5 Temmuz 2009 Pazar

AYŞECİK BENİ HİÇ ŞAŞIRTMAYACAK

NOT:Elektronik postaları üzerine tıklayaraj büyütünüz.Yazının anlaşılması için gerekli:

Şöyle diyor Ayşe Hanım:

Merhaba Levent Bey, Nutuk’u okumakla solcu olunacağını sanmanızdan anlaşıldığı kadarıyla siz solun ne olduğunu bilmiyorsunuz. Sovyet yardımları için yoldaş olacak kadar oportünist olan Mustafa Kemal’in yoldaşlığı 1921’de Mustafa Suphileri öldürünce bitmiştir. Cumhuriyet tarihi solun, işçi hareketlerinin ezilmesinin tarihidir. Sizin sol anlayışınız bunları sindiriyorsa, benim de sizinle aynı ideolojiden olmadığıma sevindiğimi tahmin edebilirsiniz.

Selamlar

Ayşe Hür

--------------

Selam Ayşe Hanım.

Çok net anlaşılıyor ki siz zaten sol derken globallikten bahsediyormuşsun.solun sadece kültürel,edebi altyapısını laf cambazlığı yapmakta kullanıyorsunuz.

İçinde ulusal hiçbir öğenin olmadığı ütopil bir masal.Ulusal devrimde elinde gül ile yapılmaz.Bunu (kullanmamı sevmeyeceksiniz ama) elinde güllerle Saros’un Saakvili’si yapar ancak.Sonrada gravatını yer.Bu yüzden global hakim gücün kalemşorluğunu yapmanız gayet doğal.Tarihe geçmiş hangi sol lider kendi ulusunu kurtarmadan dünyayı kurtarmaya soyunmuştur.Anlaşılan o ki siz kendinizi Che^den de solcu sanıyorsunuz.Reha’nın ayarladığı konuşma özürlü mhp linin yanında show yapmak söylediklerinizi seyirci karşısında haklı çıkarmıyor ne yazıkki.show tv de de show yapılır değil mi ama?

Hele sunucusu Reha beyse.))

Kızamıyorum.Buyurun meydan sizin.

Saygılar.

levent

Ayşe Hanım hain Taraf’ın 1.sayfasına terfi etmiş. Tebrik etmek lazım.

Bir kaç ay önce aramızda geçen bu mesajları etik bulmadığım için yayınlamadım. Fakat Taraf gazetesinin ABD’den sponsone edildiği itiraf edildiği, Cumhuriyet rejimine, Atatürk ve Türk Silahlı Kuvvetlerine aleni saldırıları ortada iken etikten bahsetmek sanırım artık saflık olmaya başladı. Çünkü psikolojik savaşın ABD yanında tüm kalleşliklerini, yalan dolan ve entrikalarını insanların gözünün içine baka baka yapıyorlar.

Ayşe Hanım 1920 li yılların İstiklal Mahkemelerini yargılayan bir yazı yazmış. Hain Taraf’ında 1. sayfasında yer kapmış.

50 sinden sonra yüksek lisans yapan Ayşe Hanım birkaç hususu hatırlatmak isterim:

1-“Tarihi tarihinde yargıla” günümüz şarlarında değil Ayşe Hanım.

2-“Devrimler gülle yapılmaz” Ayşe Hanım. Bunu sadece Gürcistan’ın SAROS çocuğu Saakaşvili’si yapar, sonrada oturur kravatını yer.

Ardından ismi bile yalan olan Macar yahudisi Saros özgürleştirdiği Gürcistan’ın milletvekillerine 1200 dolar maaş bağlar.

Merak ediyorum; size ne kadar bağladı. Malum Taraf Gazetesinin ABD’den nemalandığı itiraf edildi:

HABER: odatv.com-1 Temmuz 2009

Taraf Gazetesi'nin para aldığı ABD'deki kurumun adı: NED. Yani National Endowent for Democracy.

Bu kurum Odatv.com takipçilerine yabancı değil. "renkli devrimlere" sahne olan tüm ülkelerde bu kurumun adını görüyoruz. (Bknz: Odatv arşivi)

Peki National Endowment for Democracy isimli Washington’daki bu "renkli devrimler" mucidi/sponsoru Taraf Gazetesi'ne nasıl maddi yardımda bulunuyor biliyor musunuz;“muhabir yetiştirme desteği!"

