaz!” diyeceksiniz..
Belki kalbiniz titreyecek, ürpereceksiniz… “Keşke o an Atatürk’ün yanında olsaydım” diyecek, Atatürk’ün sahipsiz bırakıldığına kızacak, bile bile ölüme götürülüşüne isyan edecek, elinizde olmadan Atatürk’ün katili bunlar” diye bağıracaksınız..
Biz hemen Atatürk’ü kimlerin nasıl öldürdüğüne geçmeden önce, hastalığı boyunca başında bulunan, bir an bile baş ucundan ayrılmayan sivil ve tıbbiyelilerin isimlerini burada zikredeceğiz ki, Atatürk’ün katili ya da katilleri kim karar verebilesiniz…
Çünkü Atatürk’ün hastalığı sizlerden yani Aziz Türk Milletinden saklanmıştır. Hala saklanmaktadır. Atatürk’ün ölümü ile ilgili gerçekler hala Yüce Türk Milletinden saklanmaktadır.
Neden saklanmaktadır? Saklayanlar, saklamak isteyenler kim ya da kimlerdir? Amaç ve maksat nedir?
Biz inşallah bu suallerin cevaplarını burada vermeye gayret edeceğiz.. Ancak şu unutulmamalıdır ki, Atatürk hastadır. Bu doğrudur. Atatürk’ün hastalığı kitaplarda yazılıdır. Bu da doğrudur. Hatta Milli Eğitim Bakanlığı kanalıyla, Atatürk’ün hastalığı ders kitaplarına konu edilerek Türk çocuklarına okullarda öğretilir.
Türk halkı arasında yaygın bir kanı hüküm sürmekte, Atatürk’ün hastalığı, alkole bağlı Siroz olarak dillendirilmektedir. Bu yanlıştır.
Biz bu yanlışı yazımızla çürütecek ve tüm gerçekleri bütün çıplaklığı ile gün yüzüne çıkaracağız..
Büyük Türk Milletinin, Atatürk hakkında doğruları bilmeye hakkı vardır. Bu doğrular saklamakla, gizlenmekle engellenemez. Şurası da muhakkak ki, madem doğrular saklanıyor da… neden o halde yanlış bilgiler Ata’sına sadakatle bağlı ve ısrarla hala Ata’sını arayan bu aziz millete doğru diye anlatılıyor?
Türk Milleti şunu kesinlikle bilsin ki, Atatürk bu güne kadar yapayalnız ve tek başına idi.. Sahipsizdi.. Özellikle O’nun “öldürülmesinden” sonra bu yalnızlığı ve sahipsizliği çok daha belirgin hale geldi.
İlkelerine ve devrimlerine, Atatürk’ün istediği şekilde sahip çıkılmadı. Atatürk düşüncesi, “birileri” tarafından bu aziz milletin çocuklarına “çarpıtılarak” öğretildi.
Atatürk’ün vatan sevgisi, devlet ve millet sevgisi adeta yok edildi. Bu değerler sıradanlaştırıldı.. Türk çocuğunun inanma azmi psikolojik olarak kırıldı..
Heyhat.. Atatürk’ün hastalığı bile istismar edildi. Atatürk’ün hastalığı üzerinden siyaset yapıldı ve bir anlamda “Atatürk ayyaştı.. Çok içki içerdi. Ciğerlerini çürüttü, siroz oldu ve öldü…” denildi.. Yaygın kanı bu oldu..
Bugün kime sorsanız böyle der. Atatürk ayyaştı, çok içerdi.. Siroz oldu ve öldü..
Sahi, doğru olan bu muydu? Yoksa Atatürk’ün hastalığı altında başka gerçekler ve doğrular var mıydı?
Şimdi bakın.. Burada şu gerçeğin ve doğrunun altını çizmek istiyorum. Atatürk’ün yaşadığı zamanın Türkiye’sinde ki Tıp henüz gelişmemiş ve yetersiz olabilir. Ancak bu gelişmemişlik ve yetersiz olmak Tıp adamlarına bir hastayı “ KOBAY “ olarak kullanma ve deneme yapma hakkı vermez.. Kaldı ki bu hasta Atatürk gibi, çok değerli bir isim ise, burada doktorların üzerlerine alacakları mesuliyetin ağırlığını tartmaları ve taşıyabileceklerine kani olmaları gerekirdi.