Geçtiğimiz günlerde NED’ye giden bir Türk sivil toplum kuruluşu yetkilisi Türkiye ile medya işbirliği yapıp yapmadıklarını sorduğunda “Evet Taraf gazetesini destekliyoruz. Muhabir yetiştirme programlarına yardım yapıyoruz” yanıtını aldı.

İnsan düşünmeden edemiyor:

Sadece kendisine verilen belgeleri/ (çoğu da yalan yanlış)yayınlayan Taraf Gazetesi muhabirlerini nasıl yetiştiriyor acaba?

Neyse..

Taraf Gazetesi, "renkli devrimlerin" sponsorundan para almayı nasıl açıklayacak acaba?

Gelelim yazınıza. Atatürk hakkında bu tip düşünceleri olan Ayşeciğin (nede olsa lümpen okurum, adam gibi adam bile olamamışım) Taraf gibi NED’den nemalanan bir gazetede, tarihimizin en kırılgan dönemi hakkında ve yine TC’nin üzerinde mossad-cia operasyonunun olduğu bu süreçte ne yazmanızı bekleyebiliriz ki?

Beni hiç şaşırtmıyorsun Ayşecik.

İşte Ayşeciği Taraf’ın birinci sayfasına terfi ettiren yazısı:

GİRİŞ Son aylarda daha da arttı ama yıllardır Türkiye’deki hukuk sisteminin ‘tefessüh ettiğini’ (kokuştuğunu) gösteren bir dizi olay yaşıyoruz. ‘Cumartesi Anneleri’ tam 14 yıl, 54 mevsim, 223 haftadır, her cumartesi günü, İstanbul’da kayıplarını istiyorlar. Aylardır başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde olmak üzere, gösterilerde taş atan çocukların büyükler gibi yargılanmaları ve terör kanunları uyarınca ağır hapis cezalarına çarptırılmaları da ‘vak’ayı adiyeden’ oldu. Hrant Dink ve Rahip Santoro davaları, adeta görünmez bir el tarafından sonsuza kadar oyalanmaya çalışılıyor. Ne Güneydoğu Anadolu’da asit kuyularına atılmış binlerce insanımızın, ne polis veya gardiyan dayağıyla ölen evlatlarımızın hesabını sorabiliyoruz. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı sırtından dokuz kurşunla öldüren ‘güvenlik’ güçlerinin, ‘meşru müdafaadan’ beraat kararının Yargıtay tarafından onanması ise hukuk sisteminin tefessüh ettiğinin son kanıtı. Aslında bu ülkenin kuruluşundan beri devletin yüce menfaatleri söz konusu olduğunda hukuk dışına çıkmak meşru görüldü. Bu hafta, Cumhuriyet döneminin en ‘hukuk dışı’ uygulamalarından biri olan ‘İstiklal Mahkemeleri Kanunu’ ve bu kanunun uygulamalarına bir göz atacağız. Bu mahkemeler günümüzün ‘çift başlı yargı’ sorununun da kaynağına işaret ediyor. Peşinen belirteyim ki, bu yazı pek çok okuyucuyu tatmin edemeyecek. Meraklı okuyuculara kaynakçadaki hatıratları okumalarını şiddetle tavsiye ederim. *** 115 milletvekilinin katılımıyla en yaşlı üye Sinop Milletvekili Şerif Bey’in başkanlığında 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’nin ilk işlerinden ülkenin pek çok yerinde çıkan ayaklanmaları ve asker kaçaklarını engellemek 29 Nisan’da Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkarmak olmuştu. Kanunun çıkarılmasından sonraki dört aylık dönemde, düzenin sağlanamaması üzerine, 1793’te, Fransa’da kurulan olağanüstü yetkilere sahip ‘İstiklal Mahkemesi’nden esinlenilerek ‘İstiklal Mahkemeleri’ kuruldu. Mahkemelere en büyük muhalefet, resmi tarih tarafından ‘İkinci Grup’ diye adlandırılacak olan muhalif grubun lideri Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’den geldi. ‘YALNIZ ALLAHTAN KORKAR’ İstiklal Mahkemeleri, kanunla kuruldukları için yasaldılar ancak yargılama usulleri açısından hukuk dışıydılar. Çünkü üyeleri, Meclis içinden seçiliyordu ama savcı hariç üyeleri hukukçu değildi. Kapılarının üstünde ‘İstiklal Mahkemesi Mücadelesinde Yalnız Allahtan Korkar” yazan mahkemeler verdikleri kararlardan sorumlu değildiler ancak cezaların gecikmeden infazından sivil ve asker bütün bürokratlar sorumluydu. Kararın verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı ne de bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar hâkimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (ve idamlar) derhal infaz edilirdi. Kararlar o kadar acele ile alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu. ASKER KAÇAKLARI İLE MÜCADELE 18 Eylül 1920 - 31 Temmuz 1922 arasında görev yapan 12 mahkeme ile 1922 sonundan Mayıs 1923’e kadar görev yapan iki mahkeme olmak üzere toplam 14 İstiklal Mahkemesi, amaçları farklı olduğu için ‘Birinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’ diye anıldı. Ankara, Eskişehir, Konya, Isparta, Sivas, Kastamonu, Pozantı ve Diyarbakır illerinde kurulan bu mahkemeler esas olarak ‘casusluk’, ‘bozgunculuk’, ‘asker kaçakları’, ‘eşkıya’, ‘saltanat yanlıları’ ve ‘isyancılar’ ile mücadeleyi amaçlıyordu. Ancak en önemli sorun asker kaçakları idi. ‘Her Türk asker doğar’ iddiasına rağmen sadece Sakarya Meydan Muharebesi sırasında tam 48.335 kişi asker kaçağıydı. Resmî verilere göre bu mahkemelerde, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na dayanarak, toplam 59.164 kişi yargılandı, bunların 41.678’ine 40 ila 100 değnek, malını mülkünü müsadere, para cezası, yerine evden başkasının askere alınması, halka teşhir, hapis, evinin yakılması gibi çeşitli cezalar verildi. 1.054 idam cezası infaz edildi. Ancak bu sayılar gerçeğin ancak bir bölümüdür, çünkü bu davalara ilişkin belgelerin büyük bölümü kayıptır. Bu konudaki en önemli çalışmanın sahibi Ergun Aybars’a göre idam edilenlerin sayısı beş binin üzerinde olmalıdır. ŞARK İSTİKLAL MAHKEMELERİ 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükûn (Huzur ve Güveni Sağlama) Kanunu’nu ile kurulan ‘İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri’ ise muhalefetin büyük direnişi ile karşılaştı. Kazım Karabekir “Islahatı İstiklal Mahkemeleri ile mi yapacaksınız” diye sorarken, Gümüşhane Mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 26. maddesinin idam hükümlerinin infazını Meclis’e bıraktığını, dolayısıyla bu hüküm değişmeden kanunun görüşülemeyeceğini söylüyordu. Dersim Mebusu Feridun Fikri (Düşünsel) Bey “kanunun hükümetçe çok geniş yorumlanarak bütün olayların isyan ve ihanet gibi gösterilebileceğini, Cumhuriyet rejiminde hakların her şeyin üzerinde olduğunu ve hak ve hürriyetlerin hükümetin idaresine bırakılamayacağını bunun Teşkilatı Esasiye Kanunu’na aykırı olduğunu” ısrarla belirtiyordu. Kavgaya varan ateşli tartışmalara rağmen, kanun 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul edildi. Kanunla ile biri idam kararlarını uygulama yetkisiyle ‘Şark’ için Diyarbakır’da, diğeri idam yetkisi TBMM’nin onayı ile uygulanmak üzere Ankara’da olmak üzere, iki İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Diyarbakır’daki mahkemenin resmî adı ‘İsyan Bölgesi Mahkemesi’ idi ama ‘Şark İstiklal Mahkemesi’ olarak anıldı. Ardından meşhur Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda dinî esaslara göre cemiyet kurulmasını yasaklayan ve dini siyasete alet edenleri ‘vatan haini’ ilan eden değişiklik yapıldı ve mahkeme göreve başladı. 