Yazık ki… Altını çiziyorum… ATATÜRK KOBAY OLARAK KULLANILMIŞTIR. ÇOĞU DOKTORLAR ATATÜRK’ÜN HASTALIĞINI BİLEMEMİŞLER, YANLIŞ TEŞHİS KOYMUŞLAR VE YANLIŞ İLAÇLARI, ATATÜRK’ÜN VÜCUDUNDA DENEMİŞLERDİR.
İşin birde İSİM YAPMA, NAM ALMA, ŞÖHRET OLMA yanı da vardır ki, bu tamamı ile Atatürk’e ve Türk Milletine düşmanlıktır.
Şimdi bu doktorların isimlerine burada yer veriyor ve takdirlerinize sunuyorum.. Karar ve hüküm, Yüce Türk Milletinin ve Kahraman Türk Gençliğinindir.
Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, Atatürk’ü ilk muayene eden ve hastalığına ilk ismi koyan doktorudur. Yukarıda Atatürk ile arasında geçen konuşmaya ve Atatürk’e koyduğu teşhise yer verdik.
Ancak, şu sözlerinden anlıyoruz ki, Prof. Belger “başka doktorların” Atatürk’ü muayene etmesinden rahatsızdır. (Belki Belger doğru düşündüğünü kabul edebilir. Çok doktor ve farklı hastalık adı Atatürk’ün sağlığına zarar verebilir ama.. Ya Belger’in teşhisi yanlış ise?)
Belger’in şu sözlerinde ün yapma, nam alma, şöhret olma kokusu vardır.
“… o akşam Termal Otel’de kurulan büyük sofraya davet ettiği misafirler arasında beni de bulundurmak iltifatını gösterdi… “
Davetliler arasında Atatürk’ün mutad arkadaşlarından başka, Karamürselli Tahir Bey, … Cemal Hüsnü Taray Bey gibi isimler vardır. Belger’in nam alma, şöhret olma kokan sözleri burada da çıkar karşımıza:
“ Ben sofraya gelmezden önce Atatürk o zevata benden, cemilekar sözlerle bahsetmiş…”
Atatürk hastalığından muzdarip.. Hastalığına derman arıyor. Küçük bir umut kocaman bir dağ gibi büyüyecek.. Doktor efendi, Atatürk’e uyguladığı teşhisin yanlış mı doğru mu olduğunun kaygısında değil de nasıl ünlenecek, nasıl nam alacak onun peşinde..
Ha… bir de kıskançlık var…
“ Ertesi gün, Atatürk’ün arkadaşları bana hiçbir şey açmadan rahmetli Profesör Neşet Ömer İrdelp’i, Atatürk’ün hususi tabibi bulunması sıfatıyla Yalova’ya davet etmişler. O’na benim muayenemden ve teşhisimden bahsetmişler. Bir kerede O’nun Atatürk’ü muayene ederek benim teşhisim hakkındaki mütalaasını bildirmesini kendisinden istemişler. “
Neşet Ömer Bey Termal Otel’e geliyor, Atatürk’ü muayene ediyor ve muayene sonucunda Atatürk’e, Dr. Belger’in teşhisinin doğru olduğunu bildiriyor.
Prof. Belger şöyle anlatır: “Neşet Ömer, Atatürk’ün huzurundan çıktıktan sonra benimle buluştu. Atatürk’ü muayene ettiğini ve benimle tamamen aynı fikirde olduğunu bana da söyledi.”
“ Sizin tedavinize devam etmesini Atatürk’e tavsiye ettim.”
Ve… “ Atatürk’ü istediğiniz gibi tedavi ettiniz, kardeşim!” dedi ve İstanbul’a döndü.”
Bu övgü(!) dolu sözleri anlatan Prof.Belger’dir. Yani doktor bey kendi kendisini met ediyor, övüyor ama…
Atatürk ise hala muzdariptir.. Hala hastadır. Hastalığı müzminleşmiş, ilerlemektedir. Ün ve nam peşinde koştuğunu kendi sözleriyle ortaya döken Prof.Belger’in ilaçları ise hastalığı geçici olarak, Atatürk’ün vücuduna hapsetmekte ve gizlemekte ama tedavi etmemektedir.