21 Mart’ta, İsmet İnönü, Meclis Başkanlığı’na Divan-ı Harb-i Örfilerde verilen idam cezalarının da ordu, kolordu, bağımsız tümen ve müstahkem mevki komutanlarınca onaylanarak uygulanmasını öneren bir önerge verdi. 22 kişilik muhalif grup bu teklifin de anayasaya ve insan haklarına aykırı olduğunu söylediler ama önerge, hükümetin istediği şekilde kanunlaştı. ‘ÜÇ ALİLER DİVANI’ Ardından mahkeme heyetleri seçildi. İsyan (Şark) Bölgesi İstiklal Mahkemesi’nin reisi Denizli Mebusu Mazhar Müfit (Kansu), savcısı Karasi Mebusu Ahmet Süreyya (Örgeevren), üyeleri Urfa Mebusu Ali Saib (Ursavaş) ve Kırşehir Mebusu Lütfi Müfit (Özdeş), yedek üyesi ise Bozok Mebusu Avni (Doğan) Beylerdi. Ankara İstiklal Mahkemesi’nin reisi Afyonkarahisar Mebusu ‘Kel’ lakaplı Ali (Çetinkaya), savcısı Denizli Mebusu Necip Ali (Küçüka), üyeleri Gaziantep Mebusu ‘Kılıç’ Ali, Rize mebusu ‘Bakkal’ Ali (Zırh) ve yedek üyesi Aydın Mebusu Reşit Galip Beylerdi. Bu mahkeme, ‘Kel’ Ali, ‘Kılıç’ Ali ve Necip Ali adlı üyeleri yüzünden ‘Üç Aliler Divanı’ diye anılacaktı. Ancak, görüleceği gibi adı veya göbek adı Ali olan iki üye daha vardı. Şark İstiklal Mahkemesi’nin en genç üyesi Avni Bey, anılarında şöyle yazmıştı: “İstiklal Mahkemesi reisi ve azaları arasında normal bir münasebetin kurulduğunu görmek nasip olmadı. Herkesin kendine göre bir politikası, kendine göre bir hukuk anlayışı vardı. Heyet-i hâkime karar için bir odaya toplandıkları zaman, sık sık görüş ayrılıkları kendini gösterir, kavgalar başlar, bazen tabancalar çekilirdi.” Mahkemenin en sert üyesi Ali Saip Bey’di. Şark İstiklal Mahkemesi’nin aynen Ankara İstiklal Mahkemesi gibi sivil ve askerî tüm olayları yargılamasını isteyen Ali Saip Bey, bu konuda mahkemenin tek hukukçu üyesi Ahmet Süreyya Bey’le ters düşünce “Savcılıkla aramızda kanaat farkları var istifa ediyorum. Böyle çalışamam!” diyecekti. Sonunda mesele Ankara’ya aktarılacak, gelen cevaptan Ankara ‘devrimci uygulamaların’ sınırlandırılmasını istemediği anlaşılacaktı. Zaten Mustafa Kemal 16 Ocak 1923’de İzmit’te yaptığı basın toplantısındaki “İnkılâbın kanunu mevcut kanunlar üstündedir” diyerek, rotayı göstermişti. Hâkimler ile savcı arasındaki anlaşmazlık, “gerekirse kanunların üzerine çıkarız” görüşünün üstün gelmesiyle sonuçlandı. Bu tarihten sonra, mahkemenin yetki bölgesindeki 14 vilayet ve iki kazadaki idari, adli, askerî her türlü sivil ve askeri dava bu mahkemelerde görüldü. ‘SEBİLÜRREŞADÇI’ EŞREF EDİP BEY’İN ANILARI “Heybeli 1925 Mayıs ayı... Heybeli Ada’ya yeni göç etmişiz. Bir sabah vapura yetişmek üzere Denizcilik Okulu’nun yanından hızla iniyorum. Sokağın karşısındaki polis karakolunda bir kaynaşma dikkatimi çekti. Yürüdüm. Bir polis bana doğru gelmeye başladı. Karşılaştığımızda, biraz karakola kadar gelmemi söyledi. Karakolda komiser ayakta geziniyordu. Biraz heyecanlı idi. Alınan emir üzerine tevkif edildiğimi tebliğ etti. Böyle bir şey beklemediğim halde hiçbir telaş göstermedim. İçime korku da gelmedi. Korkacak ne var? Yarası olan gocunur...” CEBECİ’DEKİ KARANLIK GÜNLER ‘Yarası olmadığı için gocunacak şeyi olmadığını’ düşünen bu kişi ünlü İslamcı dergiSebilürreşad’ın sahibi Eşref Edip [Fergan] idi. Eşref Edip, polis nezaretinde Pendik yoluyla, o günlerde polis merkezinin bulunduğu Babıâli karşısındaki Danıştay binasına giderken, düşünüyordu: “Acaba neden gözaltına alınmıştı. Şeyh Said İsyanı ile bir ilişkisi yoktu ancak geçen günlerde Masonluk hakkında bir kaç yazı yayımlamışlardı. Acaba o mu infiale sebep olmuştu” sorularına cevap alamadan kendisini Ankara’ya giden trende buldu. Trenden inince doğru İstiklal Mahkemesi’ne, ardından da Cebeci’deki Tevkifhane’ye gittiler. Kendisini çırılçıplak bir odaya koyup üstüne kilit vurdular. Bir hafta yemek getiren erden başka kimse uğramadı yanına. Geceler boyunca tahta ile demirin karşılaşmasından doğan korkunç sesleri ve yankılarını dinledi. Ardından betonu yeni dökülmüş rutubetli ve yine çıplak bir başka hücreye nakledildi. Moralini yüksek tutmaya çalışıyordu. Böylece günler, haftalar ve aylar geçti. Demir kapılar, demir pencereler, soğuk taş duvarlar, rutubetli beton tavanlar, ölü kafatasları, insan kemikleri ile dolu karar topraklar, süngülü bekçiler. Kara ruhtu gardiyanlar, akrepler, çıyanlar... Sağda solda feryatlar, iniltiler... İdama götürülenlerin ağlayışları, haykırışları. Zihnini giderek ümitsizlik, üzüntü ve endişe kaplıyordu. Suçu neydi bir öğrenebilseydi... UNUTULAN YAZAR Aylar sonra bir gün Mahkeme Reisi Kılıç Ali, tevkifhaneyi kontrole geldi. Eşref Edip’in hücresini ziyaret ettiğinde “Aaaa! Sen burada mısın?” dedi. “Bizi unuttunuz galiba!,” diye yanıtladı Eşref Edip, “artık bu kadar cefa yeter. Rica ederim, çağırın da, ne soracaksanız sorunuz.” “Merak etme, birkaç güne kadar çağıracağız. Seni Şark’tan istiyorlar.” “Seni Şarktan istiyorlar” ne demek? diye düşündü Eşref Edip. Bunu daha sonra öğrenecekti. Şeyh Sait, idam yerine Edirne’de sürgün cezası verileceği vaadiyle kendisini isyana götüren nedenlerin başında TpCF’nin programı ve İstanbul basınının, özellikle de Sebilürreşad’ın hükümet aleyhine yaptığı yayınların geldiğini söylemişti. Şeyh Said’i ikna eden Ali Saip Bey’in kafasındaki plan, muhalif gazetecilerle Şeyh Said’i duruşmada karşılıklı çarpıştırmak ve böylece her iki tarafı da birbirinin silahı ile vurmaktı. Ancak siyasi durumun nezaketi yüzünden, Ankara bekleyememiş ve Şeyh Said ve 46 adamını acilen asmak zorunda kalmıştı. Hikâyenin gerisini Eşref Edip’in son derece ilginç hatıratından okuyabilirsiniz. ‘KOMÜNİST’ ZEKERİYA SERTEL’İN ANILARI Eşref Edip ve bir grup ünlü gazetecinin yargılanmak üzere Diyarbakır’a sevk edildiği günlerde, Gülhane Parkı’nda eşi ve çocuğuyla piknik yapan Zekeriya (Sertel) Bey’in de hayatı, karşısına dikilen bir polis