Doktor Belger, Atatürk’ü tedavi ediyorum diye sevinedursun, Atatürk, her biri döneminin uzmanlarından olan doktorların teşhislerindeki bu gecikmeyi içine sindiremediğini, teşhisin koyulmasından beş ay sonra Afet İnan’a yazdığı mektupla şöyle dile getirir:
“Afet,
Vaziyetim şudur; bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri sebebiyle hastalık durmamış, ilerlemiştir. Vakitsiz ayağa kalkmak, yürümek, hususiyetle burundan yapılan atuşman üzerine gelen kusma neticesi, yapılan istirahatları hiçe indirmiştir. İstanbul’a gelince hükümet reyimi almaya lüzum görmeksizin Fissenger’i getirtti…”
Okudunuz değil mi?
Ne anladınız?
Atatürk bu sözleri ile doktorlara adeta sitemde bulunmaktadır.
Sürekli olarak vücudu kaşınan Atatürk’ün Yalova’ya gelmeden önce yaşadığı ve hastalığının teşhisinde yaşanan şu olay, kendisini muayene eden ve teşhis koyup ilaç veren doktorlar için utanılacak vahim ve acı bir durumdur.
Atatürk’ün hasta yattığı köşkü karıncalar basar. ( Bu karıncaların köşke kadar nasıl ulaştıkları konusu hala sırdır. Zira köşk, sıradan bir ev değildir ve her gün temizliği muntazamen yapılırken karıncaların Atatürk’ün yatağına kadar ulaşmaları düşündürücü ve inandırıcı değildir. A.K.)
Karıncaların köşkü istila ve işgal etme mevzusunu Dr. İ. A. Özkaya şöyle anlatır:
“… Bu kaşıntılar için çeşitli sebepler ileri sürülüyordu. Günün birinde tuhaf bir rastlantı(!) oldu. Atatürk, etrafında bir hayli kalabalık ziyaretçi ile Çankaya’da ki köşkünün bahçesinde otururken, kaşıntı hissederek kolunu kaşımaya başladı. Hemen ardından kaşınan kolunu sıvadığında, derisindeki fiske fiske oluşan kabartıları gösterdi. Ziyaretçiler arasında bulunan bir doktora(Her ne hikmetse bu doktorun kim olduğuna dair bir bilgi hiçbir yerde, hiçbir kayıtlarda yoktur) dönerek:
“ Bu nedir doktor?” Son zamanlarda sık sık oram buram böylece kabarıyor…” dedi.
Doktor eğilerek baktı ve … :
“ Karınca efendimiz… Bunlar karınca ısırmasıdır…” diye cevap verdi.
Suçlanan karıncalar arandı ve nihayet(!) bir tanesi(!) bulundu.
Atatürk doktora tekrar sordu:
“Ben geceleri kaşınıyorum. Karınca yatak odama kadar çıkar mı?”
Doktor başını salladı: “Evet, çıkar” cevabını verdi.
Bu kadar cahilane, bu kadar komik ve bu kadar utanılacak bir durum olamaz..
Ama oluyor işte.. Aslında Atatürk doktorun karınca ısırması hikayesine inanmıyor ama ne yapsın.. Denize düşen yılana sarılır hesabı, hastalığına çare ve derman için herkesi dinleme mecburiyeti hissediyor.
Dr. Asım Arar, bu konuyu hatıralarında şöyle anlatır:
“ 1937 Ekim ayında Atatürk İstanbul ve Yalova’da iken bir gün, Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman bana telefon ederek, köşkü karınca bastığını, Atatürk’ün kaşıntıdan şikâyetçi olduğunu ve bir çare bulunulmasını istedi.” Demektedir.
Hakikaten köşkü, et yiyen kırmızı karıncaların istila ve işgal ettiği doğrudur ancak, bu karıncaların sadece Atatürk’e musallat olması düşündürücüdür.
Tarih 7 Şubat 1938dir. Yani mevsim kıştır. Karıncaların kışın bir yeri işgal etmeleri şaşılacak kadar dikkat çekicidir. Çünkü karıncaların topraktan çıkmaları için mevsim uygun değil iken, Atatürk’ün bulunduğu ortamda yuvalanmaları akıllara başka düşünceler getirmektedir.
Ama, hiç kimse bu doğruya dikkat çekmez. Oluşturulan ekip köşkte karınca avına çıkar. Peki ekipte kimler vardır?
Ali Kaya