memurunun emniyete davetiyle değişecekti. Eşi Sabiha Hanım’la birlikte sahibi olduğu Resimli Ay dergisinde yürüttüğü demokrasi ve özgürlük mücadelesi ile Ankara’nın ve bizzat Mustafa Kemal’in tepkisini çekmiş olan Zekeriya Bey, ayrıca komünist olarak da tanınıyordu. O günlerde Resimli Ay’ın en önemli temalarından biri Milli Mücadele’nin sadece birkaç kahraman liderin değil, işçisinden köylüsüne, memurundan askerine, kadınından gencine tüm halkın eseri olduğu, bu adsız kahramanları anmak için de bir ‘Meçhul asker’ anıtı dikilmesiydi. Bu kampanyaya cevap gecikmemişti. Akşam gazetesinde ‘Üç Aliler Divanı’nın en ünlü üyelerinden ‘Kılıç’ Ali imzalı bir yazı çıkmış, yazıda, savaşı halkın değil Atatürk’ün yaptığı ileri sürülmüştü. “Ordunun ve halkın savaşabilmesi, ancak kudretli ve kabiliyetli bir komutana sahip olmasıyla kabildir” diyen yazar “Meçhul asker’ fikrini ortaya atıp, başkomutanın önemini azaltmaya çalışmak, bir nankörlük olur” diyordu. Yazarın Mustafa Kemal’in en has yaverlerinden biri olması, Zekeriya Bey’in baltayı taşa vurduğunu gösteriyordu. CEVAT ŞAKİR’LE KARŞILAŞMA Gülhane’de polisin “sizi emniyete bekliyorlar” sözünü duyduğunda, aklından bir film şeridi gibi bunlar geçmişti Zekeriya Bey’in. “Çocuğu eve bırakalım, gelirim” dedi ancak “Öyle değil efendim” dedi polis memuru. “Şimdi beraber gitmemiz lazım.” Ancak o zaman anladı Zekeriya Bey durumun ciddiyetini. Karısını ve çocuğunu parkta bırakıp müdüriyete gitti. Ankara’ya sevki bir iki saat içinde olacaktı. İstasyonda arkadaşı Cevat Şakir ile karşılaştı. Onun da yanında bir polis vardı. Şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. İkisi de Ankara’ya götürülüyordu. İkisi de neden Ankara’ya götürüldüklerini bilmiyorlardı. Cevat Şakir (Kabaağaçlı), Abdülhamit’in ünlü paşalarından Şakir Paşa’nın oğluydu. İngiltere’de Oxford Üniversitesi’ni bitirmişti. Türkçe dışında altı dil biliyordu. Zeki, bilgili, yetenekli biriydi ama gençliğinde bir kıskançlık meselesinden dolayı babasını öldürmüş ve sekiz yıl hapis yatmıştı. Verem olduğu için cezasını tamamlamadan salıverilmişti. Tren onları karanlık bir meçhule doğru götürürken akıl yürütmeye başladılar. Belki deResimli Ay’ın son sayısında Cevat Şakir’in “Asker kaçakları nasıl asılır?” başlıklı yazısıyla ilgiliydi gözaltı. Cevat Şakir, bir zamanlar hapishanedeyken, İstiklal Mahkemelerinde idam cezasına çarptırılan asker kaçaklarının idam sehpasına gitmeden önce öteki mahkûmlara karşı tutumları, pılı pırtılarını yoksul mahkûmlara vermeleri, Cevat’a dokunmuştu, yazısında bunu anlatıyordu. Ama suçlarını cezaları kesilirken öğreneceklerdi: Cevat Şakir’in Hüseyin Kenan takma adıyla yazdığı “İdama mahkûm olan insanlar bile bile ölüme nasıl giderler” başlıklı yazı dolayısıyla tutuklanmışlardı. “SENİ ASACAKLAR KARDEŞİM!” İki arkadaş Ankara’ya vardıklarında ayrı ayrı Polis Müdürlüğü’nün karanlık bodrumuna atıldılar. Ertesi gün, Zekeriya Bey’in yakın arkadaşı, Trabzon mebusu Nebizade Hamdi Bey kara haberi getirdi: “Seni asacaklar kardeşim!” dedi. O geceyi kâbuslar içinde geçirdi Zekeriya Bey. Rüyasında ağlıyordu. Birden kalın bir ses onu rüyadan uyandırdı: “Ne oluyor delikanlı? Ne ağlıyorsun?” Sesin sahibi, Manisalı bir İstiklal Mahkemesi hükümlüsüydü. Erkenden kalkmış, yatağında tespih çekiyordu. “Nasıl ağlamam?” dedi Zekeriya Bey. “Beni asacaklarını öğrendim.” Adam güldü. “Seni asacaklar diye üzülme. Hakkında henüz verilmiş bir hüküm yok. Oysa ben hükmü yedim. Beni şimdi, bu sabah asacaklar. Bak, ağlıyor muyum?” Gerçekten de bir saat sonra geldiler ve adamı alıp götürdüler. Bir daha da görünmedi. Üçüncü gün iki arkadaş mahkeme heyetinin karşısına çıktı. Mahkeme Reisi ‘Kel’ Ali (Çetinkaya), Cevat Şakir’in babasını öldürdüğü sırada cinayetin işlendiği Afyonkarahisarı’nda Jandarma Komutanı’ydı ve babasının arkadaşıydı. ‘Kel’ Ali, Cevat Şakir’i tanıdı. İki arkadaşı öfkeyle salondan çıkarttı. Çıkarken, beş gün sonra savunmalarını vermeleri emretmişti. Duruşma iki arkadaş ağızlarını bile açamadan bitmişti. Suçları neydi ve neyi savunacaklardı? CEHENNEMDEN KURTULUŞ Hücreye döndüklerinde Mersin’de yayınlanan Doğru Söz gazetesi sahibi Ata Çelebi adlı bir komünist genç onlara mahkemelerin çalışma prensiplerini özetledi: “Burası bir cehennemdir, bir salhanedir. İstiklal Mahkemesine getirilenlerin yüzde doksanı öldürülür... Eğer mahkeme sizi savunma için bildirilen günden önce çağırırsa, hakkında idam hükmü verilmiş demektir. Süreyi uzatmakta fayda yoktur. Yok, gününde çağrılırsanız, durumunuz şüpheli demektir. Mahkeme daha bir karar varmamıştır. Savunma günü sonraya bırakılmışsa, kurtulduğunuza işarettir. Çünkü mahkeme aceleye lüzum görmüyor demektir...” Zekeriya ve Cevat Şakir, beş gün sonra değil de üç gün sonra çağrılınca ‘geleneğe göre’ idama mahkûm edileceklerini düşünüp perişan oldular. Ama şansları vardı. Cezaları üçer yıl sürgün ve kalebentlikti. Cevat Şakir Bodrum’a, Zekeriya Sertel Sinop’a gidecekti. Ölüm beklerken kalebentlik cezası almak ikiliye büyük ikramiye gibi görünmüştü. Üç yılın sonunda geride kalan eşler küçük çocuklarına bakarken, Sabiha Hanım ek olarak Resimli Ay dergisini de idame ettirmişti. Zekeriya Sertel cezası bitince İstanbul’a dönerken, Cevat Şakir, Bodrum’a yerleşecek ve ‘Halikarnas Balıkçısı’ adıyla ünlü bir edebiyatçı olacaktı. SİYASİ HESAPLAŞMALARIN SAHNESİ Mahkeme heyeti üyelerinin anılarından ve resmî belgelerden açıkça görüldüğü gibi İsmet İnönü ve Mustafa Kemal’le doğrudan temas halinde çalışan bu mahkemelerde esas olarak 1925’de Şapka Kanunu’na karşı çıkanlar, 1926’da Atatürk’e suikast teşebbüsünde bulunanlar ve İttihatçılık davası güdenler, Saltanat ve Hilafeti geri getirmeye çalışanlar, komünist örgütlenmelere katılanlar, yolsuzluk, casusluk, hükümete muhalefet suçlarına katılanlar vb. olmak üzere yaklaşık 7.500 kişi yargılandı, bunların yaklaşık 3.280’i çeşitli cezalara çarptırıldı. 660 kişi idam edildi. Başlangıçta süresi iki yıl olan bu İstiklal Mahkemeleri 4 Mart 1929’da hukuken sona erdiler ancak 31 Temmuz 1922’de çıkarılan İstiklal Mahkemeleri Kanunu ve ekleri, 1949 yılına kadar yürürlükte kaldı. Böylece İstiklal Mahkemeleri, tüm Tek Partili dönem boyunca, rejim muhaliflerinin korkulu rüyası olmaya devam etti.

Hiç yorum yok: